Prof. Dr. Ali Erbaş

Diyanet İşleri Başkanı

“Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini rab edindiler.”

(Tevbe, 9/31.)

MÖ 1000 yıllarıydı. Kutsal yağ ile vücudu mesh edilerek büyük güç ve kuvvet sahibi olduğuna inanılan Hz. Davut gösterişli merasimlerle tahta oturtulmuş ve İsrailoğullarına tarihlerinin en muhteşem zamanlarını yaşatan “Mesih kral” unvanını kazanmıştı. Yaklaşık elli yıllık bir iktidardan sonra krallık oğlu Süleyman’a geçmiş, ancak İsrailoğulları babasının ihtişamını oğlunda bulamamışlardı. Kral Süleyman’ın ölümünden sonra devletin başına geçme konusunda iki oğlu arasında ihtilaf çıkmış, kısa zamanda devlet ikiye bölünmüş, birisinin başına bir oğlu diğerininkine ise diğer oğlu geçmişti. Aralarındaki ihtilaf ve çatışmalar güçlerini iyice zayıflatmış, MÖ 700’lü yıllarda Asurluların saldırılarıyla devletin bir bölümü yıkılmış, MÖ 586’da ise Babil imparatorluğu tarafından devletin diğer bölümü olan İsrail tarih sahnesinden silinmiş, Yahudiler için artık 2500 yıllık sürgün ve başka devletlerin esaretleri altında yaşama dönemi başlamıştır. İsrailoğullarında sürgünle birlikte “tekrar Davut gibi bir Mesih kral gelip bizi esaretten kurtaracak” beklentisi oluşmaya başlamış, tarihî süreç içerisinde bu beklenti Yahudiliğin inanç esaslarından biri hâline gelmiştir. Bu inancın etkisiyle kimi zaman kendisinin Mesih olduğuna inanan, kimi zaman da sahtekârlıkla bu fırsatı ganimete dönüştürmek isteyen pek çok Mesih çıkmış, bu Mesihlere inananlarla inanmayanlar arasında büyük kaoslar, cinayetler, katliamlar, fitne ve fesatlar yaşanmıştır. Bu anlamda ilk çatışmalar Hz. İsa’yı Mesih kabul edenlerle etmeyenler arasında yaşanmış, İncillerin bildirdiğine göre Yahudiler tarafından Hz. İsa’ya akla hayale gelmedik hakaret ve işkenceler yapılmıştır. MS 70 yılında kurtarıcılık iddiasıyla Yahudileri Roma İmparatorluğuna karşı isyana teşvik eden Simon bar Giora bir milyon insanın öldürülmesine sebep olmuş, MS 132-135 yılları arasında ise Mesihliğini ilan eden Bar Kohba’nın isyana teşvikiyle Kudüs’te taş üstünde taş kalmayacak şekilde tekrar büyük bir katliam yaşanmış ve Yahudiler oradan tamamen çıkarılmışlardır.

Tarih boyunca neredeyse her asırda Mesihliğini ilan eden bir ya da birkaç kişi bazen on binleri arkasından sürüklemiş ve büyük kaoslara sebep olmuştur. Bizim tarihimiz açısından en dikkat çekicilerinden birisi 1626 yılında İzmir’de dünyaya gelen ve 22 yaşında Mesihliğini ilan eden Sabatay Sevi’dir ki, sergilediği fitne ve fesat hareketleriyle ve siyonist faaliyetleriyle 1676 yılında sürgünde ölümüne kadar Osmanlı devletini çok uğraştırmıştır. Ancak ölümüyle fitne ve fesadı sona ermemiş, “sabataist” kelimesinin doğmasına sebep olmuştur. Kelimeye “görünürde Müslüman ama gerçekte Yahudiliğini devam ettiren kişi” anlamı yüklenmiştir. Böyle bir kaostan biraz olsun kurtulmak için Türkçede “dönme” diye bir kelime türetilmiş, Müslüman mı yoksa gizli Yahudi mi olduğu bilinemeyeceği için en azından bu hareketin içinden gelenlere dönme denilerek kim olduklarının bilinmesi sağlanmıştır.

