Ebû Hüreyre'nin (ra) anlattığına göre o, “Ey Allah'ın Resûlü! Yüce Rabbin (cc) sana şefaat konusunda nasıl bir hak bahşetti?” diye sormuş, Resûlullah (sas) şöyle cevap vermişti:

“Senin ilme olan tutkunu bildiğim için bunu bana ilk soranın da sen olacağını tahmin etmiştim. Benim şefaatim, kalbi dilini, dili de kalbini tasdik ederek Allah'tan (cc) başka ilâh olmadığına samimiyetle şehâdet eden kimse içindir.”

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ أَنَّهُ قَالَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ مَاذَا رَدَّ إِلَيْكَ رَبُّكَ عَزَّ وَجَلَّ فِي الشَّفَاعَةِ؟ قَالَ: لَقَدْ ظَنَنْتُ لَتَكُونَنَّ أَوَّلَ مَنْ سَأَلَنِي “لِمَّا” رَأَيْتُ مِنْ حِرْصِكَ عَلَى الْعِلْمِ شَفَاعَتِي لِمَنْ يَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ مُخْلِصًا يُصَدِّقُ قَلْبُهُ لِسَانَهُ وَلِسَانُهُ قَلْبَهُ.

(HM10724 İbn Hanbel, II, 518)

***

عَنْ أَبِى مُوسَى الأَشْعَرِيِّ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “خُيِّرْتُ بَيْنَ الشَّفَاعَةِ وَبَيْنَ أَنْ يَدْخُلَ نِصْفُ أُمَّتِى الْجَنَّةَ. فَاخْتَرْتُ الشَّفَاعَةَ. لأَنَّهَا أَعَمُّ وَأَكْفَى أَتُرَوْنَهَا لِلْمُتَّقِينَ؟ لاَ وَلَكِنَّهَا لِلْمُذْنِبِينَ الْخَطَّائِينَ الْمُتَلَوِّثِينَ.”

Ebû Musa el-Eş'arî'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Bana, şefaat etme ya da ümmetimin yarısının cennete girmesi hakkında tercih yapma fırsatı verildi; ben şefaat etmeyi seçtim. Çünkü o daha kapsamlı ve daha yeterlidir. Siz şefaatimin takva sahibi müminler için mi olacağını sanırsınız? Hayır. Aksine o, günahkârlar, çok hata işleyen ve kirlenenler içindir.”

(İM4311 İbn Mâce, Zühd, 37)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لِكُلِّ نَبِيٍّ دَعْوَةٌ يَدْعُوهَا فَأُرِيدُ أَنْ أَخْتَبِئَ دَعْوَتِى شَفَاعَةً لأُمَّتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Her peygamberin niyaz ettiği bir duası vardır. Ben de duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklamak istiyorum.”

(M487 Müslim, Îmân, 334)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ:قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ وَأَوَّلُ مَنْ تَنْشَقُّ عَنْهُ الأَرْضُ وَأَوَّلُ شَافِعٍ وَأَوَّلُ مُشَفَّعٍ.”

Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Ben âdemoğlunun efendisi, kabri ilk açılacak olan, ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olanım.”

(D4673 Ebû Dâvûd, Sünnet, 13)

***

عَنْ أَبِي أُمَامَةَ الْبَاهِلِيِّ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “اقْرَءُوا الْقُرْآنَ فَإِنَّهُ يَأْتِي شَفِيعًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ لِصَاحِبِهِ…”

Ebû Ümâme el-Bâhilî'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kur'an okuyun! Çünkü Kur'an, kıyamet gününde dostuna (okuyucusuna) şefaatçi olacaktır…”

(HM22546 İbn Hanbel, V, 255; M1874 Müslim, Müsâfirîn, 252)

***

Peygamber Efendimiz (sas), kendisine hizmet eden sahâbîlerin durumuyla yakından ilgilenir, ihtiyaçlarının olup olmadığını sorardı. Bu sahâbîlerden biri olan Rebîa b. Kâ’b el-Eslemî de Resûlullah’ın (sas), "Bir ihtiyacın var mı?" sorusuna sık sık muhatap olan kimselerdendi. Bir gün yine bu şekilde kendisine sorduğunda, "Evet ey Allah’ın Resûlü! Bir ihtiyacım var." dedi. Resûlullah (sas), "İhtiyacın nedir?" buyurduğunda da, "İhtiyacım, kıyamet günü bana şefaat etmendir." cevabını verdi. Bunun üzerine Kutlu Nebî (sas), "Sana bu konuda kim yol gösterdi?" sorusunu yönelttiğinde o, "Rabbim." cevabını verdi. Allah Resûlü (sas), "İllâ bunu istiyorsan çok secde yaparak bana yardımcı ol!" buyurdu.

