Prof. Dr. Asım YAPICI

Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi

 

Az Seçilen Yol isimli kitabına “Hayat zordur.” söylemiyle başlar Scott Peck. Gerçekten hayat, zaman zaman insanı yoracak ve bunaltacak kadar zorluklar içerir. Bu durumu ifade edebilmek için “psikolojik ya da ruhsal zorlanma”, “yoğun stres altında kalma”, “kaygı hâli” ve “zorlanan insan” şeklinde dillendirilen kavramlar geliştirilmiştir.

Bununla birlikte şu hususu peşinen itiraf edelim: Zaten zor olan hayatta zorlanan insanın izini sürmek ve buradan psikolojik ve dinî manevi çıkarımlar yapmak sanıldığı kadar kolay değildir. Zorlanan insanı anlayabilmek için onun yaşadığı acı ve travmayı âdeta o kişinin şartlarında hissedebilmek gerekir. Ancak bu pek mümkün değil gibi. Zira her insan biricik olduğu gibi onun yaşadığı her acı ve travmatik hadise de biriciktir. Daha açık bir ifadeyle hayatın zorlukları karşısında zorlanma durumu kişiden kişiye değişebildiği gibi ortama, şartlara ve bağlama göre de farklılık gösterebilir. Ahmet ya da Fatma için baş edilmesi zor olan bir husus, Yusuf ya da Betül için hiç de zor olmayabilir. Üç hafta önce kaygı ile bunalım yaşatan hadiseler, üç hafta sonra tebessümle karşılanabilir. Bir de istenmeyen olaylar üst üste gelirse daha farklı tepkiler söz konusu olabilir.

Tam da bu noktada dört temel soru çıkıyor karşımıza:

1) İnsan, neden ve nasıl zorlanır?

2) Zorlanan insan, acaba kendisinde stres oluşturan kaynakları nasıl algılamakta ve anlamlandırmaktadır?

3) Zorlandığı durumlarla başa çıkabilmekte midir?

4) Şayet başa çıkıyorsa bu nasıl gerçekleşmektedir?

Başarısızlık yaşamak, ölümcül bir hastalığa yakalanmak, iflas etmek; eş, evlat ve ebeveyn gibi sevilen kişilerin ansızın vefatına şahit olmak, doğuştan ya da sonradan engelli olmak yahut engelli bir çocuğa sahip olmak gibi olgular kişinin üstesinden gelmekte zorlandığı yaşam olaylarıdır. Keza doğal felaketler (yel ve sel felaketleri, grizu patlamaları, depremler), salgın hastalıklar, terörist eylemler ve savaşlar da bu bağlamda insanı zorlayan hadiselerdir.  Bir de göreli yoksunluk denen bir husus var; bireyi zorlayan, sıkıştıran ve umutsuzluğa sevk eden. Göreli yoksunluk hâli, kişinin kendisini başkalarıyla kıyaslayarak mutsuz, huzursuz ve yetersiz hissettiği durumlarda daha fazla hissedilir. Bu da bireyi, ruhsal bakımdan sıkıştıran ve örseleyen bir olgudur. Kuşkusuz insanı zorlayan hadiseler bunlarla sınırlı değil. Geleceğe yönelik karamsarlık içeren bir haber duymak, yüz yüze ya da gıyaben kendisine yönelik olumsuz ithamlara maruz kalmak da insanın dengesini alt üst edebilir. Şunu da ilave edelim: Fiziksel acılar, belirsizlik içeren hâller ve geleceğin daha kötü olacağına yönelik düşünceler, bireyi ziyadesiyle yıpratıcı bir yapı ve muhteva kazanabilmekte. Burada sıralanan bütün hadiseler ve deneyimler temelde stres oluşturan yaşam olayları kategorisinde değerlendirilebilir. Bahsi geçen bütün bu hadiseleri “ilişkisel sorunlar”, “kayıplar” ve “yaşamsal tehdit algısı” şeklinde üç maddede özetlemek mümkün.   