Sahte Mesihler ülkesi denilebilecek Yemen’de de birçok Mesih ortaya çıkmıştır. Bunlardan bir kısmının ismi dahi bilinmemektedir. İsmi bilinmeyenlerden birisi etkilediği bağlılarını öyle hipnotize etmiş ki, Yahudileri uçarak Kudüs’e ulaştıracağı vaadiyle gece yarısı bir uçurumun başına getirip kendilerini boşluğa bırakarak yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmuştur. Sabahın ilk ışıklarında durum ortaya çıkmış, geç gelenler kendini boşluğa bırakanların uçurumun dibinde cesetlerini görünce durumu fark etmiş ve atlamaktan vazgeçmişlerdir. Benzer pek çok vakaya rivayetlerde rastlamak mümkündür.

Yahudilikteki Mesih beklentisinin Hristiyan ve İslam inancındaki karşılığı Hz. İsa’nın gökten inişi ve Mehdi beklentisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayış da tarih boyunca pek çok İsa ya da Mehdi olduğunu iddia eden kimselerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hristiyanlığın en önemli inanç esaslarından birisi Hz. İsa’nın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği ve Tanrı Krallığı’nı ilan edeceği hususudur. Protestanlık içinden çıkmış Evanjelizm, Adventizm gibi hareketler bu anlayışı bir doktrin hâline dahi getirmişlerdir. Bu hareketlerin kurucuları ve mensupları Tanrı Krallığı’nın gerçekleşebilmesi için İsa’nın inmesi gerektiği, bunun zamanının ise dünyanın fitne, fesat, kan, göz yaşı, katliam ve savaşlarla en karanlık döneme girdiği anda olacağını ileriye sürmektedirler. Burada sahte İsalar için adeta bir zemin hazırlanmaktadır. Bunun için “Kuru Kafa ve Kemik Tarikatı” kurulmuş, “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak” gibi anlayışlar hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Ne kadar çok fitne, fesat, katliam, savaş vb. vakalar olursa İsa’nın gelmesi hızlanır, kıyamet bir an önce kopar ve böylece Tanrı Krallığı gerçekleşmiş olur. Amerika’da bu hareketin etrafında sadece Hristiyan kökenli insanların değil, aynı anlayışı benimsemiş Yahudi kökenli kimselerin olduğunu da ifade etmek gerekir. İçinde bulunduğumuz asrın yaşanmaz hâle gelişinde, özellikle sömürgecilik hareketleriyle başlayıp Orta Doğu’yu büyük bir kaosun içerisine çekme planlarıyla devam eden politikalarda bu anlayışın önderlerinin büyük payı bulunmaktadır. Bu anlayışa sahip kişileri bazen büyük bir devletin başında dahi görmek mümkündür. Nitekim ABD ordusunun Irak’a girişinin ardından başkan W. G. Bush’un kendisinin Tanrı krallığı için Tanrı tarafından görevlendirilmiş olduğunu ağzından kaçırması bunun en büyük kanıtıdır. Dünyanın yaşadığı kaosta Mesihi hareketlerin olduğu gibi Mehdi beklentisi anlayışının da zaman zaman rolü olmuştur. Mehdilik genel olarak Şii dünyada kabul gördüğü için o bölgelerde pek çok sahte Mehdi’nin ortaya çıktığı tarihi rivayetlerde yer almaktadır. Kaos ve bugünkü karşılığı ile terör faaliyeti denilebilecek hareketler içine girenlerden birisi Şia anlayışının etkisiyle kendisinde olağanüstü güç ve kurtarıcılık olduğuna inanan Hasan Sabbah’tır. Alamut Kalesi’nde saklanarak 34 yıl boyunca Büyük Selçuklu Devleti’ne akla hayale gelmedik kargaşalar yaşattığı, 50 küsur devlet adamını öldürterek yaptırdığı terör ve cinayetler sebebiyle devletin güç kaybetmesine sebep olduğu tarihin sayfaları arasında yerini almış bir gerçektir. Çeşitli yollarla hipnotize ettiği ve katliam emirlerini yerine getiren robotlar hâline getirdiği müritlerine “haşhaşi” isminin verilmiş olması bu yüzdendir.

