Din ve Değişim

-Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı-

"Din ve Değişim” Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı’nın Karar gazetesindeki yazılarından oluşmaktadır. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, uzun müddet üniversitede ahlak dersi okuttuğundan olacak ki, kitabında ahlaka geniş yer ayırmış ve bu konuyla başlamış. Yer yer İslam dünyasına da değinmekle beraber ağırlıklı olarak Türkiye’nin dini ve sosyal hayatına dokunmaya çalışmış.

Hoca, değerlendirmelerinde yaşanmışlıklardan hareketle ağır olmasa da yer yer Müslümanları suçladığını gördüm. Bir farkla ki, bazıları sadece eleştirirken Çağrıcı, eleştirdiği meseleler için çözüm önerisi de getirmiş.

Jean Jagues Rousseau’nun; “Her şey, Yaratıcının elinden çıktığında iyidir. İnsanoğlunun elinde bozulur” sözünden hareketle Çağrıcı da ülkemizde yazılan, söylenen ve yapılanlardan duyduğu rahatsızlığı kaleme almış. Kitapta örselenen, mecrasından saptırılan değerler için her duyarlı müslüman gibi onun da üzüldüğünü gördüm.

Nasıl üzülmesin ki, “Elinden ve dilinden kimse rahatsız olmasın; kendin için istediğini başkası için de istemedikçe gerçek mümin olamazsın.” nasihatinde bulunan dinin mensupları olarak hem elimizle hem dilimizle ikinci şahısları rahatsız ediyor, ben kurtulayım gerisi önemli değil, benim olsun gerisi fark etmez diyen müslümanları görüp de üzülmemek mümkün mü?

Hacca gitmeden Hüseyin Vassaf’ın “Hac Günlükleri”ni, Necip Fazıl Kısakürek’in “Hac’dan Çizgiler, Renkler ve Sesler” kitaplarını okumuştum. Kitapta yer yer kutsal mekânlardaki müslümanların olumsuz tutumlarına da yer vermişler. Okuduğumda çok üzülmüştüm…

Elbette nâhoş fiiller olmakla beraber kitapta geçen olumsuzlukların büyük oranda giderilmiş olduğunu gördüm. En azından bahsedilenlere göre daha iyi buldum. Bu da gösteriyor ki hem alınan tedbirler ve uygulamalar hem de müslümanların duyarlılığı artmış.

Anlatmanın ve yazmanın faydasını bilmekle beraber, hemen her konuda örnek olmanın çok daha önemli olduğuna inanıyorum. Müslümanlar olarak iman-amel ilişkisine çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bazen hayranlıkla dinlediğim ve kitaplarını okuduğum hocalarımıza -bizim oranın deyimiyle- “çırak durasım geliyor” ama bir de görüyor ve duyuyorum ki, namaza tembel… vs.

Aşırı tenkitçilik, sahibini kibre ve ikinci şahıslara da tepeden bakmaya sebep oluyor. “Aşırılar helak olmuştu” hadis-i şerifinden hareketle bu konuda da ölçüyü kaçırmamak gerekiyor.

Hiç şüphesiz kısa yorum çok alıntı yaparak tanıtmaya çalışacağım kitaptaki her görüşü kabul etmek durumunda değiliz. Fakat bu kitap veya okuduğumuz diğer kitaplar ön yargısız okunursa güzeldir, faydalıdır. Bahsi geçen kitaptaki hususların kendimizde olup olmadığına bakmalı, okurken de kendimiz için okumalıyız.

Çağrıcı, Hz. Ömer (r.a)’ın, Efendimiz (s.a.s)’in ölümünün ardından; “…Anam babam sana feda olsaydı Ya Resulallah! Bugün ümmetin sana ne kadar acı ve özlem duysa yeridir. Eğer sen sadece emsalinle oturup kalkmak isteseydin sohbetine nail olmazdık. Denginden başkasına razı olmasaydın aramızdan biriyle evlenmezdin. Yalnız emsalinle yiyip içseydin soframıza oturmazdın. Ama sen bize arkadaş oldun. Bizden eş aldın. Bizimle yiyip içtin. Sıradan elbise giydin. Yer sofrasında yemek yedin. Ve hep bunları alçakgönüllülükle yaptın.” sözlerini naklettikten sonra şimdi bize ne oldu böyle? Hakikaten ne oldu bize? diye soruyor ve devam ediyor:

“Dinle yatıp dinle kalkanlarımızda, dinimizin ahlâkî ve insanî boyutunu göremiyoruz. Çünkü ahlak merkezli müslümanlığı bırakıp, özü boşaltılmış fıkıh merkezli müslümanlığa kendimizi hapsettik… bir türlü fetva dindarlığını aşıp, takva dindarlığına geçemiyoruz. (…) geleceğimize sağlıklı bakabilmemiz için halkımızı ‘insan ve ahlak merkezli dinimizle buluşturmak zorundayız.’” (33-34)

“Ahlaklı olmak için dine ihtiyaç yok” demek ne kadar yanlışsa; “dindar olmak için ahlaka ihtiyaç yok” demek o kadar yanlıştır. (43) Din yaşanmak/uygulanmak için gelmiştir.

