Küresel araştırmalar ve istatistikler dünya insanının ruh halinin gittikçe karamsarlığa büründüğünden bahsediyor. Nüfusu sekiz milyara yaklaşan insanlığın çok büyük bir kısmının mutsuz olduğu söyleniyor.

Tüm bunlar yaşadığımız zamanı bir bunalımlar çağına dönüştürüyor. Doğrusu son iki-üç asırda dünya, geçen tarihinin toplamından daha büyük fırtınalar yaşadı. Savaşlar, küresel felaketler, çevresel krizler, salgın hastalıklar insanlığı yorgun düşürdü. Bugün geleceğe dair teoriler ve beklentiler de yine karamsarlıklarla kuşatılmış durumda. Oysa umut, hayat için en temel ihtiyaçlardan. Umutsuzluk, hayatı karartan, güzellikleri örten, yaşama heyecanını örseleyen en ciddi sorun. Zira her insanın hayattan en tabi beklentisi güven içerisinde, onurlu, özgürce bir hayat yaşamak ve geleceğe umutla bakabilmektir.

Bu bağlamda düşünebilen her insanın başta kendi hayat tasavvuru olmak üzere yaşananları muhasebe etmesi ve sorgulaması da önemlidir. Öncelikle insan kendisini neyin özgür kılacağını ve mutlu edeceğini nasıl tespit edecektir. İnsana, inanca ve hayata dair kıymet ifade eden her şeyin istismar edilebildiği bir vasatta, özgürlük gibi cazip ve ideal bir kavram üzerinden kişileri ve kitleleri istismara yönelik çalışmaların olmaması mümkün müdür? Zira bu bağlamda istismar, insanların değer verdiği ilkeler ve kavramlar üzerinden sahte ve yapmacık yaklaşımlarla menfaat elde etmeye çalışmaktır. Her sloganı ve iddiasıyla özgürlük vadeden yaklaşımların tekliflerinin kölelik ve esaretin özgürlük kılıfı giydirilmiş enstrümanları olup olmadığı üzerine yeterince düşünül müdür? Özgürlüğün en genel tanımı; kişinin herhangi bir dış etki ve baskıdan bağımsız, zorlama olmaksızın düşünebilmesi, tercihlerini yapabilmesi ve hareket edebilmesidir. Bugün görselliğin, algı operasyonlarının, reklamların ve imaj sektörünün hayatı çepeçevre kuşattığı bir ortamda, ekran baskısından, dijital ortamların etkisinden, algı yönetiminden bağımsız düşünebilme ve davranabilmenin ciddi bir basiret, irade ve dirayet gerektirdiği açıktır. 

Diğer yandan insanı huzursuz kılan şey, karşılaştığı güçlükler ve olumsuzluklar yanında, esasında başına gelenleri ve hayatı anlamlandırma noktasında yaşadığı zorluklardır. Yani umutsuzluk ve huzursuzluğun temelinde anlam ve gaye ekseninde yaşanan savrulmalar vardır. Nitekim zor şartlarda yaşayan ve oldukça neşeli hayatların yanında, maddi açıdan çok konforlu ama alabildiğine bunalımlı ve karamsar nice hayatların varlığı ortadadır. Çünkü huzurun merkezi insanın yüreğidir. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği, “kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” ayetiyle beyan eder Hayata kalbiyle dokunur insan. Dünyanın en kadim, en kolay ve evrensel dili gönül dilidir. İyiliğe ve huzura gitmek isteyenler için en ideal yol kendi özüne yürümektir. Maalesef modern zamanlarda insanın mana boyutu ihmal edilmiştir. Anlam ve değer ihtiyacı yok sayılmıştır. Her şey maddeye indirgenmiştir. Huzur arayışı maddiyata hapsedilmiştir.

