عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: سَمِعْتُ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “إِنَّ اللَّهَ تَعَالَى قَالَ: إِذَا ابْتَلَيْتُ عَبْدِى بِحَبِيبَتَيْهِ فَصَبَرَ عَوَّضْتُهُ مِنْهُمَا الْجَنَّةَ.”

Enes b. Mâlik (ra) diyor ki: “Ben Hz. Peygamber'in (sas) şöyle buyurduğunu işittim:"Yüce Allah (cc), "İki sevgilisi (olan gözlerini almak sureti) ile kulumu sınadığımda sabrederse, bu ikisine karşılık ona cenneti veririm." buyurdu." ”

(B5653 Buhârî, Merdâ, 7)

***

عَنْ أَبِي ذَرٍّ قَالَ: قُلْتُ يَا رَسُولَ اللَّه،ِ ذَهَبَ الْأَغْنِيَاءُ بِالْأَجْرِ يُصَلُّونَ وَيَصُومُونَ وَيَحُجُّونَ. قَالَ: “وَأَنْتُمْ تُصَلُّونَ وَتَصُومُونَ وَتَحُجُّونَ.” قُلْتُ: يَتَصَدَّقُونَ وَلَا نَتَصَدَّقُ. قَالَ: “وَأَنْتَ فِيكَ صَدَقَةٌ، رَفْعُكَ الْعَظْمَ عَنِ الطَّرِيقِ صَدَقَةٌ، وَهِدَايَتُكَ الطَّرِيقَ صَدَقَةٌ، وَعَوْنُكَ الضَّعِيفَ بِفَضْلِ قُوَّتِكَ صَدَقَةٌ، وَبَيَانُكَ عَنِ الْأَرْثَمِ صَدَقَةٌ...”

Ebû Zer (ra) anlatıyor: “Yâ Resûlallah, zenginler sevapları götürüyor! Namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar ve haccediyorlar!” dedim. Resûlullah (sas), “Siz de namaz kılıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz ve haccediyorsunuz.” buyurdu. “Ama onlar sadaka da veriyor, biz veremiyoruz.” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (sas) şöyle buyurdu: “Sen de sadaka verebilirsin. Yoldaki kemiği kaldırıp kenara koyman sadakadır. (Âmâya veya yol sorana) yol göstermen sadakadır. Gücünle güçsüz birine yardım etmen sadakadır. Konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade etmen sadakadır...”

(HM21691 İbn Hanbel, V, 152)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّ اللَّهَ لاَ يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَمْوَالِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ.”

Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah (cc), sizin görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.”

(M6543 Müslim, Birr, 34)

***

[أنَّ] عَائِشَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) زَوْجَ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَتْ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَا مِنْ مُصِيبَةٍ تُصِيبُ الْمُسْلِمَ إِلاَّ كَفَّرَ اللَّهُ بِهَا عَنْهُ حَتَّى الشَّوْكَةِ يُشَاكُهَا.”

Hz. Peygamber'in (sas) eşi Hz. Âişe'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Batan bir diken bile olsa Müslümanın başına gelen her bir musibeti, Allah (cc) onun günahlarına kefaret kılar.”

(B5640 Buhârî, Merdâ, 1)

***

Peygamberliğin ilk yıllarıydı. Kutlu Elçi (sas), çevresindeki insanları İslâm’a açıkça davet etmeye başlamıştı. Gece gündüz demeden kendisini dinleyen herkese Allah’ın (cc) gönderdiği mesajları anlatıyordu. Putlara tapan halkı, bir olan Allah’a çağırıyordu.

İşte o günlerden birinde Mekke’nin ileri gelen müşriklerinden biriyle konuşmaktaydı. İslâm hakkındaki sohbet hayli koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ sahâbîlerden Abdullah b. Ümmü Mektûm (ra), irşat edilmeye ihtiyacı olduğunu söyleyerek çıkageldi. "Bana doğru yolu göster, ey Allah’ın Resûlü!" dedi. Onun zamansız gelişine canı sıkılan İslâm Peygamberi (sas), yüzünü çevirip konuştuğu şahsa döndü ve "Söylediklerimde herhangi bir sorun görüyor musun?" diye sordu. Adam, "Hayır." diye cevap verdi. İşte Peygamberimiz (sas), tam da muhatabının İslâm’ı kabullenmesi konusunda ümitlendiği esnada, Yüce Allah’ın (cc) şu âyetlerine muhatap oldu: "(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çeviriverdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da bu öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır böyle yapma, şüphesiz bu âyetler bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır."