"Şefaat", âhiret gününde Resûlullah’ın (sas), diğer peygamberlerin ve kendilerine izin verilen salih kimselerin, müminlerin bağışlanmaları için Allah (sas) katında dua ve niyazda bulunmaları anlamında kullanılmaktadır. Nitekim yukarıda anılan sahâbî de, şefaatin varlığından haberdar olmuş ve kıyamet gününde bundan istifade etmek istemişti.

Câhiliye döneminde, insanlar arasında yaygın bir şefaat anlayışı vardı. Putları aracı kılmaya dayanan bu anlayışa göre, Yaratıcı’ya (sas) ulaşma yolunda put gibi somut bir destek şarttı. Putlara tapmayı meşrulaştırarak onları vazgeçilmez kılan böyle çarpık bir anlayış sebebiyle şefaat fikri neredeyse Allah’a (sas) ortak koşmanın sembolü hâlini almıştı. Kur’ân-ı Kerîm, o günkü durumu, "Allah’ı (cc) bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve "İşte bunlar Allah (cc) katında bizim şefaatçilerimizdir." diyorlar..." âyetinde tasvir etmektedir. Onlar bu anlayıştan ötürü Hz. Peygamber’e (sas) inanmak istemiyor ve putların kendileri ile Allah (cc) arasında aracı, şefaatçi olacaklarını belirtiyorlardı. "...O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, "Biz, onlara sadece bizi Allah’a (cc) daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." diyorlar."

Kur’an, şefaat konusuna önemle vurgu yapmıştır. "Yoksa Allah’tan (cc) başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?" "De ki: Şefaat tümüyle Allah’a (cc) aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na (cc) döndürüleceksiniz." âyetleriyle Allah’a (cc) ortak koşulan hiçbir şeyin değeri olmadığını ve bunların şefaatçi olamayacağını, şefaatlerinin hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğini belirtmiştir.

"O’nun izni olmadan şefaat edebilecek hiçbir şefaatçi yoktur..."

"O’nun izni olmadıkça şefaat edecek kimmiş?"

"Rahmân’ın (cc) katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır."

"Bunlar Allah’ın (cc) rızasına ermiş olandan başkasına şefaat edemezler..."

"O gün Rahmân’ın (cc) izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez."

"O’nu bırakıp taptıkları şeyler şefaat edemezler. Ancak bilerek Hakk’a (cc) şahitlik edenler şefaat edebilirler."

Bütün bu âyetlerde sadece Allah’ın (cc) izin verdiklerinin şefaat edebileceğine işaret edilmektedir. Buna göre Allah Teâlâ’nın (cc) rahmet ve ikramı ile bazı müminlerin şefaatine izin vereceği anlaşılmaktadır.

Hadislerde ise şefaat izni verilecek kimselerle, kendilerine şefaat edilecek olanların kimler olduğuna dair ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Ebû Hüreyre (ra), "Ey Allah’ın Resûlü! Yüce Rabbin (cc) sana şefaat konusunda nasıl bir hak bahşetti?" diye sorunca şu cevabı almıştır: "Senin ilme olan tutkunu bildiğim için bunu bana ilk soranın da sen olacağını tahmin etmiştim. Benim şefaatim, kalbi dilini, dili de kalbini tasdik ederek Allah’tan (cc) başka ilâh olmadığına samimiyetle şehâdet eden kimse içindir."

Hayatını günahlara dalarak geçirmiş olsa da inanan bir insan, müşriklerin ve kâfirlerin aksine, günah işlerken bile Allah’tan (cc) başkasına itaat kastı taşımaz, günahıyla övünmez, aksine pişman olup, af diler. Ümitsizliğe, karamsarlığa kapılmadan, iman ettiği Rabbine (cc) karşı yüreğinin derinliklerinde kendisini kurtaracak bir ümit ışığı besler. Peygamber Efendimiz (sas) bununla ilgili olarak da, "Bana, şefaat etmek ya da ümmetimin yarısının cennete girmesi hakkında tercihte bulunma fırsatı verildi; ben şefaat etmeyi seçtim. Çünkü o daha kapsamlı ve daha yeterlidir. Siz şefaatimin takva sahibi müminler için mi olacağını sanırsınız? Hayır. Aksine o, günahkârlar, çok hata işleyen ve kirlenenler içindir." buyurmuştur.

Âhirette Hz. Peygamber’in (sas) ilk şefaatinin nasıl gerçekleşeceğinin de ilginç bir hikâyesi vardır. Hesaba çekilmek üzere uzun bir süre bekleyen insanlar hesabın başlatılması için sırasıyla Hz. Âdem (as), Hz. Nuh (as), Hz. İbrâhim (as), Hz. Musa (as) ve Hz. İsa’dan (as) şefaat talebinde bulunacaklar, ancak o günün dehşeti karşısında hiçbiri buna yaklaşmak istemeyecektir. Sonunda Hz. İsa (as) bu taleplerini Hz. Muhammed’e (sas) iletmelerini tavsiye edecektir. İnsanlar Hz. Peygamber’e (sas) yönelecekler, Hz. Peygamber (sas) de Allah’tan (cc) şefaat talebinde bulunacak ve Allah Teâlâ (cc) onun bu isteğini kabul edecektir.