Abdullah İbnü’l-Mübarek’e: “Aşağılıklar denince kimler aklına geliyor?” diye sorduklarında, “Dini kullanarak dünyalık elde edenler…” demiş. (37)

Çağrıcı, nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz, diyor ve sorusuna cevaben de, 1940’dan 1954’e kadar denediğimiz Köy Enstitüsünde uygulanan eğitim modeliyle mi? Yoksa 1951 yılında açılıp her geçen gün artarak devam eden İmam-Hatip Okulları/Liselerinde uygulanan eğitim modeliyle mi?

Bu iki modeli zikrettikten sonra “defolu din ve ahlak anlayışı”nın nereden geldiğini soruyor? Tabi ki din eğitimimizdeki arızadan… Maalesef yıllardır bunun adını bir türlü koyamadık, anlatamadık…

Ülkedeki genel eğitim politikasındaki açmazı ifade ettikten sonra konuyu din eğitimine getiriyor. Ülkemizde ve tüm dünyadaki İslâmî eğitimi kastederek net bir tespitte bulunuyor. “Dünyada dini alanlarda verilen eğitim-öğretim artık sorun çözmediği gibi sorun üreten bir zihniyet oluşturuyor. (226) -elbette İslam’ın kendinin değil -zihnimizdeki İslam’ı kesinlikle güncellememiz gerekiyor.”diyor. (232)

Çağrıcı, yine iddialı bir yargıda bulunarak; -zihnimizdeki dini- niçin güncellememiz gerektiğini örneklerle açıklamaya çalışıyor. “Mevcut eğitim-öğretim sistematiğinin bin yıl önceki Nizamiye medreselerinden daha geridedir.” (226) Gazali, öğrencilerine de okuttuğu din ilimlerinin ihyâsı anlamına gelen İhyâu ulûmi’d-din isimli eserinin “iyiliği yaymak, kötülüğü önlemek” başlığı altındaki bölümde şöyle demektedir;

  1. Yol kenarlarına yolu daraltacak, gelip geçenleri rahatsız edecek şekilde hayvan bağlamak, muhtesibin (zâbıtanın) engellemesi gereken bir münkerdir (çirkin ve yasak eylemdir), sadece inme-binme ihtiyacını karşılayacak kadar bırakılabilir. Çünkü yollar ortak faydalanma alanlarıdır. Dolayısıyla hiç kimse onları -ihtiyacı kadarının dışında- kendi özel menfaati için kullanamaz. Bu konuda uyulması gereken kural, âdet olarak yollar hangi ihtiyaçlar için açılıyorsa, onların dışında başka ihtiyaçlar için kullanmamaktır.
  2. a-Hayvanları taşıyabileceklerinden fazla yük yüklemek münker olup, sahiplerinin bundan men edilmeleri gerekir.

b-Kasap esnafı dükkânlarının önünde hayvan kesiyor ve akan kan yolu kirletiyorsa bu da münker olup, zâbıta tarafından engellenmelidir. Çünkü yolda hayvan kesilmesi, geçişleri engellediği gibi ortalığa pislik yayılması ve insan tabiatının bu tür artıklardan tiksinmesi yüzünden insanlara rahatsızlık verir. Yol kenarlarından gelip-geçenlerin ayaklarının kaymasına, paçalarının kirlenmesine neden olacak şekilde çöp atmak, su akıtmak vb gibi şeyler münkerâttandır.

Günümüz dünyasında trafik park ve yollarının en fazla ihlâl edildiği ülkelerin İslam ülkeleri olmasını nasıl izah edebiliriz? Çevre ve kent sağlığı bilincinin oluşturulamamasını nasıl açıklayabiliriz? Tüm bunlar eğitim sorunundan kaynaklanmıyor mu?

