Tarihte birbirinden farklı zulüm örnekleri vardır. Bunun belli başlılarından biri belki de birincisi 1492’de Endülüs’te işlenendir. Aşağıda okuyacağınız "Endülüs’e Ağıt", çok zor durumda kalan Müslümanların, yardım talebiyle Osmanlı Padişahı II. Beyazıt’a gönderdikleri Feryatname.

Feryatname (1486-1487)

Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu.

Niçin bunca gurur maldan, mülkten, addan sandan insanoğlu.

Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin,

Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.

Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın, yarasın sana da,

Yok, hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu.

Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür:

Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar ileri doğru işlemez oldu mu?

Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanları.

Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu

Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.

Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in?

De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?

Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,

Sasanilerin ebedi sanılan devleti ne oldu? 

Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Karun, hani o dağ?

Hani Ad, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?

Reddi mümkün olmayan bir hale uğradılar.

Bir masal oldu onlar. Bir varmış bir yokmuş. Bir toz toprak bulutu.

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık.

Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta;

Sola döndü Kisrayı. Kisrayı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu.

Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman’ın;

Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu.

Zamanın faciaları çeşit çeşit türlü türlüdür: O ne zengin facia bezirgânı!

İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.

Her faciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir.

Ama İslâm’ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir ne unutturacak bir korku.

Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki yok bir eşi.

Dehşetinden Medine’de Uhud, Necid’deki Şehlan Dağları yerinden oynadı, bir deprem ki yer yarıldı arz boyu.

Ah! Yarımadada İslâm’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.

Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslam’ın ne namı var ne nişanı; sanki hiç olmamıştı, sanki baştan beri yoktu.

Belensiye’ye bir sor, Mürsiye’nin hâli nicedir?

Şâtıbe’nin başına gelenler? Ceyyân ne oldu?

Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba,

Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtubaya ne oldu?

Nerede Hıms’ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri?

Tükendi mi çılgın çılgın akan, şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?

Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar.

Bu güzelim vatan köşeleri kül hâline geldikten sonra yaşamak boşun boşu, insan yaşamaya ne borçlu?

Yüce şeriat, yârinden ayrılmış bir genç gibi.

Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.

İslam’dan boşalıp inkar karanlığıyla dolan,

Endülüs için, Ulu şeriat, karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu.

                                   

Cami kilisedir artık, hilal yerine haç asılı.

Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu…

Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,

Canlı cansız ne varsa bu hale inledi durdu.

Ey, ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere, dedikodulara batmış kişi!

Sen uyu bakalım ama zaman için ne demek dinlenmek ne demek uyku!

Ey göğsünü gererek "Benim ülkem, saltanatım!" diyen, kurumundan geçilmeyenler!

Siz Hıms’ı gördünüz mü? Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?

Endülüs’ün başına gelen felâket tarihin bütün felaketlerini unutturdu;

Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!

Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan.

Yay gibi gergin Arap atlarının üstüne kurulu

Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde

Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!

Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,

Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler, bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!

Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz?

Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz meflûç mu?

Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden,

İmdat ummuş beklemişti, son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu?

Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,

Siz Müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, hâlinden memnun ve haz maymunu!

Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?

Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?

Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi,

Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Ya Rabbi ne kaderdir bu!

Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.

Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?

Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını.

Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.

Sen de şahit olsaydın benim gibi onların,

Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey Tanrı kulu.

O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.

Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar anadan yavrusunu.

Ya o kızlar ki, yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki.

Ve sabah bir dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu.

İçindeki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler.

Kirli yataklarına. Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu.

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın:

Eğer o yüreklerde İslâm’dan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!*

*(Ebü’l Bekâ Sâlih B. Şerîf, İslâm’ın Şiir Anıtlarından, trc. Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, İstanbul 1978)