İnsanların “kişilik yapısı”, “dayanma gücü/metanet düzeyi”, “sosyal destek algısı”, “inanca adanmışlığı” ve “inancından destek alma potansiyeli” farklıdır. Burada bahsi geçen farklılıklar, zor yaşam olayları karşısında insanın nasıl bir tavır takınacağını, dahası sorunlarının üstesinden nasıl geleceğini belirlemede işlevseldir.

Psikolojik bakımdan kırılgan ve zayıf kişilik yapısına sahip olanlar, yaşadığı ve gözlemlediği olumsuz hayat olaylarıyla baş etmekte zorlanabilir. Zira onlar, ziyadesiyle korunaksızdır ruhsal bakımdan. Tersine psikolojik sağlamlık düzeyleri yüksek olanlar, bu bağlamda sabırlı ve metanetli bireyler, kolayca yıkılıp dağılmazlar. Bu tip insanlar; üzülebilir, ağlayabilir, bocalama yaşayabilir, hatta psikolojik dengelerini kaybederek sendeleyebilir fakat kısa sürede toparlanarak gündelik hayatlarına devam ederler. İşte burada bireyin kişilik yapısı ve psikolojik sağlamlık konusu temel bir unsur olarak ortaya çıkmakta.

Zorlanan insana, çevresinin sunduğu sosyal destek hem “Yalnız değilsin.” mesajı verir hem de alternatif çözüm yollarını gösterir. Yapılan bilimsel çalışmalar fiziksel ve ruhsal rahatsızlıkların üstesinden gelmede sosyal desteğin merkezî bir öneme sahip olduğunu göstermekte.  Aristo’dan Farabi’ye hemen her düşünür, insanın doğası gereği içtimai (sosyal) bir varlık olduğunu vurgular. Çalışmayı, temas kurmayı ve mücadele etmeyi yani hayatın içinde olmayı içeren sosyallik, insanların maddi ve manevi anlamda birbirine omuz vermesini, başkalarının dertleriyle dertlenmeyi gerektirir. Dahası, insanların birbirlerine içlerini dökerek rahatlamasını (katarsis), nihayet olumsuz hadiselerin farklı bir bakış açısıyla algılanmasını beraberinde getirir.

Anlaşılacağı üzere sosyal destek ziyadesiyle güç ve kuvvet vermektedir zorlanan insana. Nitekim Hz. Peygamber’in gerek ilk vahiy geldiği zaman gerekse inkıta-ı vahiy sürecinde yaşadıklarını anlama ve anlamlandırmada başta eşi Hz. Hatice olmak üzere sosyal çevresinin ona açıkça destek sunduğunu görüyoruz.

Şu hususu da vurgulayalım: “Ahlaki olgunluk” denilen durum, özünde başkalarına verebileceğimiz her türlü “sosyal destek” ile yakından ilişkili.  Burada sadece destek alan açısından değil destek veren açısından da ziyadesiyle kıymetli bir tutum ve davranış söz konusu. Destek alan, yaşadığı zorlanımlı hadiselerin üstesinden gelme hususunda ilave bir kuvvet elde ederken destek veren de ahlaki bakımdan daha iyi bir düzeye gelmekte.

Zorlanan birey, inançlarından ve değerlerinden içsel destek alamazsa sadece dıştan sunulan sosyal destek onun sorunlarıyla, kaygılarıyla ve örselenmişlikleriyle başa çıkmada yeterli olmayabilir. İşte bu noktada bireyin Allah tasavvuru, kader algısı ve imtihan düşüncesiyle birlikte sabır, metanet, tevekkül ve rıza hâli devreye girmekte. Dua ve ibadet davranışlarını da hassaten anmak gerekir.