Elbette insanlığın içinden geçtiği süreçler ve hayatın zorlukları ortadadır. Yaşananları görmezden gelmek mümkün değildir. Efsunlu cümleler ve uydurulmuş gerekçelerle yaşananlara mazeret bulmaya çalışmak da gerçekçi değildir. Olması gereken ise umutsuzluğa sevk eden şeylerin sebep ve etkenlerini doğru tespit ederek onları ortadan kaldırmak için azimle gayret ve mücadele etmektir. Nitekim dünya bir mücadele meydanıdır. Önemli olan, insanın neyin peşinden gittiğidir. Kişi vazgeçemediği şeyin kulu/esiridir. İnsanın değeri mücadelesinde gizlidir. Umudunu kaybedenlerin kazanma ya da başarma ihtimali yoktur. Dolayısıyla umudu gölgeleyen her ne ise mücadeleyi tam da orada yoğunlaştırmak gerekir. Umut gayrete bağlıdır. Dünyayı yaşanmaz bulanların, daha yaşanabilir bir dünya için yapabilecekleri pek çok şey elbette vardır. Kötülüklerden şikâyet etmek önemlidir ama iyilik için ne yapıldığı daha da önemlidir. Haksızlıklar rahatsız edicidir ama hak ve adaletin öne çıkması kimin çabasıyla olacaktır? Temenni ettiği şeyin gayretinde olmamak inandırıcılığı da zayıflatacaktır. Nihayetinde hayatı güzelleştiren şeyler de yaşanmaz hale getiren şeyler de insanın davranışlarıyla ortaya çıkmaktadır. Öyleyse iyiliği isteyenler daha çok çalıştığında kötülükler azalacaktır. Elbette insani değerlerin ve erdemlerin mücadelesini yapanlar nezaketin ve zarafetin de temsilcileri olacaktır. Hukuk ihlal edilerek adalet mücadelesi imkânsız olduğu gibi aynı zamanda trajikomik bir durumdur.

Geleceğe dair umudu azaltan, hayatın huzurunu gölgeleyen bireysel sosyal ve küresel düzeyde karşılaşılan zorluklar, kötülükler, haksızlıklar ve olumsuzluklar karşısında en kolaycı ve gelişigüzel yaklaşım ise sorumluluğu kadere, tarihe ya da tanrıya yükleyerek işin içinden çıkmaktır. Kader insan için bilinmezdir ama irade ve tercihi en iyi şekilde kullanmak her daim kişinin elindedir. Her olumsuzlukta sürekli geçmişi kötülemek te çözüm değildir. Çünkü tarihi yeniden yaşamak imkansızdır. Yeryüzünde umudu tüketen kötülüklerin varlığından hareketle yüce ve merhamet sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını tartışmaya açmak ise yaşananları anlama noktasında büyük bir savrulmadan başka bir şey değildir. İnsanın kendi misyonunu görmezden gelmektir. Çünkü en açık hakikat olarak Allah insanı varlık alemi içerisinde en güzel şekilde yaratmış, üstün özelliklerle donatmış ve yaratılan her şeyi adeta insanın emrine amade kılmıştır. İçinde yaşadığımız gezegen iklimi, kaynakları, imkanları ile herkesin insanca yaşayabilmesi için gerekli her türlü imkana sahiptir. İnsanın iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, faydalıyı-zararlıyı, hakkı-batılı ayırabilmesi için büyük bir nimet olarak akıl verilmiştir. Ayrıca yeryüzünde güzel bir hayat yaşayabilmesi adına, akla kılavuzluk eden ve insanın iyilik ve huzurunu temin edecek ilkeleri içeren vahiy gönderilmiştir. Vahyi açıklamak, yaşanan bir hayata dönüştürmek ve her türlü iyiliğe öncülük etmek üzere insanların içinden peygamberler seçilmiştir. Varlık içindeki konumunu, yaratılış gayesini, aklını, vahyi, peygamberleri dikkate almadan yaşanan bir hayatın neticesinde karşılaşılan olumsuzluklar üzerinden Yaratıcı’yı olumsuzlamak hem vahim bir talihsizlik ve bilgisizlik, hem de ciddi bir haksızlık ve tutarsızlıktır. Zira Allah insanın yeryüzünde tertemiz, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşaması için her türlü imkânı vermiştir. Nitekim bugün insanlığın en büyük trajedisi olarak yeryüzünde açlığın, yoksulluğun, sefaletin sebebi, iklim, coğrafya ya da dünyanın kaynaklarının yetersizliği değildir. Bilakis insanoğlunun hırsı, tamahkarlığı, hukuk ve ahlakı hiçe saymasıdır. Dünyayı yaşanmaz hale getiren anlayışların ve politikaların sahipleri, bazen tabiatı öne çıkartarak, bazen iklim ve coğrafyayı bahane ederek ve çaresiz kaldığında da kötülük ve teodise meselesini gündeme getirerek kendi sorumluluklarını kamufle etmeye çalışmaktadır.  Çözüm, insanın çağının ve kendinin farkına varmasıdır. Bu farkındalıkla özüne dönmesidir. Varoluş amacına yönelmesidir. Vahyi, aklı ve peygamberi bir bütün olarak rehber edinmesidir. Şikâyet, serzeniş ve felaket senaryolarında sıyrılıp özlediği değerlerin ikamesi için çalışmasıdır.

