Dr. Öğretim Üyesi Fatma Kızıl

Yalova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yardımlaşma konusunda koyduğu ölçü, kişinin kendisinin ve yakınlarının nafakasını temin ettikten sonra maddi yardımda bulunmak istediğinde bunu nasıl yapması gerektiğine işaret eder. Buna göre tasaddukta bulunmak isteyen kişi, önce mali açıdan kendine yeter hâle gelmeli ve birinci derece sorumlu olduğu kişilerin temel ihtiyaçlarını karşılamalı, ardından yakın çevresinden başlayarak yardımlarına devam etmelidir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sadakanın en güzeli kişinin kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kalan maldan kendini zor durumda bırakmadan verdiğidir.” (Nesâî, Zekât, 53) buyurarak yardımlaşmada ikinci bir ölçüye de işaret etmekte, kendimizi ve ailemizi muhtaç bırakmayacak şekilde tasaddukta bulunmamızı öğütlemektedir. O, ashabından mal varlığının büyük kısmını başkalarına dağıtmak isteyenlere izin vermemiş; onları, ailelerini başkalarına muhtaç hâlde bırakmamaları konusunda uyarmıştır (Buhârî, Cenâiz, 36). Bu uyarının muhataplarından Sa‘d b. Ebî Vakkâs’a “Mirasçılarını zengin bırakman, başkalarına muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır.” diyerek “Yemek yerken eşinin ağzına koyacağın bir lokmanın dahi karşılığını alacaksın.” müjdesini vermiştir.

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yardımlaşma konusunda işaret ettiği denge ve ölçünün ibadetler konusunda da geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Resulüllah (s.a.s.), sahabe arasında gecelerinin tamamını ibadetle geçirmek isteyenleri ve her gün oruç tutmaya niyetlenenleri uyarak onlara ailelerinin üzerlerindeki haklarını hatırlatmıştır (Buhârî, Nikâh, 1). Dolayısıyla kişi, ailesinin ve yakınlarının sadece temel maddi ihtiyaçlarına değil manevi ihtiyaçlarına da öncelik vermelidir.

Temel ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte başkaları ile ilişkilerinde gösterdiği iyilik, hassasiyet ve nezaketi ailesinden esirgeyen Müslüman, Hz. Peygamber’in emrini layığıyla yerine getirmiş sayılmaz. Çünkü hadisler, toplumun sadece maddi değil manevi refahını da temin etmek üzere en yakınlarımızdan başlayan bir iyilik hareketinin gerekliliğine işaret etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), en yakınlarımıza yaptığımız iyiliklerin, Yüce Allah’ın sılayırahim emrinin bir gereği olduğunu bildirmiştir (Ebû Dâvûd, Edeb, 129). Diğer bir ifadeyle kişinin, yakınlarının maddi ve manevi refahını temin için yaptığı her türlü iyilik, nafile bir ibadet olan tasadduktan farklı olarak yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk ve vazifedir.

Hayatın her alanında bize mutedil ve dengeli bir yol izlemeyi öğütleyen Peygamber'imiz (s.a.s.), kişinin öncelikle temin etmesi gereken “temel maddi ihtiyaçlar”ın belirlenmesinde esas alınacak ölçüyü de göstermiştir. Onun hayatını bir bütün olarak düşündüğümüzde bugün ihtiyaç kabul ettiklerimizin gerçekten bu niteliği taşıyıp taşımadığı konusunda dikkatli olmamız gerektiğini göz ardı etmemeliyiz. Kestikleri koyundan sadece kürek kemiğini kendilerine ayıran Peygamber ailesi, üst üste iki gün buğday ekmeğiyle karnını doyurmamış; Hz. Peygamber, değirmen kullanmaktan elleri yara olan sevgili kızı Fâtıma’nın hizmetçi talebini, fakir suffe talebeleri nedeniyle kabul etmemiştir (Buhârî, Farzü’l-humus, 6; Et‘ime, 23; Tirmizî, Sıfâtü’l-kıyâme, 33). Hz. Peygamber (s.a.s.), sadaka kavramını, maddi yardımdan aile bireylerinin birbirlerine yönelik güzel davranışlarını, selâmlaşmayı, tebessümü, yoldan insanlara zarar verecek bir taşı kaldırmayı da içine alacak şekilde genişletmiştir. Sadaka kavramının içine giren iyilik, güzel muamele ve yardımlaşma, aile ve toplumu bir arada tutacak bir harç vazifesi görmektedir. Bir binanın tuğla tuğla yükselmesi gibi Müslümanlar; önce kendileri ve aileleri, ardından akrabaları, komşularına doğru genişleyen iyilik ve yardımlaşma ağıyla güçlü bir toplum inşa edebilecektir. Bilindiği gibi bütün kalıcı değişim ve dönüşümler toplumun en ufak yapı taşlarından başlar, halka halka yayılır. Elbette, iyilik ve dayanışma temelinde kurulmuş ailelerden müteşekkil bir toplumun hâkim vasfı da iyilik olacaktır.

Kur’an ve sünnet bütünlüğü çerçevesinde meseleye bakıldığında da “Allah'a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah (c.c.) kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisâ, 4/36) ayetinde iyilik ve yardımlaşmada en yakınlardan başlamanın emredildiği görülür. Bu iyilik, onlarla bağlarımızı koparmamayı, ihtiyaçlarını karşılamayı ve güzel muameleyi de kapsar. Yine Yüce Allah’ın (c.c.) Müslümanları mutedil bir ümmet olmakla övmesi ve akrabaya, yoksullara ve yolda kalmışlara yardım ederken israfa kaçmamayı emretmesi, Hz. Peygamber’in hayatında kurduğu ve bize öğrettiği denge ile paraleldir (Bakara, 2/143, İsrâ, 17/26).

Bir yerde, israfa kaçmadan temel ihtiyaçlarını karşılayarak refah düzeyine ulaşan Müslümanların, yardımlaşma halkasını zamanla daha da genişleterek başka bölgelerdeki Müslümanlara yardım etmelerinin de önü açılmış olur. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vermeye yakınlarımızdan başlamamız gerektiğine dair uyarısı bir sınırlamaya değil bir başlangıca, iyilik yolunda atılmış ilk adıma işaret etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.), Müslümanlara dünyanın geçiciliğini ve ebedî ahiret hayatının onları beklediğini bildiren ayetleri tebliğ etmiş, kendisi de Müslümanlara bu yönde uyarılarda bulunmuştur. Bu uyarıların yanı sıra sadaka-i câriyenin müjdesini almış Müslümanların, biriktirdikleri değil, aileleri, akrabaları ve diğer Müslümanlara verdikleri ve onların refahı için harcadıkları malların ve bu yönde gösterdikleri her türlü çabanın asıl kazanç olduğunu unutmaması gerekir.

Editör: Mehmet Çalışkan