Dost, yanımızda olmadığı halde içimizde hissettiğimiz ve özümüzle konuşması devam eden kişidir.

Dost, hâlâ yanımızda olabildiği gibi geçmişte kalmış da olabilir. Asıl olan, öğütleri ve bize kattıklarıyla her daim yanı başımızda hissetmemizdir.

Nasıl ki, bir şey söyleyecek yahut yapacak olduğumuzda hatta bir şeyler yiyecek olduğumuzda acaba ne yapıyorum diye bizi düşündüren his gerçek dostumuzdur.

Şöyle bir olay hatırlıyorum. Çok samimi iki arkadaştan biri yanlış işler yapmaya başlar. Bu yanlışlarına rağmen diğeri onu terk etmez. Günün birinde; “Ne olursun beni yalınız bırak; ben sana göre bir arkadaş değilim.” dediğinde diğeri, “Sana musallat olan o kötülük senin düşmanındır; ben dostumu düşmanıyla baş başa bırakamam.” der.

Yaptıklarımızdan dolayı bizi hesaba çeken bir dosta her zaman ihtiyacımız var. Kalp huzuru ancak böyle sağlanabilir, insan ancak bu şekilde kendisini güvende hissedebilir.

Her insanın fıtrî bir özü vardır; ondan kopamaz, kopmamalıdır. Zira kökünden kopan insan, dayanacak dal bulamaz.

‘Bilmediğini ehline sor’ ilahi fermanı bu gerçeği dile getirmektedir. Hiç kimse her şeyi bilemez. Kişi bilmediğinin cahilidir. İnsan özüne dair keşfedemediklerini de sorarak öğrenir ve yücelir. Bu durum, onu benlik girdabından kurtardığı gibi onu “diğerinin özüne” de ulaştırır. İşte tüm bunları öğütleyecek bir dosta ihtiyaç var. 

Hatıra: Günün birinde Bağdat çarşısı yanmış. Orada dükkânı bulunan Serî es-Sakatî’ye birisi gelerek, “Bağdat çarşısı yandı ama sizin dükkâna bir şey olmadı.” diyor. O da “Elhamdülillah” diyor. Aradan 15-20 yıl geçince aynı adam hazretin yanına gelip “Nasılsın?” diye sorunca; “Yahu seneler önce ağzımdan sehven çıkan o ‘Elhamdülillah’ sözünün kefaretini ödüyorum.” diye cevap verir. (…) Başkalarının canı yandı, başkaları üzüldü, ben kendi dükkânım yanmadı diye sevindim ve “Elhamdülillah” dedim. Buna ne hakkım vardı ki?

‘Kişinin kendisi için istediğini başkası içinde istemesi; kendisi için istemediğini başkası için de istememesi’ ne kadar değerli bir hazine.

Benzeri bir davranışı Ehl-i sünnet’in köşe taşı âlimlerinden İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’de görüyoruz. Üstat ilim meclisinde bulunduğu sırada pür-telaş gelen biri; “Efendim bir korsan saldırısı olmuş, sizin mallarınızın olduğu gemi batmış.” der. O kısa bir sükûttan sonra; “Elhamdülillah.” demiş ve derse devam etmiş.

Aradan bir müddet geçtikten sonra aynı adam; “Efendim çok güzel bir haber var, batan gemi sizin değilmiş.” der. Hazret yine kısa bir suskunluktan sonra; “Elhamdülillah.” demiş.

Öğrencileri sormuşlar; “Efendim, iki durumda da “Elhamdülillah” dediniz. Bunun sırrı nedir?”

Ebû Hanîfe; “Baktım kalbime ‘gemin battı” deyince bir üzüntü, keder hissettim mi? Hissetmedim, ben de ‘Elhamdülillah’ dedim. Sonra ‘O batan gemi senin değil, senin gemin kurtuldu,’ dediği zaman bir sevinç hissettim mi? Baktım kalbime, yine hissetmedim. Yine ‘Elhamdülillah,’ dedim.”   