“Eskinin ‘Kutsal Miras’ına tutsak edilmiş olan ilahiyat eğitim ve öğretimi, sorun çözen insan yetiştiremiyor.” (226) dedikten sonra “Her şeye rağmen dogmatik uykularından uyanırsa İslam düşüncesinin ihyâ ve inşası İlahiyat Fakültelerine düşmektedir.” (230-31)

“Cumhuriyeti kuranların en hayırlı işlerinden biri ‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu’, diğeri de ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıdır.” (237)

İslam düşüncesi, XIII. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar tabir caizse durağan bir dönem yaşamıştır. XIX. yüzyıla gelindiğinde karşımızda Batı’yı görmeye, gördüğünü uygulamaya çalışan bir İslam dünyası var. Bu çaba da maalesef yeterli olmamıştır. Osmanlı durağanlaşan İslam düşüncesini yeniden canlandırmak için büyük bir çabanın içine girdi. Bunun eğitimden geçtiğinin farkına vardı. Bazı yeni adımlarla beraber Darü’l-fünun mektebini açtı. 1901’de açılan ve her şey gayet iyi giderken 1930’da inkılaplara uygun değildir diye dönemin maarif vekili Reşit Galip tarafından kapatıldı. Kapatıldığında 143 hocası vardı. Bunlardan 82’si ihraç edildi. (229)

Bunların yerine 1933’de Hitlerin zulmünden kaçan Yahudi bilim insanları getirildi. Türkiye’deki birçok fakültenin kuruluşu bunlar sayesinde olmuştur.

Çağrıcı, daha öze gelerek konuyu İlahiyat Fakültelerine getiriyor. Bu fakülteler bilgi üretir. Diyanet üretilen bilgiyi topluma taşır ve uygular. Bu konuda taşın altına elini koyanın Diyanet olduğunu söylüyor. (235)

Konuyu toplumsal bir açmaza getiriyor ve diyor ki; “İslam toplumunu perişan eden ana sorun, ‘Hocamız, efendimiz, şeyhimiz, liderimiz, mezhebimiz, ulemâmız, büyüklerimiz… Bunlar ne söylediyse doğrusu odur’ anlayışının zihinlerimiz üzerine karabasan gibi çökmesi, aklımızı fikrimizi tıkamasıdır. Bu anlayış, bizim dünyada eleştiri kültürünü de eleştiriye tahammül kültürünü de yok etti. Bu da toplumsal, dini, siyasi ve ideolojik kamplaşma ve parçalanmalara yol açtı. Gelişmenin önünü tıkadı ve tıkıyor…” (241)

Bu tür tespitlerin ardından Çağrıcı, İslam dünyasının birçoğunda ve ülkemizde en zorlu koşullarda dahi varlığını sürdüren medreselere değiniyor. Osmanlı’nın son zamanlarında düştüğü sıkıntıyı medreselere bağlayan Çağrıcı, son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin: “İstanbul’daki medreselerde ilim sükût etti. İrfan hâkeza!... Medreseler kuru kavil geveleyip duruyorlar” sözüne yer veriyor…

Bu alıntıyla da iktifa etmeyen Çağrıcı, her ne kadar tamı tamına katılmasam da medreselerle ilgili; “Bugün İslam dünyasının çektiği acıların, yıkımların temelinde yine medreseler veya medreseleşmiş okullar var; buralardan yetişen insan tipi var. Ürettikleri terör ve şiddetin ülkemizi ve dünyayı tehdit ettiği, acıların, iç savaşların kol gezdiği ülkelere bakarsanız hepsinde sayısız medreseler, binlerce çeşit medrese icâzetleri, türlü türlü din anlayışları görürsünüz…” diyor. (243)

Söylemi Cemil Çiçek’e ait “kayıt dışı din” anlayışını, “Yasal prosedürlerle kurulmamış, devletin bilgisi dışında program oluşturan, faaliyet gösteren, kaynak, öğrenci ya da taraftar toplayan yapıların anlatıldığı, öğretildiği din” şeklinde anlayabiliriz. (244)

Nasıl Hz. Muhammed (s.a.s) cahiliyedeki “kayıt dışı” anlayışı çok kısa süre içinde kayıt içine aldı. Kayıt içine almakla kalmadı kural ve kaideye bağladıysa niçin biz bunu yapmayalım?

Çağrıcı, İslam bakımından meşru bir dinî anlayış ve hareketi üç grupta izah ediyor:

  1. İslam’ın ana kaynakları Kur’an ve Sünnet ’in kayıtlarına uymalıdır.
  2. Hukukun kayıtlarına uymalıdır.
  3. Bu iki kaynağın kayıtları içinde oluşan, büyük çoğunluğun (sevâd-ı âzam) anladığı ve yaşadığı arı duru İslamî birikime uymalıdır. (245)

Diyanet’e ayrı bir başlık ayıran Mustafa Çağrıcı son söz olarak kitabını bitiriyor.