İslam tarihinde birbirine benzer bazı gruplar olsa da hem Mehdi/Mesihi hareketlerden ve hem de Hasan Sabbah hareketinden içinde unsurlar barındırmakla birlikte nevi şahsına münhasır ve yaptıkları ortaya saçıldıkça bizleri şaşkına çeviren en karanlık hareket FETÖ’dür. 17-25 Aralık 2013’ten sonra yapmış olduğu entrikalar sebebiyle devlet tarafından kendisine verilen FETÖ ismi 15 Temmuz 2016 tarihinde millet olarak yaşadığımız darbeişgal girişimini organize etmiş olması sebebiyle dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir terör örgütü olduğunu göstermiştir. Bu örgütün tarihî süreç içerisinde ortaya çıkan Mehdi/Mesih hareketlerinden farkı “dine hizmet” iddiasıyla ortaya çıkmış olmasına rağmen zaman içerisinde dinin en temel ilkelerine taban tabana zıt anlayışlar içerisine girerek hedefe ulaşmak için her yolu mübah görmesi hususudur. Şia’da takiyye denilen anlayışı en acımasız şekilde kullanmak ve giderek dinin en büyük haramlardan birisi olarak tanımladığı yalancılığı normal bir davranış hâline getirmek, bunun fetvasını da Mehdi/Mesih olduğunu iddia eden kimselerde bulunan özellikleri üzerinde taşıdığına inanılan, hatta daha da ileri giderek verdiği her emri Hz. Peygamber’e danışarak verdiği kabul edilen örgüt liderinden aldıklarını ifade etmek, yaptıkları “sır kapısı” isimli dizilerle İslam’ın inanç esaslarına uymayan pek çok hususu zihinlere yerleştirmeye çalışmak bu hareketin ilk anda akla gelen tutum ve davranışlarındandır. “Hizmet hareketi” ile bir altın nesil yetiştireceği sanılan örgüt bünyesinde gizlilik içerisinde ajanlık, röntgencilik, casusluk, kimliğini ve kişiliğini gizleme, tecessüs, iki farklı karakter taşıyarak bukalemun gibi yaşamak, dinin direği olan namazı bile hiç kılmıyormuş gibi davranabilmek, bile bile tesettüre riayet etmemek, hep bir gizlilik, hep bir korku, sürekli bir tedirginlik ile kendileri olamayan bir kişilik tipi oluşmasına zemin hazırlama vs. hususlar hiçbir şekilde dinin ilkelerine uyan şeyler değildir. Sadece peygamberlere has olan masumiyet karinesinin, bağlılarınca örgüt liderine de has kılınmış olması onun emir ve söylemlerinin hiçbir şekilde sorgulanmasına izin vermemekte, bu yüzden de akla hayale gelmedik yanlış yollara tevessül etmektedirler. 15 Temmuz gecesi çıldırmış ve cinnet geçirmiş örgüt mensuplarının, elinde bayraktan başka bir şey olmayan masum insanların üzerine, ülkenin meclisine ve devletin en önemli müesseselerine gözlerini kırpmadan ölüm yağdırarak, yabancı ülkeler ve o ülkelerin istihbaratlarıyla işbirliği yaparak kendi kardeşlerine, kendi vatanına, kendi değerlerine ihanet etmek milletimizin binlerce yıllık şanlı tarihinde görülmüş bir şey değildir. Burada “kendi vatanına”, “kendi değerlerine” gibi ifadeleri kullandık ama bu örgütün mensuplarında aile bağı, millet bağı, ümmet bağı ve bir vatan anlayışının olmadığı, kendilerinin dünya vatandaşı olduklarını ifade ettikleri ve hatta Türkiye’yi, organize oldukları diğer 160 ülkeden birisi olarak gördükleri gibi iddialar da vardır. Bu açıdan bakıldığında bu örgütün Mehdi/Mesih inancının yanında Hristiyanlık içinde ortaya çıkmış Yahova Şahitlerinden etkilendikleri de söylenebilir. Zira 1830’lu yıllarda ortaya çıkan ve bugün dünya üzerinde milyonlarca bağlısı bulunan Yahova Şahitlerinde vatan, bayrak, askerlik vb. değerler bulunmamaktadır.