Rahmet Elçisi’nin (sas) bütün arzusu, Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Utbe b. Rebîa, Ebû Cehil ve öz amcası Abbâs b. Abdülmuttalib’i kazanmaktı. Şayet onları kazanabilirse, belki de bütün aileleri ve çevreleri İslâm’a girecekti. Bu nedenle belli bir kıvama gelen sohbetin kesilmesini istememişti. İbn Ümmü Mektûm’a (ra) biraz sonra da dönebilir, sorularına genişçe cevap verebilirdi. Onun, zamansız olduğunu düşündüğü gelişine tepkisi sadece yüz ifadesine yansımıştı. Hatta Peygamber Efendimizin (sas) yüz çevirdiğini İbn Ümmü Mektûm (ra) hissetmemişti bile. Fakat her şeyi gören ve işiten Yüce Allah (cc), Rahmet Elçisi’nin (sas) bu tavrını eleştiren birkaç âyetle başlayan Abese sûresinin ilk âyetlerini indirdi. Şüphesiz Yüce Allah (cc), Resûlü’nün (sas) niyetini de çok iyi bilmekteydi. Fakat O, dine davet adına da olsa, Müslüman bir âmâdan yüz çevirilip, müşriklere iltifat edilmesine razı olmadı. Zira İbn Ümmü Mektûm (ra) bir âmâ idi, görmüyordu fakat gözleri kapalı ise de gönlü açıktı. Arınmaya, korunmaya, öğrenmeye, öğüt almaya gelmişti ve Peygamber (sas) beden diliyle de olsa ondan yüz çevirmemeliydi... Rahmet Elçisi (sas), daha sonra uyarılmasına sebep olan bu gönül insanını daha yakından tanıyacak ve bir ömür boyu ona hak ettiği değeri verecekti. Hz. Peygamber’in (sas) hicretinden önce Medine’ye ilk gelenlerden biri olan Abdullah b. Ümmü Mektûm (ra), Mus’ab b. Umeyr (ra) ile birlikte Medine’deki Müslümanlara Kur’an öğretmişti. Hicret sonrasında ise Bilâl-i Habeşî (ra) ile birlikte Mescid-i Nebevî’de müezzinlik görevini yerine getirmişti.

Bu âmâ sahâbî, bir başka konuda daha âyet inmesine vesile olmuştu. Allah Resûlü’nün (sas) vahiy katiplerinden Zeyd b. Sâbit (ra), bu olayı şöyle anlatıyordu: "Allah Resûlü (sas), "Müminlerden (cihada katılmayıp) oturanlarla malları ve canları ile Allah (cc) yolunda cihad edenler bir olmaz." âyetini yazdırıyordu. Tam bu sırada yanına İbn Ümmü Mektûm (ra) geldi ve "Ey Allah’ın Resûlü! Vallahi cihada gücüm yetseydi, mutlaka ben de savaşırdım!" dedi. Bunun üzerine aynı âyet Yüce Allah (cc) tarafından, "ğayru üli’d-darar" (özür sahipleri hâriç) kısmı eklenmek suretiyle yeniden indirildi.

İlginçtir, özürlülerin savaştan muaf olduğunu ifade eden bu kısmın inmesine sebep olmasına rağmen, şehâdet arzusuyla yanıp tutuşan İbn Ümmü Mektûm (ra), Kâdisiyye Savaşı’ndan geri kalmamış, hatta sancaktarlık yaptığı bu savaşta şehit olmuştur.

