Miladın yedinci asrında, hayatın zulüm ve haksızlık girdabına hapsedildiği, merhametin kaybolmasının insani değerlere maliyetini, şairin; “dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” diye tarif ettiği bir cahiliye dönemi,  mülkün yegâne sahibi, âlemleri yaratan ve yöneten Allah’ın, son vahiy ve peygamberle tarihin akışına müdahale etmesiyle çeyrek asırlık bir sürede, bütün insani ilkelerin ve ahlaki değerlerin şahika örneklerinin yaşandığı asr-ı saadete dönüşmüştür.  Bedevi bir toplumda başlayan hakikat mücadelesiyle kısa zamanda tevhit, adalet ve güzel ahlakın hâkim olduğu bir medeniyet inşa edilmiştir.

Bu manada İslam’ın Mekke Dönemi, Müslüman ahlakının ve mü’min kişiliğinin ilmek ilmek dokunduğu, iman ve kulluk bilincinin Allah’ın elçisinin ve hak davanın yanında sarsılmaz kalelere dönüştüğü ve İslam medeniyetinin sağlam temellerinin atıldığı örnek bir dönemdir. Adeta cennetten bir dönemi çağa taşıyarak asrısaadeti yaşatan ve cennetle muştulanan güzide insanların ahlak ve karakterinin inşa edildiği Mekke döneminin hakikat mücadelesine bakıldığında iki ana boyut dikkat çekmektedir.

Birincisi, insanın Allah ile ilişkisini en ideal düzeyde belirleyen, onu kula kulluktan kurtararak gerçek özgürlüğe eriştiren tevhit mücadelesidir. Putları ve bütün sahte ilahları terk ederek sadece Allah’a kulluğa davet eden ayetler bunun açık şahididir.

İkincisi ise, insanın diğer insanlarla, toplumla, evren ve eşya ile ilişkisini hakkaniyet çerçevesinde belirleyen, adalet ve güzel ahlak mücadelesidir. Zira tevhidi öteleyerek insanın Rabbiyle ilişkisini zedeleyen, temel insanlık değerlerini suiistimal ederek insanın huzurunu bozan ve gelecek umudunu karartan cahiliye toplumunu ikaz eden ayetlere baktığımızda cahiliyenin enkazını ve İslam’ın hayat veren dünyasını açıkça görmekteyiz.

Mekke’yi yaşanmaz hale getiren, insanı sömüren, sıradanlaştıran ve köleleştiren anlayışın altında yatan temel dürtülerden birisi de; insanın dünyaya, mala ve zenginliğe olan düşkünlüğünün azgınlığa, anarşiye ve sömürüye dönüşmesidir. Kıyamete kadar insanlığa kötü ve hazin bir örnek olarak tanıtılan ve adına müstakil sure tahsis edilen tek isim olan Ebu Leheb’in en büyük yanılgısı servetine aşırı güvenmesi, hayatını ve tavırlarını tamamen menfaati doğrultusunda kullanması ve daha çok kazanma hırsına yenik düşerek yanındaki peygamberi, insafı ve merhameti reddetmesidir. Allah, onun zelil oluşunu, onun gibi davrananların helak olmaya mahkûm oluşunu, malının ve kazancının ona hiçbir faydasının olmadığını, dahası ahirette alevli bir ateşe çarptırılacağını ve azgınlığında ona destek olanların da aynı kaderi paylaşacağını mücessem bir örnek olarak göstermektedir. (Leheb, 111/1-5)

Cahiliye toplumlarının ve dönemlerinin en bariz özelliklerinden birisi servetin belirli ellerde ve alanlarda toplanmasıdır. Böylece mutlu bir azınlık kurdukları sistem ile çoğunluğun emek ve alın terini gasp etmek suretiyle her geçen gün servetlerini katlayarak çoğaltmakta, güçlendikçe sıradan kitleleri kendisine daha çok mahkûm etmektedir. Bu zalimce tavrın sahipleri bütün hayatlarını daha çok mal biriktirmek üzerine kurgulamakta, mütemadiyen servetini listeleyerek kendini tatmin etmekte ve en vahim hata olarak malının kendini ebedi kılacağını zannetmektedir. Her şeyi ifsat eden ve hayatı yaşanmaz hale getiren bu hastalıklı tavrın sahipleri dünyada yaşayacağı büyük aldanışın yanında ahirette de tarifi imkânsız bir azaba düçar olacaktır. (Hümeze, 104, 1-9)  

Esas mesele bugün, bir cahiliye dönemini asr-ı saadete dönüştüren inancı, ilkeleri, ahlakı, azmi, gayreti doğru anlayarak, aynı mücadeleye talip olabilmektir.   

- - - -