Allah’ın celal vasfını reddetmeksizin cemal vasfının öne çıktığı bir Tanrı tasavvuru, bireyi ruhsal bakımdan güçlendirir. Kaderiyye ve Cebriyye’ye savrulmayan dengeli bir kader inancı, yaşanan olumsuzlukları Allah’ın bilgi, irade ve yaratmasıyla ilişkilendirmeye zemin hazırlar.  Allah tasavvuru ve kader inancı birleşince rahman ve rahim olan Allah’ın bizimle ilgili bir planının olduğu düşüncesi zihnimizi dönüştürmeye başlar. Evet, bir plan vardır fakat biz bu planın ne olduğunu bil(e)miyoruz.  Zira bilgimiz sınırlı. Daha kapalı bir kapının ardında ne olduğunu kestiremeyen insan, geleceğin nasıl olacağını nereden bilebilir düşüncesi ise sekinet hâlini davet eder. Elden ne gelirse yapılmalıdır. Zira ilahi irade, zorluklardan çıkabilmeyi birtakım nedenlere bağlamıştır: Aramak, araştırmak, mücadele etmek ve hayatın içinde kalmak… “Arayanlar bulur ya da bulanlar arayanlardır.” sözü geliyor aklımıza. Tam da burada “takdire teslimiyetçi” (Allah aktif, birey pasif) ve “benlik güdümlü” (Allah pasif, birey aktif) başa çıkma stratejilerinin verimsiz olduğunu vurgulamak durumundayız. “İşbirlikçi başa çıkma”da ise (Allah aktif, birey aktif) mücadele, arayış ve üstesinden gelme denilen bir durum giriyor devreye. Hem zorlanan insana yeni bir umut ve teselli imkânı hem de yeterince çabaladıktan sonra, sonucu Allah’a havale etme (tevekkül) durumu. Nihayet başa gelene rıza gösterme… Bu süreçte sabır ve metanetin de pasif değil aktif olması lazım. Zira pasif sabır ve metanet sadece tahammül etmeyi yani katlanmayı, aktif sabır ve metanet ise mücadele ile hayata tutunmayı iktiza eder.

Bireyin Allah ile ilişkisini, Allah’ın yanında ve yakınında olduğunu hissetmesini sağlamada en önemli vasıtalar ise dua ve ibadettir. “Yalnız değiliz.” duygusu ve yaşanan ana odaklanma, dua ve ibadetle iyice pekişir.  Dahası biriken gerilimin (tansiyon) baskısından kurtularak rahatlama duygusu (katarsis) yaşanır. Şunun altını önemle çizelim: Bireyin kişilik yapısı ve inanca adanmışlık düzeyi, onun zorlandığı durumlarla başa çıkmasında nasıl bir yol ve yöntem takip edeceğini belirlemede işlevsel bir değere sahip.

Yaşanan zorluklar, içimizdeki potansiyeli izhar edebilmek için gereklidir, âdeta demirin ateşte dövülerek çelik hâlini alması gibi.  Meseleye buradan bakış, “yeniden çerçeveleme” denilen algısal farklılaşmayı yani olayı farklı bir bakış açısıyla değerlendirmeyi beraberinde getiriyor. Bilişsel davranışçılıkta bakış açısını değiştirme olarak tanımlanan bir durumla yüz yüze geliyoruz. Böyle bir değişim hâlinde inançlar bireye âdeta şunu söylüyor: Meseleye oradan değil şuradan bak. Şayet bakış değişirse olumsuz gibi görünen olayın anlamlandırılması da farklı bir boyut kazanacaktır. Esasen insanı sıkıntıya sokan olayın kendisi değil ona yüklenen anlamlardır.  Olay aynı kalsa da yüklenen anlam değiştiği anda her şey değişmeye başlar. Zira manzara (görünen yer) noktainazara (bakış açısına) göre yeni bir hâl ve şekil kazanır. Bunun gerçekleşebilmesi için inanca adanmışlık, inançla bütünleşme, Allah ile ruhsal temas kurabilme, ibadetlere sadece bedenin değil kalbin de iştirak edebilmesi ziyadesiyle önemli. Zira ruh sağlığına iyi gelen asıl husus, neye inandığımızdan öte nasıl inandığımızdır.

Editör: Ömer Ceylan