Abese sûresinin inişinden sonra Hz. Peygamber (sas) ile aralarında gelişen samimi ilişkiler İbn Ümmü Mektûm’a (ra) daha önemli görevlerin verilmesini de sağlamıştı. Gözüyle değil, gönlüyle gören bu yüce sahâbî, tam on üç defa Hz. Peygamber’e (sas) vekâlet etmişti. Resûl-i Ekrem (sas), çeşitli seferlere/savaşlara giderken Medine’de yerine onu vekil bırakmıştı. Peygamberimizin (sas) Medine’de toplum lideri ve devlet başkanı olduğunu dikkate alırsak, onun bu âmâ dostuna ne kadar önem verdiği daha kolay anlaşılır. Allah Resûlü (sas) kendi vekâletini ona vermekle, ehil olmaları hâlinde engellilerin de en üst mevkilerde görev alabileceklerini göstermişti.

Gerek hakkında inen âyetler, gerekse kendisine verilen görevler, İbn Ümmü Mektûm’un (ra) son derece güvenilir bir şahsiyet olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim ilk muhacirlerden olan Fâtıma bnt. Kays’ı kocası üç talâkla boşadığında, Hz. Peygamber (sas) iddet müddetini geçirmesi için onu amcasının oğlu olan İbn Ümmü Mektûm’un (ra) evine göndermişti.

Aynı İbn Ümmü Mektûm (ra), evi ile mescidi arasında hurmalıkların ve ağaçların olduğunu ve her zaman kendisine yardım edecek birisinin bulunmadığını söyleyerek Peygamberimizden (sas) evinde namaz kılma izni istemişti. Hz. Peygamber (sas) ezanı işitip işitmediğini sorduğunda, "Evet." diye cevap vermiş, bunun üzerine onun cemaate katılmasını isteyen Allah Resûlü (sas), "Öyleyse gel!" buyurmuştu.

Oysa bir başka âmâ sahâbî olan İtbân b. Mâlik’ten (ra) bunu istememişti. İtbân şöyle anlatıyordu: "Sâlimoğulları Yurdu’nda kabileme namaz kıldırmaktaydım. Onlarla benim evim arasında bir vadi vardı ve yağmur yağdığında onların mescidine geçmem zorlaşıyordu. Hz. Peygamber’e (sas) giderek ona, "Ey Allah’ın Resûlü! Benim gözlerim iyi görmüyor. Benimle kabilem arasındaki dere, yağmur yağdığında taşıyor ve oradan geçmek bana meşakkat veriyor. Evime gelmeni ve bir yerinde namaz kılmanı istiyorum ki ben de orayı mescit edineyim." dedim. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Bunu yapacağım." buyurdu. Ertesi sabah güneş yükseldikten sonra Resûlullah (sas) ile Ebû Bekir (ra) bana geldiler. Resûlullah (sas) içeri girmek için izin istedi. Ben de ona izin verdim. Eve girdiğinde oturmadı, "Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?" buyurdu. Ben de kendisine, namaz kılmayı arzu ettiğim yeri gösterdim. Resûlullah (sas) namaza durdu ve tekbir aldı. Biz de onun arkasında saf olduk. İki rekât kıldırdı, sonra selâm verdi. O selâm verdiği zaman biz de selâm verip, namazdan çıktık."

Hz. Peygamberin (sas), âmâ olan İtbân’ın (ra) davetine icabet ederek evine kadar gitmesi, gösterdiği yerde namaz kıldırması, kendisine ikram edilen yemeği yemesi, onun tevazuunu ve engellilere olan sıcak ilgisini göstermektedir. Hz. Peygamber’in (sas) İtbân’ın (ra) kendi evinde namaz kılmasına izin verdiği hâlde İbn Ümmü Mektûm’a (ra) izin vermemesi, İbn Ümmü Mektûm’un evinin ezanı ve kâmeti işitecek kadar mescide yakın olmasıyla açıklanabilir. Burada Hz. Peygamber (sas), bir taraftan cemaatle namaz kılmanın önemine zımnen vurgu yaparken, diğer taraftan da İbn Ümmü Mektûm gibi yetenekli bir sahâbîsini —mescide devamda zorluk çekse de— aralarında görmeyi arzulamış olmalıdır.

