“Kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuştur,” diye geçer ya ayette… (Haşr; 59/19) Ramazan hatırlatıyor: Bu sofranın düzeninde bir yanlışlık, önemli işlerin sıralamasında bir karışma yok mu? 

Yılın bir ayı ramazan ve insan 60’ını aştığında, benliğinde iz bırakacak türde sayısız ramazan hatırası biriktirmiş oluyor. Duyular kokulara, tatlara, seslere ve renklere ziyadesiyle açık oluyor ramazanda çünkü. 1995 olmalı, Bakü’de bir cami iftarında tanıdığım “kaçkın” kadın, geçen yıllar içinde birçok defa öykü ve denemelerime sızacak kadar yer etti hafızamda. Etrafına dizili hâlde ezanı beklediğimiz yer sofrasına yaklaşmış, kayık tabaklardaki yiyeceklere doğru eğilmiş ve bir aralıktan hem de beklenmedik bir şekilde elini salça soslu tavukların üzerinde gezdirmişti. Böylelikle tabakta ne varsa artık onundu, bunu ilan etmişti. Kimse de itiraz etmedi. Kayık tabağı torbasına akıtarak geçip gitti. Haklıydı. 

“Sıcak bir sofraya oturmaya hazırlanıyorum.” diye sesleniyor şarkı. Sıcak sofra, yabancılık duyurmayan, hemencecik ilişmeyi mümkün kılan, selam ile söze sohbete açılmış…

2018’de de Tarlabaşı’nın Çukur Mahallesi’nde bir sokak iftarına katılmıştım, Hale Kaplan Öz’ün davetiyle. Hiç kesilmeyen sokak sesleri arasına yerleşebilir iftar sofrası duaları, diye düşünerek başlatmış bu geleneği Kadir Bal ve arkadaşları. Urfalı Mehmet Bey ve eşi Fatma Hanım’ın evi her zaman yolcuya, yoksula, hastaya açık. Kadir Bal, çiftin evinden “iyilik noktası” diye söz ediyor. Afrikalı, özellikle Ganalı mülteciler bu sokak iftarlarının asli katılımcıları; iftar sonrası dualarını da onlar etti.

Sofranın adı, “dertleşme iftarı”, ucu açık, her gelen bir köşeye yerleşiyor. Kimseyi dışlamıyor, gelene kimlik sormuyor, ahlakını yargılamıyor, ibadetin ruhuna uygun olduğu üzere bir arınma şansı, bir başlangıç paydası sağlıyor. Yerdesin, toprağın üzerinde, seccadesi kumdan olanın izinde, sıcak pide elden ele dolaşıyor, unutulmuş bir isim hatırlanıyor, yıldızlar sönük olsa da fark ediliyor, insanın yeryüzündeki hikâyesinin soruları en yalın bir şekilde cevap buluyor selamda.

Sanatı mümkün kılan ilk sarsıntılar müzelerde ve galerilerde yaşanmıyor. Hayatı sanatkârane yaşamanın niceliğini düşündürüyor bu sofra. İftar bittiğinde bir Afrikalının arkasında namaza durmaya özen gösteriyor topluluk. Tanımlanmış bir siyasi hedef güdülmüyor bu sofralarla, kimliksiz, vatansız, dışlanmış insanlara yardım kanalları açmak ve dertleşme ortamı hazırlamak asıl hedef. “Bu sofraların politik olarak sivrilmesini hiçbir zaman istemedik. Bunun altını hassasiyetle çizdik.” diye vurguluyor Kadir.

Ramazan günlerinin yaydığı bir ışık var, yaz olsun kış olsun; çocukluğumun oruçlarından itibaren bazen gözlerimi kamaştıran, bazense belli belirsiz odamın pencerelerinden karla kaplı ağaçların örtüsünü aşarak sızan bir ışık. 

Bu ışığı, 2015 ramazanı olabilir, Bursa’da gittiğim bir armut bahçesinde de gördüm. Hazır Bursa’dayım, etraftaki inşaatları ve bahçeleri dolaşayım, demiştim, iyi ki.

Adaköy’de, Katırlı Dağı eteklerindeki Erdoğan Sarıbal’a ait iyi tarım uygulaması sürdürülen kırk bir dönümlük armut bahçesi, Türkiye’de Santa-maria armutlarının kırk, kırk beş yıl önce ilk ekildiği yermiş. 

İşin en yoğun zamanı; ürün bayrama kadar derilecek. Ramazanda normal olarak sabah yedi akşam altı olan mesai, altıya yirmi kala başlıyor, on civarında verilen molanın ardından öğleden sonra üçe dörde doğru sona eriyor. Bahçede çalışan işçiler arasında Siirtliler, Samsunlular ve Bulgaristan göçmenleri ağırlıkta. Siirt’ten, Şırnak’tan, Cizre’den gelen öğrenci kızlar bir buçuk ay çalışarak harçlıklarını çıkartıyorlar.

İşçi başı Şerife Bircan (51), 21 senedir bu bahçelerde yöneticiliği sürdürüyor. Bahçe işi yaz mevsimiyle sınırlı değil. Ağaçların bakımı, ilaçlanması, depo düzenlemeleri derken, yılın sadece iki ayını evinde geçiriyor Şerife Hanım.

Ağaçlardan armut toplayanlar grubu ise ikiye ayrılıyor. Kimisi dallardan merdivenle deriyor meyveyi, kimisi de tepelere tırmanıyor. Asıl anlatmak istediğim 13 senedir bu bahçede çalışan tepeci Zeynep. O, 68 yaşındaydı. Yaşıtlarının köşe minderlerinde televizyon izlemekle vakit geçirdiği yıllarında Zeynep Hanım bir genç kız çevikliğiyle tırmanıyor ağaçların tepesine uzanan merdivenleri ve çok geçmeden armut dolu kovayı aşağılara sallandırıyor. Elbet zor işi yakıcı güneşin altında, ama bir şey de var ki dayanmayı sağlıyor ve güçlenmeyi de… Ayşe, Meral ve öteki “tepeci” kadınlar, ağaç tepelerine tırmanırken sanki yaşlarını dondurmuşlar. Hepsi oruç, hepsi sahurdan sonra geliyorlar bahçeye ve ağaç tepesinde ister istemez güneşten etkilendikleri hâlde, yaprakların güneşten süzdüğü sihirli perdelerle korunuyormuş gibi zinde görünüyorlar.

Zeynep Hanım’a bakarken sanki binlerce yıldan beri o ağacın tepesinde armut dermekteymiş ve şimdi, güneşin tam tepede olduğu saatte ağaç tepesinde orucuyla çalışmayı sürdürürken miraca erebilirmiş gibi geliyor bana.

“Doğa içeridedir.” dermiş Cezanne. Nitelik, ışık, renk, derinlik ancak vücudumuz onlara kabul verdiği için oradadırlar. Bedenin araçsallığından gerçek ve tinsel bir özgürleşme tarzı üretemeden, olgusala olan mahkûmiyetimiz sona ermeyecektir.  

Editör: Mehmet Öztürk