Bayramın neşesine, hilkatte eş dinde kardeşimiz nice insanın hüznü karışırken bayramın bayram olduğu günlere erişmek için bize ne lazım?

Zannedersem bunun için iyi insan olmak, hasbi bir kul olmak lazım. Kendimiz olmamız, vicdanımızı hissetmemiz yeterli. Çağ başkalaşıyor ve biz kendiliğimizi unutmanın sancısıyla bayramların da lezzetini alamıyoruz sanki. Hilkatte eş ve dinde kardeş olmanın anlamı gitgide flulaşıyor. Eski bir şairin dizesini hatırlıyorum; “Sürûr-ı ıyd matem ehlinin yasın arttırır” diyordu. Bayram sevinci matemdekilerin yasına yas katar, başkaları bayram yaparken onlar acılarıyla iki kat çile çekerler, demeye gelir. Nitekim Gazze’yi, Doğu Türkistan’ı, bayramda yas tutanları düşündüğümüzde imtihan zorlaşıyor. Kendimizi kaybettik de biz, biz değil gibiyiz.

Sözlerime hüzünle başladım galiba. Bayram sevincinizi mateme çevirmek değil elbette niyetim; illa ki kalbimizde oralara dair bir hüzün bile yoksa bayram nasıl geçerse geçsin, fark eder mi? Bütün müminlerin bayram yapacağı bir dünyayı da hayal cüretinde bulunmuyorum elbette ama hiç olmazsa bu sancının farkında olmalı değil miyiz? İşte o yüzden sorunuzun cevabı çok zor, ne diyeyim ki…

Yaşadığımız her sene yeni bir anı yaprağı bırakıyor ömür defterine. O defteri açıp baktığınızda unutamadığınız bir bayram hatırası çarpıyor mu gözünüze?

Üniversite eğitimimin ilk yılı Erzurum’da geçmişti. Sene 1975… Bayramdayız… Aralık ayının ortası… Dört gün tatil… Tek şeritli yollarda, karda kışta, Erzurum’dan Uşak’a iki buçuk günde varabiliyorsunuz. Velhasıl öğrenci evinde, bayram sabahında yapayalnız kalmıştım… Hüzün çökmüş başa… Kim bilir neler düşündüm ki kendimi dışarı attım. Boş sokaklar, ıssız caddeler… Bayramın ne anlama geldiğini çok derinden ilk kez hissetmiştim. O gün biliyordum ki evlerin içlerinde bayram telaşıyla birlikte sevinç var… Ama ben yalnızım. Sokaklarda ne kadar avare dolandım bilmiyorum, öğleye doğru, bayramlaşmak için bir can aradığım yalnızlıklar… Derken, buzların üstünde yatan birkaç köpek ile sohbete başlayıvermişim… Bir ara köpeğin gözünde yaş gördüm. Soğuktan mıydı, bana mı ağlıyordu, anlayamadım. Belki de ağlayan bendim…

Ailelerin bir araya geldiği, küçüklerin neşeli sesleri eşliğinde kurulan bayram sofraları, şüphesiz bayram kültürümüzün yapı taşlarından biri. Sizin bayram sofralarınız nasıldır, kimleri ağırlamak isterdiniz? O sofra muhabbetini bizimle paylaşır mısınız?

Aile fertlerinin bir arada olduğu, ağız tadıyla geçen sıradan bir günü bile bayram sayarım ben. Ortak söyleşebilecekleri konular, birbirinin hâlini ve ruhunu bilen yakınlaşmalar… Şikayet için söylemiyorum, bizler, bayramdaki aile ortamını ve sevincini bütün yıla yayabilsek neler neler başarmış olurduk bir düşünün. Bayram sofrası sevinç sofrasıdır. Dertlerin, sıkıntıların bilerek ertelendiği zaman dilimleridir. Ruhlarımıza çok iyi gelir. Bu yüzden de yalnızca bayramları beklemekle yetinmeyip sık sık kanımızdan, canımızdan, ruhumuzdan olanlarla yüz yüze, diz dize sofralarda buluşmanın yollarını aramalıyız.

Bizim evde bayram sofrası maalesef uzun sohbetlere değil, uzun şamatalara dönüyor. Torunlarımız, çocuklarımız, yeğenlerimiz derken… Amma ne güzel şamatalar, bir bilseniz? Bayram gibi!

Doğup büyüdüğünüz şehre dair unutamadığınız bayram âdeti var mı? Uşak’taki bayram gelenekleri nelerdir?