Allah Resûlü’nün (sas) âmâ olan ashâbıyla ilişkileri ve onlara karşı ilgisi sadece bunlarla sınırlı değildi. Mekke fethedildiğinde Hz. Ebû Bekir (ra), yaşlı ve de âmâ olan babası Ebû Kuhâfe’yi, Hz. Peygamber’i (sas) ziyaret etmek üzere getirmişti. Bu durumdan rahatsız olan Hz. Peygamber (sas), "Bu ihtiyarı evde bıraksaydın da, ben onun yanına gitseydim ya!" buyurarak, Ebû Kuhâfe’ye olan saygısını ifade etmişti.

Engeller içinde belki de en zoru, gözlerin veya görme yetisinin kaybedilmesidir. Nitekim Hz. Peygamber’in (sas) meşhur şairi, âmâ sahâbî Hassân b. Sâbit’in (ra) durumuna işaretle Hz. Âişe’nin (ra), "Âmâlıktan daha büyük hangi azap vardır?" demesi de bunu teyit eder. Bundan dolayıdır ki, görme engeli birçok âyet ve hadise konu olmuştur. Söz gelimi Enes b. Mâlik’in (ra) Hz. Peygamber’den (sas) naklettiği kudsî bir hadiste Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur: "İki sevgilisi (olan gözlerini almak sureti) ile kulumu sınadığımda sabrederse, bu ikisine karşılık ona cenneti veririm."

Allah Resûlü (sas), hasta kulların sabır ve şükür bakımından nasıl sınandıklarını, şu meşhur kıssa ile son derece etkileyici biçimde dile getirmiştir: Yüce Allah (cc), İsrâiloğulları’ndan, biri alacalı, biri âmâ ve biri kel üç kişiyi imtihan etmek ister. Bir melek göndererek onları iyileştirir. Sonra da deve, sığır ve koyun gibi doğurgan hayvanlardan en çok istediklerini lütfederek onları zengin eder. Yıllar sonra melek, sırayla herbirinin önceki suretine girerek ziyaretlerine gider ve Allah’ın (cc) kendilerine verdiği bu mallardan Allah rızası için ister. Alacalı ile kel, bu malları miras yoluyla elde ettiklerini söyleyerek ona bir şey vermezler. Ceza olarak her ikisi de eski hâllerine döner. Âmâ ise, "Ben bir âmâ idim. Allah (cc) bana görme duyumu geri verdi. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini al! Vallahi Allah (cc) için aldığın hiçbir şeye engel olmayacağım." der. Bunun üzerine melek, "Malın sende kalsın! Siz sadece imtihan edildiniz ve Allah (cc) senden razı oldu, diğer iki arkadaşına ise öfkelendi." şeklinde cevap verir.

Zayıf bir rivayette ise, bir adadaki dağın zirvesinde tam beş yüz sene Allah’a (cc) ibadet eden ve canını secdede iken alması için dua eden bir âbidden söz edilir. Kıyamette Yüce Allah (cc), "Kulumu rahmetimle cennete koyun!" buyurunca, o zât üç defa, "Yâ Rabbi, amelimle!" der. Bunun üzerine Allah (cc) meleklere, "Kendisine verdiğim nimetlerle, kulumun yaptığı ameli karşılaştırın!" buyurur. Melekler bakarlar ki, sadece görme nimeti beş yüz yıllık ibadetine karşılık gelmekte, bedenindeki diğer nimetler ise karşılıksız kalmaktadır. Bu defa Allah (cc), "Kulumu cehenneme koyun!" buyurunca âbid, "Yâ Rabbi! Beni rahmetinle cennetine koy!" diye iltica eder ve Allah (cc) da onu rahmetiyle cennete koyar. Bu rivayet, hem Allah’ın (cc) rahmetine hem de görme nimetinin değerine vurgu yapması bakımından anlamlıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok âyette olduğu gibi, ‘hakikati görmeme, hakkı duymazlıktan gelme ve doğruyu haykırmama’ anlamında ‘kör, sağır ve dilsiz’ gibi bazı nitelemeler, Hz. Peygamber (sas) tarafından da kullanılır. "Bir şeyi (aşırı) sevmen, seni kör ve sağır eder!’ hadisinin yanı sıra, ahir zamanda ortaya çıkacak bir fitne de, ’kör ve sağır’ nitelemesiyle takdim edilir. Diğer taraftan, Câbir b. Abdullah’ın (ra) anlattığına göre bir gün Hz. Peygamber (sas), "Haydi, bizi Vâkıfoğulları’ndaki şu ‘iyi gören’ (basîr) adamı ziyarete götürün!’ buyurur. Hâlbuki kastettiği şahıs âmâdır. Âmâ olan bir kimseden söz ederken onu, ‘basîr’ yani ‘iyi gören’ diye nitelemesi, Allah Resûlü’nün (sas) görme, duyma ve konuşma kabiliyetlerini mecazî anlamları ile birlikte kullandığını göstermektedir.