Dünyada sürekli bir kaos ortamı meydana getirmek isteyen şer odaklarının işbirliği yapmaya ve amaçları doğrultusunda kullanmaya oldukça müsait olan böyle bir örgütü kendi hâline bırakmadıkları ve en azılı istihbarat örgütlerinin oyuncağı hâline geldiği hususu vatanımız üzerinde oynanan oyunlarda bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Şer güçler 1900’lü yılların başlarından itibaren Osmanlı Devleti’ni parçalamak için içerideki ihanet şebekeleriyle işbirliği yaparak hayata geçirmiş oldukları planların benzerini bir asır sonra muhtelif tuzaklarla Türkiye üzerinde oynamaya kalkışmışlardır. Zira kaostan beslenen sömürgecilerin bir asır önce kırk parçaya böldükleri Osmanlı Devleti’nin külleri arasından dirilen ve her geçen gün istikrarlı bir şekilde özgürlükler, insan hakları, sağlık, eğitim, ekonomi, askerî, hukuk vs. tüm alanlarda büyük sıçrama gösteren Türkiye’nin gelişme süreci kaosçuları endişelendirerek harekete geçirmiştir. Hristiyanlık ve Yahudilik içinden çıkmış “armagedon” teorisyenlerini, Tanrı Krallığının bir an önce gerçekleşmesi için “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” gerektiğine inanan kıyamet savaşçılarını nasıl acımasızca kullanıp, silah üretimi ve bu silahların yoğun bir şekilde tüketilmesi için bolca savaşların ve iç savaşların çıkarılması, bununla yetinmeyip terör örgütleri kurdurarak “vekâlet savaşları” kavramının doğmasına sebep olacak şekilde bu terör örgütlerini kendi adlarına savaştırmaları artık masal değil, dünyanın gözü önünde hatta canlı yayınlarda görünen insanlık dışı olaylardır. Bu kadar çıldırmış ve cinnet aşamasına gelmiş olan kaosçuların şu an itibarıyla bir numaralı planlarının Türkiye’yi parçalamak olduğu 15 Temmuz darbe-işgal girişiminden sonra artık net olarak anlaşılmıştır.

İslam medeniyetinde hayatın tüm gidişatı fıkıh kitaplarında konu başlığı yapıldığı gibi savaşın da bir hukuku vardır ve bu konu da bir başlık altında ele alınmaktadır. Buna göre askerler savaşmak zorunda kaldıklarında düşman tarafın kadınlarına, çocuklarına, yaşlılara, elinde silah olmayanlara, mabetlere, din adamlarına, hayvanlara, ağaçlara, yeşile vs. dokunmayacaklardır. Askerler böyle bir eğitime tabi tutulurlar ve bazen de bu ilkeler talimat şeklinde yazılı olarak kendilerine verilir. 15 Temmuz gecesinde yaşadığımız tarihimizin hiçbir döneminde görmediği katliam ve cinneti düşündüğümüz zaman, başta örgüt lideri olmak üzere bu darbe-işgal girişiminin arkasındaki ellerin insanları ne hâle getirdiği, bilgisayar oyunlarındaki robotlar gibi hareket ederek, değil İslam adına, insanlık adına asırlardan beri yerleşmiş olan tüm değerlerin onların zihinlerinden ve yüreklerinden nasıl silinip atıldığı ve birer terörist hâline getirildiği görülmüştür.

Ülkemizde her kurum durumun vahametini görmüş ve gerekli tedbirleri almaya başlamıştır. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı Olağanüstü Din Şûrası toplantısı yapmış ve özetle şu hususları kamuoyu ile paylaşmıştır:

FETÖ/PDY dinî bir yapı olarak nitelendirilemez. Terör örgütü liderine atfedilen sıfatlar İslam ile asla bağdaştırılamaz. Bu örgüt açık bir din istismarı, İslam ümmetinin vahdetini parçalayan bir tefrika ve içinde ahlak barındırmayan bir sır hareketi, dinler arası diyalog adına din mühendisliği yapan ve kelime-i tevhidi parçalayan, bilgi kaynakları şaibeli, din kisvesi altında bir güç, çıkar ve sahte bir mehdi hareketidir. Bu örgütün dinimize ve milletimize verdiği tahribatı engellemek için gönül coğrafyamızı doğru bilgilendirmek amaçlı Avrasya İslam Şûrası düzenlenecek, dinî hayatımıza verdiği zararları tespit etmek için komisyonlar kurulacak, her seviyede din eğitim ve öğretim anlayışı gözden geçirilecek, benzer yapıların oluşmaması ve benzer hataların tekrarlanmaması için STK’larla ortak çalışmalar yapılacaktır.

Prof. Dr. Ali Erbaş

Diyanet İşleri Başkanı

Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Eylül 2016

Editör: Mehmet Çalışkan