MÂ LEKÜM LÂ TERCÛNE LİLLÂHİ VEKÂRAN

Allah’ın varlığı ve birliği şuuru fıtrîdir ve yaratıcıyı tanıyıp O’na karşı hürmetkâr olmak akl-ı selim sahibi herkesten beklenen davranıştır. Tarih boyunca toplumlar fıtrat ayarlarından uzaklaşıp Allah (c.c) ve onun hükümlerine karşı saygısızca davranmaya başladıklarında onları yeniden fıtrat ayarlarına çekmek üzere, Allah (c.c) yine kendi içlerinden peygamberler seçmiştir. Bu peygamberlerden biri olan ve ülü’l azm peygamberler arasında yer alan Hz. Nuh (a.s)’ın kavmine söylediği bir sözü Allah’a karşı hürmetkâr olma adına oldukça titretici bir ifadedir.

Nuh (a.s) gece gündüz, gizliden açıktan tüm imkânları kullanarak kavmini Allah’ın birliğine inanmaya çağırır, kavminden pek de olumlu tepki göremeyince onlara şöyle seslenir:

“مَا لَكُمْ لَا تَرْجُونَ لِلّٰهِ وَقَاراًۚ وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَاراً”

“Size ne oluyor ki, Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz? Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.” (Nuh:71/13-14). Buradaki ilk ayet-i kerimeyi; “Neden Allah’ın büyüklüğüne önem vermiyorsunuz?” yani “Neden Allah’ın büyüklüğüne önem verip de azabından korkmuyorsunuz? ya da “Ne oluyor size de Allah’ın büyüklüğünü hesaba katmıyorsunuz!” şeklinde anlamak da mümkündür (Kur’an Yolu).

Allah’a vakar (hürmet) atfetmek önce O’na iman etmekle başlar. O’nun yarattığı alemde O’nu yok sayarak yaşamak en büyük saygısızlıktır. Allah’a vakar atfeden kendini  de vakur kılmış olur. Zira Allah katında insana değer katan yegane şey Allah’tan sakınmaktır.

Namaza “Allâhu Ekber” diyerek başlarız ve O’nun büyüklüğünü ikrar ederiz. Dolayısıyla, namaz kılan her Müslüman sadece iftitah tekbirlerini dikkate aldığımızda günde ondan fazla defa O’nun her şeyden büyük olduğunu ikrar etmiş olur. Namazla tazelenen bu şuur namaz haricinde de hissedildiğinde asıl hedefine ulaşacaktır. Zira müslüman, kimliğini ve kişiliğini parçalamayan, ibadetten ticarete, sosyal hayattan sanata, elhasıl hayatının her alanında Allah’a değer atfeden ve O’nun belirlediği değerler ile hayatını değerli kılan insandır.

Toplumun kendi iç saygınlığı da yine Allah’a ve O’nun hükümlerine saygı duymakla mümkündür. Zira yüreğinde Allah korkusu olan fertlerin yaşadığı toplumda küçük büyüğe saygılı, büyük de küçüğe şefkatli olur. Yine aynı şekilde her şeye Allah’ın adıyla başlanan ve O’nun belirlediği ölçülerin dikkate alındığı toplumda kadın-erkek cinayeti, çocuk istismarı ve benzeri zulümler olmaz. Bu gün eğer bir takım problemler yaşıyorsak bunun temelinde Allah şuurumuzdaki pörsümüşlük vardır. Zira Allah’a saygıdan yoksun olan her şeyini kaybetmiş demektir. Bu tıpkı gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemek gibidir. Allah’ı hesaba katmama, ya da bir diğer ifadeyle seküler hayat anlayışı tarih boyunca hep var olmuştur. Zaten peygamberler de sekülerliğe karşı insanlığı uyarmak için gelmiştir. Ama tarih boyunca seküler anlayış insanlığa hiç huzur getirmemiştir. Helâk olan kavimler bize şu mesajı verir: İnsanların Allah’a saygı duymamaları O’nun saygınlığından hiçbir şey eksiltmez. Kaybedenler hep O’na saygısızlık edenler, O’nu ve buyruklarını dikkate almayanlar olmuştur.

Hayatında Allah (c.c)’ü ve O’nun rızasını gözeteni Allah (c.c) asla karşılıksız bırakmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) bir yolculuk esnasında atının terkisine bindirdiği Abdullah İbn-i Abbas’a; “Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim” dedi ve şöyle buyurdu: “Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın (rızasını) her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile!....” (Tirmizî: Kıyamet, 9). Hz. Peygamber (s.a.v)’in henüz küçük yaştaki bir çocuğa yaptığı bu nasihatten, Allah’a hürmetin önemini öğrendiğimiz gibi,  çocuğa önce Allah’a hürmet şuurunun aşılanması gerektiğini de öğreniyoruz. İbn-i Abbas’ın şahsında tüm ümmete yüklenen bu şuurun güçlü olduğu dönemlerde Müslümanlar izzet içerisinde yaşadılar. Çünkü Allah’ı aziz bileni Allah da aziz kılar. Aynı izzeti yakalamak yine mümkündür. Yeter ki neyi aradığımızı ve nerede bulacağımızı bilelim.