Sahâbe arasında doğuştan âmâ olanların veya gözlerini hastalık ya da savaşta yaralanmalar sonucu sonradan kaybedenlerin sayısı hayli fazlaydı. Örneğin ‘Tercümânü’l-Kur’ân’ yani ‘Kur’an’ın tercümanı’ diye anılan Abdullah b. Abbâs’ın (ra) ömrünün son demlerinde gözleri, görme yükünü kalbine emanet etmek zorunda kalmıştı. ‘Habrü’l-Ümme’ yani ‘Ümmetin büyük bilgini’ olarak anılan İbn Abbâs (ra) hazretleri, bu hâliyle bile insanlara Kur’an ve sünneti öğretmek için elinden geleni yapmaktaydı. Berâ b. Âzib, Câbir b. Abdullah, Kâ’b b. Mâlik, Ebû Süfyân, Sa’d b. Ebû Vakkâs, Abdullah b. Ebû Evfâ, Abbâs b. Abdülmuttalib, Mâlik b. Rebîa ile Abdullah b. Zübeyr’in annesi Esmâ (radiyallahu anhum) da hayatlarının bir döneminde gönülleriyle gören güzide sahâbîlerdendi.

Hz. Peygamber (sas), insanların sahip oldukları özürleri, onların bazı alanlarda güçleri nispetinde verebilecekleri hizmetin önünde bir engel olarak görmemişti. Onlara çeşitli kademelerde görev ve sorumluluk veren Rahmet Elçisi (sas), bir ayağı aksayan genç dostu Muâz b. Cebel’i (ra) ehil görmüş ve Yemen’e zekât memuru ve kadı sıfatıyla göndermişti.

Engelli bir başka büyük sahâbî de İmrân b. Husayn’dı (ra). Karnına su ve yağ toplanmış, uzun seneler süren bu hastalığa sabretmişti. Rahatsızlığı tam otuz yıl devam etmiş, hatta bir ara karnı açılarak yağları alınmıştı. Bir defasında hasta iken nasıl namaz kılacağını sormuş, Sevgili Peygamberimiz (sas) de, "(Mümkünse) ayakta kıl. Şayet buna gücün yetmiyorsa oturarak kıl. Buna da gücün yetmiyorsa yanüstü yatarak kıl!" cevabını vermişti. İmrân b. Husayn (ra), aşırı kilolu oluşundan dolayı vefatından önce kabrinin kare şeklinde kazılmasını vasiyet etmişti.

Özürlü ve mazeretli olmalarına rağmen kendi istekleriyle savaşa iştirak eden sahâbîler de vardı. Topal bir sahâbî olan Amr b. Cemûh (ra) bir gün Hz. Peygamber’e (sas) gelerek, "Ey Allah’ın Resûlü! Ne dersin, eğer ben şehit oluncaya kadar Allah (cc) yolunda savaşırsam, cennette bu (topal) ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?" diye sorunca Hz. Peygamber (sas), "Evet." dedi. Bunun üzerine Amr, kardeşinin oğlu ve hizmetçileri Uhud Savaşı’nda birlikte savaşarak şehit oldular. Savaş meydanında cenazesiyle karşılaşan Hz. Peygamber (sas), "Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim." buyurdu ve onun emriyle bu üç mücahid aynı kabre konuldular.

Amr b. Cemûh (ra), ensarın temsilcilerindendi ve topal olmasına rağmen ordunun önündeydi. Amr’ın dört oğlu vardı ve Hz. Peygamber (sas) ile savaşlara katılıyorlardı. Babalarını, topal olması sebebiyle Allah’ın (cc) kendisine verdiği ruhsatı kullanması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Amr ise, Hz. Peygamber’e (sas) başvurarak oğullarının kendisine engel olduklarını, şehit olmak istediğini söylüyordu. Neticede o, Uhud Savaşı’nda şehit oldu.