Umut ve iman arasında kopmaz bir bağ vardır. Umudu hayata geçirmenin öncelikli şartı inanmaktır. İnancını kaybedenler umudunu koruyamaz. Umudunu kaybedenin, kaybedebileceği başka bir şey kalmamıştır. İman, her türlü zorlukla mücadeleyi göze alacak bir umudu canlı tutar. İman edenler için umutsuzluk söz konusu olamaz. Zira mutlak kudret sahibi yüce bir varlığın idrakinde olanlar, kendini asla zayıf ve yalnız hissetmeyecektir. İyilik mücadelesinde daha güçlü olacaktır. Bu bağlamda “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım edecektir” ayeti muhteşem bir motivasyondur. Tevhidin, marufun ve iyiliğin yolunda gayret edenler Allah’ın yardımının kendileriyle beraber olduğunun farkındadırlar. Bundan dolayı onların hayatında korku, umutsuzluk ve karamsarlık yoktur. Zaten ahirete iman edenler için dünya hayatında karşılaşılan her şeyin nihai sonucu ahirette belli olacaktır. Orada mutlak adalet tecelli edecektir.

Elbette her şeye rağmen büyük ideallere gönül vermek gerekir. İdealin büyüklüğü bencillikten azade olmasıyla ölçülür. Hayata değer katmayı, başkalarının sevincine vesile olmayı idealine dahil edenler ancak bencilliğin sınırlarını aşabilirler. Hayali sadece kendi iyiliğiyle sınırlı olanların büyük ideal sahibi olmaları mümkün değildir.

Umut gayrete aşıktır. İdealine emek verenlerin umudu canlıdır. Zira yola çıkan, aynı hedefe gidenlerle buluşacaktır. Şahit olduğu olumsuzlara kayıtsız kalanları kötümserlik kuşatacaktır. Aşılmaz yokuşları çıkanlar, engin dağları aşanlar yolu adımlamaya başlayanlardır. Hiçbir ideal kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Karşılaştığı her olumsuzlukta başka diyarlara göç etmenin, alıp başını gitmenin hayalini kurmak da çıkmaz sokaktır.

Öyleyse herkes önce kendi kalbini mamur etmekle başlamalıdır. Umudunu yalçın kayalar gibi güçlü kılarak yüreğini yeryüzünü kuşatacak kadar geniş tutmalıdır. Sözün en güzelini kuşanmalı ve davranışını sözüne şahit kılmalıdır.

Daha adil, özgür ve yaşanabilir bir dünya elbette mümkündür. Ancak böyle bir dünya, adalete, merhamete ve iyiliğe gönül verenlerin umudu, gayreti ve fedakarlığı ile inşa edilebilecektir.