Görülmeye değer bir varlıktır insan. Güneş nasıl her şeyin üzerine doğuyorsa her gün, insana da doğar, görülsün bilinsin fark edilsin diye. Gün yüzüne çıkan insan eşsiz donanımı ve gayretiyle daha da görünür kılar kendini. Bilinmek fıtri bir ihtiyaçtır çünkü yok sayılıp tanınmamak ise acı bir deneyimdir insana. Hal böyleyken takdir ve teşekkür ihtiyacı hasıl olur insanda. Nihayetinde görüldüğünün alametidir taltif görmek. Övme ve övülme değer duygusunun can suyudur adeta. Samimi, doğal ve içten olduğu sürece görülmeye değer insanı besleyen manevi bir gıdadır. Doğallığın bozulduğu yerde ise denge şaşar, gıda zehir oluverir.

Takdir yerinde ve dozunda olduğunda tevazuyu besler. Övülmek ihtiyacı ve övmenin dozu şaştığında ise benlik duygusu mayalanmaya başlar. Övgüyle gelen kabarmanın hazzı baş döndürücüdür. Gün yüzünde olmak, güneşin ışıkları altında olmak da yetmez, kendi ışığını ve sahnesini kurar. Doğallığın yetemediği bir profille sahne almaya başlar. Görülmek, beğenilmek, övülmek ardı ardına gelir. Esir eden bu tutku bir girdap gibi içine alıverir insanı. Olduğundan fazla görülmek, gerekenden çok daha fazlasına layık olduğu hissini yaşatır. Herkesten fersah fersah ötededir artık... Ardındakilerden uzaklaştıkça hepsi daha da küçülmeye başlar. Bu hazzın ağında her yeme av olur ve tattığı hazzı kaybetmemek için kaybeder kendini. Önünde sonunda kendinden geçer insan...

Halbuki kendinden geçmemesi gereken insanın “Sakin ol! Ben bir kral değilim. (Güneşte) kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” (İbn Mâce, Et’ıme, 30) diyerek övgülere nezaketle yön veren Sevgili Peygamberimiz (as) e tabi olmaya ne de çok ihtiyacı vardır.

Çünkü “Rahman"ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, "selâm!" der (geçer)ler.” (Furkân, 25/63)

Selam almak ve vermek öyle sırlıdır ki; kişinin benlik mücadelesinin hangi mertebede olduğunun göstergesidir. “Sınır tanımadan” yaklaşan herkese vakarlı bir cevaptır müminin selamı. Sesinden, bakışından, tavrından süzülen vakarla diklenmeden dik durmak denen duruş. Kibirden arınmış gücünü hakikatten alan bir duruş.

Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.” (İsrâ 17/37)

Selam gibi yürüyüş de öyle anlamlıdır ki; kişiyi yolundan alıkoymak isteyenlere yönünü şaşmayan adımlarla istikameti göstermektir adeta.  Gücünü hakikatten alan insan sağlam basar. Zaaflarla mücadele edenin ise adımları zayıflar, bunu fark ettikçe olmayanı oldurmanın telaşıyla aslından uzak bir kovalamaca başlar. Yeryüzünün “en” iyisi olduğu sanrısına yenik düşer. Işıkların altındaki sahnesinde yazar ve oynar. Yalancı ışıkların altında gerçeklik algısı kaybolur ve hakikati “göremez”, dahası inkâr başlar. “...Kibir, hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, Îmân, 147)

İki taraflı bir mesuliyettir vakarın muhafazası...Yerinde ve miktarınca alınan ve verilen taltif olgunlaştırır. Selam da kelam da yürüyüş de tabiata uygun ve doğal akışında kalır. İnsanlık düzleminde “krallık” şölenlerine meydan vermemek, insanlığın ortak çabasının bir ürünüdür adeta.

Asıl mesele ise hakiki rızanın izini sürmektir. Çünkü takdir ve sevginin kaynağını bulan ve bilen iyi, güzel ve doğru olmaya çabalar. Övgülere mazhar olmak için değil hakikatte kendini güzel kılmak için gayret eder. “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” (Beyyine 98/8) ayetinde de geçtiği üzere rahmeti öyle geniştir ki Rabbin baştan kullarından razı olmuştur. Biz kulların asli mesuliyeti, O’nun rahmet nazarından düşmemektir. Göze girmek değil, zaten Rabbin verdiği kıymeti vakarla korumaktır.