Yüce Allah (cc) tarafından savaşa katılmamasına izin verilmesine rağmen, tıpkı âmâ olan Abdullah b. Ümmü Mektûm (ra) gibi, ayağı sakat olan Amr da cennet arzusuyla tutuşmuş, ruhsat yerine azimeti tercih etmiş ve şehâdet şerbetini içmişti. Kendilerine verilen bu izni kullanan, zayıf bedenleri Medine’de kaldığı hâlde duaları ve gönülleriyle cephede olan hasta, güçsüz ve engelliler hakkında ise, Rahmet Peygamberi (sas) bir savaşta şöyle buyurmuştu: "Medine’de öyle insanlar kaldı ki geçtiğimiz her bir derede ve tepede onlar da bizimle beraberdi. Onları mazeretleri alıkoydu."

Hz. Peygamber’in (sas), görme engelli sahâbîlerin gerek cemaate devam etmelerini ısrarla istemesinde, gerekse onları görevlendirmesinde, hatta savaşlara katılmalarına izin vermesinde onların toplumdan tecrit edilmemelerini sağlama arzusu yatmaktaydı. Ehil ve yeterli oldukları alanlarda yeteneklerini toplum yararına kullanarak, emek verip gayret gösteren üretici bireyler olmaları, onların ideallerini ve kişiliklerini gerçekleştirmede büyük öneme sahipti. Nitekim günümüzde de, pek çok engelli kardeşimizin arzu ettiği şey budur. Onlar, toplumun kendilerine acımalarından rahatsız olmaktadırlar. Birçoğu, çevresinin yardımlarıyla hayatını sürdüren bir tüketici olmayı değil, herşeye rağmen kendilerine verilen imkânlar nispetinde üretici olmayı tercih etmektedir. Tüketen, âciz insan konumunda çoğu zaman hayata küsme, kabuğuna çekilme ve psikolojik rahatsızlıklara maruz kalma durumu yaşanırken, üreten, güçlü insan konumunda, mutlu ve umutlu bir hayat söz konusudur. İşte Allah Resûlü’nün (sas) gerçekleştirmek istediği şey tam olarak budur.

Zayıfların, düşkünlerin, fakir ve yoksulların gerçek dostu ve hamisi olan Allah Resûlü (sas), engellilere yapılacak her türlü yardımın bir sadaka olduğunu söylemiştir. Peygamber Efendimize (sas), varlıklı Müslümanların namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin yanı sıra sadaka vererek de sevaba erdiklerini söyleyen, ancak kendilerinin buna imkân bulamadıklarından yakınan Ebû Zerr’e (ra) Hz. Peygamber (sas) sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirterek şöyle buyurmuştur, "...(Âmâya veya yol sorana) yol göstermen sadakadır. Gücünle güçsüz birine yardım etmen sadakadır. Konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade etmen sadakadır..."

Engellilere yardım etmenin sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a (cc) olan sadakatin bir ifadesi olduğunu belirten Hz. Peygamberin (sas), herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri ise lânetliler içerisinde sayması son derece etkileyicidir.

Engelliler lehinde veya aleyhinde birçok zayıf ve uydurma rivayetin çeşitli eserlerde yer alması dikkat çeken bir husustur. "Özürlülerden sakının!"  şeklindeki rivayet, Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığı gibi, "güçsüze yardım eden" , engellilere yapılan her yardımı sadaka kabul eden Resûl-i Ekrem’in (sas) söz ve uygulamalarına da ters düşmektedir.

"Her kimin Allah (cc) dünyada görme yetisini alırsa, onun gözlerinin cehennem ateşini görmemesi Allah (cc) üzerinde gerekli bir haktır." şeklindeki rivayet de engellileri teselli amaçlı olarak uydurulmuş olmalıdır. Daha önce naklettiğimiz sahih hadislerde geçtiği üzere, görme veya duyma yetisini yitirdiği hâlde sabredenlerin ecir alacaklarında şüphe yoktur. Hatta onların sağlıklı iken yapmaya devam ettikleri güzel amellerin ecrini, engelli olup yapamaz hâle geldiklerinde de yapıyorlarmış gibi alacaklarına dair hadisler mevcuttur. Fakat sadece bu duyuları yitirmenin, günahlar için mağfiret ve cehennemi görmeme hakkı olarak takdim edilmesini, mükellefiyet anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir.