Çocukluğumdaki bayramlardan iki şeyi hiç unutmuyorum; birincisi, arife gününün sabah namazından sonra çocukların kapı kapı dolaşıp maniler eşliğinde “adak adak” gezmeleri. Her kapıdan kendi miktarınca kesenize doldurulan leblebi şekerleri, üzümler, mevsimine göre muşmulalar, elmalar, kuru yemişler… Bayram parası ve bayram harçlığı bir sonraki neslin âdeti olacaktı, henüz bayramda harçlık olarak para verilemeyecek kadar fakirdi taşra şehirleri. Sonra ülkemiz gitgide refaha kavuştu. Unutamadığım ikinci şey de bayramdan evvel şehir hoparlöründen okunan ilanlar idi. Belediye, hangi mahallenin hangi gün evinde oturması gerektiğini düzenlerdi. Şehrin bir ucundan diğerine yayan yepelek, çoluk çocuk bayram ziyaretine gittiğinizde kapıyı duvar bulmamak için. Aşağı mahalle bayramın ikinci günü, yukarı semtler üçüncü günü bayram ziyaretçilerini ağırlayacaktır, gibi… Bu usul ile iade-i ziyaretin de kendiliğinden programlanmış olduğunu şimdi düşünüyorum.

Bir edebiyatçı olarak bayram denildiğinde zihninize gelen ilk eseri bizimle paylaşır mısınız?

Şöyle bir beyit, mesela;

Çektim firâkın savmını erdim cemâlin ıydine

Aç leblerin meyhânesin ney gibi nâlân et beni

“Ey sevgili! Ayrılığının orucunu sonuna kadar tuttum ve cemalini görmekle bayrama erdim. Artık dudaklarının meyhanesini açıver de bir ney gibi sevinç ile inlemeye başlayayım.”

Beyitteki kelimelerin divan şiirindeki mecazi karşılıkları şöyle:

Firâk  (Ayrılık): “Vuslat” makamından ayrı kalmak, “Vahdet” makamından uzakta bulunmak.

Savm (Oruç): Dünyadan el etek çekmek; âşıkın, gönlüne Hak’tan başkasını koymaması.

Cemâl (Yüz güzelliği): Allah’ın lütuf sebebi olan vasıfları; sevenin ısrarlı yakarışları üzerine sevilenin olgunluk gösterip gereği üzere davranması.

Iyd (Bayram): Amellerin tekrarlanmasıyla kalbe tekrar tekrar gelen tecelliler.

Leb (Dudak): Kelam, sevgilinin sözü ve o sözdeki mesaj.

Meyhane: Aşkın galebe çalması ile varılan coşkunluk; kulun aşk ve şevk ile Rabb’a münacaat hâli.

Ney: Sevgilinin sevgiye ulaşma makamı, sevgilinin sunduğu kadeh, esas vatanından ayrılıp dünyaya gelmiş olan insan ruhu.

Nâlân etmek (İnlemek, sızlanmak): Sevginin katıksız hâle dönüşmesi, muhabbetin tamamlanması.

Divan şiirinin hakiki âşıkları, sevgilinin ayrılığını, bütün zahmetleri ve sıkıntılarıyla birlikte katlanılıp çekilecek bir oruç süreci gibi kabullenip teslimiyete teslim olurlar ve sevgilinin hilal kaşlarını yahut ay gibi parlak yüzünü gördükleri zaman da bayram ederlermiş.  Dikkat buyurulsun, şair ayrılık orucunu tuttum demiyor da çektim diyor. Demek ki oruçta sıkıntılı bir taraf var ki çekiliyor. Hani dert çekmek, acı çekmek, sıkıntı çekmek gibi. Gerçekten de oruç zahmetli bir ibadettir ve sevabı da ona göredir. Söz gelimi su, insana sevgili kadar, vuslat kadar gereklidir ama oruçlu kişi bütün gün suyun hasretini çeker.

Ney gibi nâlân olmak, insanın inler gibi sevinmesi; hazzettiği bir şeyden dolayı sevinç dolu sesler çıkarmasıdır ki Cemâl-i Mutlak hasretiyle ömrünü oruca adamış bir âşık düşünün… Günleri hasretler, acılar, hüzünler, elemler içinde geçmiş, “Sevgili”den başka her şeye perhiz ve imsak uygulamış. Orucun zevkini o derece tatmış ki iftar lezzetini unutmuş. Böyle böyle ruhu incelmiş, tezkiyeye uğramış ve “Cemal”i görmeye liyakat kazanmış… Hani Hz. Mevlana’nın “Sevgilinin güzelliğini seyrettiğim gün benim bayramımdır.” demesi gibi…

Son olarak hocam, bayram özelinde okuyucularımıza hangi tavsiyelerde bulunursunuz?

Gönüllerince bayram yapsınlar ama illa ki birilerine de bayram yaptırsınlar… Herkesin bayramını tebrik ederim.

Editör: Mehmet Öztürk