Kendi gibi düşünmeyenlere yaşama hakkı tanımayan, her fırsatta onları aşağılayan; kendinden olmayanları parya gibi gören, ülkesine sokmayan, soksa bile toplumdan izole edenlerin de -ister birey ister devlet olsun- böyle bir anlayışa ihtiyaçları yok mu?

Aynı güneşin, aynı göğün ve yerin sahibi olan Yüce Yaratıcı’nın kulları olarak, paylaşmayı, kaynaşmayı, hepsinin de ötesinde birlikte yaşamayı niçin denemiyoruz? Bunu niçin beceremiyoruz? Şairin;

Bu emel gurbetinin yoktur ucu

Daima yollar uzar, kalp üzülür

Ömrü oldukça yürür her yolcu

Varmadan menzile bir yerde ölür.

                                           Yahya Kemal

Dediği gibi neden emel gurbetinde kaybolup “ötekini” ıskalıyoruz? Üstat Sezai Karakoç’un da deyimiyle ‘dünya sürgününü’ istediği gibi tamamlayarak giden hiç kimse var mıdır?        

Bir şiirinde, köksüzlük öksüzlüktür, der Yahya Kemal. Onun bu sözünden hareketle, gövdesi kesilip de kökü toprak altında kalmış olan ağacı örselenmiş Osmanlı’ya benzeten Sadettin Ökten, “Biz çift başlı bir dünyada büyüdük. Bize söylenenlerin yanında bir başka söylem daha vardı. Biz kendimizi her ne kadar hıfzetmeye çalışsak da o söylem bir yerden zihnimize ve gönlümüze girdi…” diyor. (I)

Bugün birçoğumuz ikinci söylemden uzağız. İsmail Kahraman’ın deyimiyle, çiftli değil tekli eğitim sistemiyle yetişiyoruz.

Durum böyle olunca -her ne kadar münferitte olsa-;

-- dört yaşındaki yeğenine içki içiren teyzeye!

-- camide içki içen adama!

-- sanatçı görüntülü birinin, el-kol hareketleriyle gayr-i ahlaki davranışlarda bulunanlara rastlayabiliyoruz.

Maziden kopan veya kopmaya çalışan bir nesil olarak, kutsalı olmayan, öğütçüsü bulunmayan unsurlar tarafından, her an bombardımana tutuluyoruz. Kendimizi korumaya mecalimiz yok. Bu yüzden, gönlümüz mahzun, vücudumuz yorgun, zihnimiz mefluç vaziyette.

İnsanı koruyan ve koruyacak olan, yanımızda ve içimizde hissedeceğimiz bir dost eline her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Fakat onun öğretileri satırlarda kalmamalı. Duvarlara asılmamalı. Görkemli merasimlere kurban edilmemeli.

Sadra inmeyen bilgi için şöyle bir örnek anlatılır: Bir âlim ile şakî karşı karşıya gelir. Şakî, adamın her şeyini alır. En son ders notlarını/kitaplarını da alır. Âlim yalvarır, “Onları alma ben onlara ömrümü verdim, onları alıp götürürsen bende hiçbir şey kalmaz.” diye.

Şakî müstehzi bir şekilde dönüp der ki; “Eğer bu ders notlarını/kitapları almakla senden ilmi alıyorsam zaten sen boşa yaşamışsın.”

Kitap, satırdan sadra intikal etmeli, oradan kalbe inmeli. İşte o zaman bir anlamı olur. Aksi hâlde sadece bir yük olarak kalır. (II)

Olumsuz düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı sevmem ama yaşadığımız dünyada insanların, öğüt veren bir sabit referansı değil, aklı ve nefsi esas aldıklarını üzüntü ile görüyorum. 

Sabit referansı esas alan, sağlıklı düşünmeye yönlendiren, kötülüklerden korumaya çalışan, iyiliklere teşvik eden iç ve dış dosta/dostlara çok ihtiyacımız var. 

Ahmet Belada

--------0--------

I- Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;

    Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük. Y.K.

II-Gönül Çalab’ın Tahtı Gönül Sedası’ndan Akisler 5, Sadettin Ökten/Kemal sayar, S. 177-190