Engelliler, tarihin her döneminde toplumların önemli bir kesimini oluşturmuşlardır. Aynı durum yaşadığımız modern çağ için de geçerlidir. Genel olarak bütün dünyada, özelde ise ülkemizde, nüfusun önemli bir oranı engellidir. Geçmişte salgın hastalık ve savaşların etkisiyle artan bu oran, günümüzde çeşitli tedbirsizlikler, iş ve trafik kazaları gibi değişik sebeplerle had safhaya ulaşmıştır.

Gerekli vesilelere sarılmanın yanı sıra, tedbiri elden bırakmamanın ve tedavi olmanın Hz. Peygamberin (sas) ısrarla dile getirdiği sünnetlerden olduğu unutulmamalıdır. Bütün bunlar yerine getirildikten sonra, ilâhî irade ve takdir sonucu başa gelenler karşısında ise, engelliye düşen sabretmek, gücü nisbetinde sorumlu olduğu bilinciyle hayatını sürdürmek ve sınavı kazanmaya gayret etmek; çevresindekilere düşen ise ona maddî ve mânevî anlamda destek olmaktır.

Şüphesiz ilâhî adalet gereği, herkes gücünün yettiğinden ve sadece kendisine verilenden sorumludur. Yaratıcı, şükredenleri ve sabredenleri ayırt etmek üzere, gerek verdiği nimetlerle gerekse vermedikleriyle kullarını sınar. Bunun bir imtihan olduğuna inanan mümin, kendisine nimet verildiğine şükretmek, imtihana çekildiğinde ise sabretmek suretiyle iki durumda da sınavı kazanma imkânına sahiptir. Resûl-i Ekrem’in (sas) veciz bir şekilde ifade buyurdukları gibi, "Allah (cc), sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.’  Nitekim Allah’ın (sas) seçkin peygamberlerinden biri olan Hz. Eyyûb’un (as) sabır ve dualar sonucunda ilâhî rahmetle giderilen uzun süreli hastalığı, bunun tipik bir örneğini oluşturur. Yine bir hadiste belirtildiği üzere, "Batan bir diken bile olsa Müslüman’ın başına gelen her bir musibeti, Allah (cc) onun günahlarına kefaret kılar."  Hatta onu bir derece de yükseltir.

Her yönüyle bizler için ‘üsve-i hasene’ yani ideal bir örnek olan Hz. Peygamber’in (sas) engellilere yönelik engin öğretisi, bu bağlamda kuracağımız ilişkilerde yol göstericidir. Zira Allah Resûlü (sas) hayatı boyunca engellilere sahip çıkmış, onları asla hafife almamış, özürleri sebebiyle ayıplamamış, kınamamıştır. Günlük hayatta görülenin aksine İslâm, çoğu doğuştan olan veya istenmedik sebeplerle sonradan ortaya çıkan özürlerinden dolayı insanlarla alay edilmesine kesinlikle izin vermemiştir. Nitekim Yüce Rabbimiz (cc) genel anlamda alay etmeyi yasaklamıştır.

Engelli olmayanlar günün birinde benzer bir sorunu yaşama ihtimalini göz ardı etmemeli, engelli kardeşlerine ellerinden gelen fiziksel ve duygusal yardımı yapmalıdırlar. Çünkü sadece engelli olan kimseler değil, çevresindekiler de engellilere karşı tavırlarıyla Rabbimiz (cc) tarafından sınanmaktadır. Bu nedenle onların, bir yandan Allah’ın (cc) kendilerine verdiği nimetlerin kadrini bilip şükretmeleri, diğer yandan da hem bireysel hem de toplumsal huzura kavuşabilmek için engelli kimselere her anlamda destek vermeleri gerekir.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam

Editör: Mehmet Çalışkan