Allah Resûlü (sas) bir gün, Hz. İbrâhim (as) ve Hz. İsa’nın (as) kendilerine inananlar için yaptıkları duaları hatırlar. Kur’ân-ı Kerîm’de de yer alan bu duaları okuduktan sonra ellerini açar ve "Yâ Rabbi, ümmetim, ümmetim!" diyerek dua edip, ağlar. O kadar yalvarır ki nihayet ümmeti hakkında kendisinin razı edileceği müjdesini alır. Ve kıyamete kadar yaşayacak bütün insanlığın son tebliğcisi ve hak dinin tamamlayıcısı olan Hz. Muhammed’e (sas) de şefaat için izin verilir. O (sas) diğer peygamberlere göre kendisine daha çok inanan olduğunu belirtir. Ve "Her peygamberin niyaz ettiği bir duası vardır. Ben de duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklamak istiyorum." buyurur. Bunun yanında, "Ben âdemoğlunun efendisi, kabri ilk açılacak, ilk şefaat edecek olan ve şefaati ilk kabul edilecek olanım." buyurarak şefaat hususunda kendisine tanınan ayrıcalığa işaret eder.

Allah Resûlü’ne (sas) bahşedilen bu şerefli konum, ‘makâm-ı mahmûd’ diye adlandırılmaktadır. Bu makam, Peygamberimizin (sas) ümmeti için şefaat dilediği makamdır. İnsanlar için af dilediği o en yüce, en büyük, en kapsamlı şefaat, ‘şefaat-i uzmâ’dır. İnsanlar kendileri için şefaatte bulunmasını istediklerinde Resûlullah (sas), Allah’ın (cc) huzurunda secdeye kapanacak, O’na hamdedip övgüler sıralayacak ve kendisine, "Dile! Ne dilersen, dileğin yerine getirilecek. Şefaat et! Şefaatin kabul edilecek. Söyle! Sözün dinlenecek." denilecektir. İşte Kur’an’da, "Gecenin bir kısmında da uyanarak sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere teheccüd namazı kıl ki, Rabbin seni makâm-ı mahmûda ulaştırsın." âyetinde ifade edilen ‘makâm-ı mahmûd’ da bu olacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kâfirler, Allah’a (cc) ortak koşan müşrikler ve âhireti inkâr edenler için şefaatin söz konusu olamayacağı ayrıca belirtilmiştir:

"Onlara (kâfirlere) şefaatçilerin şefaati fayda vermez."

"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır..."

"Onlar (ashâbü’l-yemîn) cennetlerdedirler. Birbirlerine suçlular hakkında sorular sorarlar ve dönüp onlara şöyle derler: "Sizi cehenneme ne soktu?" Onlar şöyle derler: "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula yedirmezdik. Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık. Ceza gününü de yalanlıyorduk. Nihayet ölüm bize gelip çattı." Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez."

Allah’ı (cc) inkâr eden kimse peygamber yakını bile olsa kendisi için şefaat ve bağışlanmanın mümkün olmayacaktır: "Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan sonra —yakınları da olsalar— Allah’a (cc) ortak koşanlar için af dilemek ne Peygamber’e (sas) yaraşır ne de müminlere. İbrâhim’in (as) babası için af dilemesi sadece ona verdiği bir söz yüzündendi. Onun bir Allah (as) düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca, ondan uzaklaştı..." Peygamber Efendimize (sas), kendisini müşriklere karşı koruyan, himaye eden amcası Ebû Tâlib’e şefaat edip edemeyeceği sorulunca, şefaatinin onun azabını azaltma ihtimali olsa da, cehennemden kurtarmaya yetmeyeceğini belirtmiştir. Bütün bu âyet ve hadislerde vurgulanan ortak nokta, şefaat etme izni verenin, şefaat edilebilecek kişileri belirleyenin ve buna rıza gösterenin Allah (cc) olduğu gerçeğidir.

Resûlullah (sas), "Kıyamet günü üç zümre şefaat eder; peygamberler, sonra âlimler, sonra da şehitler." buyurarak şefaat için izin verilenlerin kimler olduğunu beyan etmişti. Yaşamları boyunca bütün gayretlerini, insanları doğru yola çağırmak için seferber eden peygamberler şefaat ederler. Peygamberlik gibi ulvî bir görev sayesinde dünyada insanların en değerlisi olma payesine sahip olan bu yüce insanlar âhirette insanların kurtuluşu için aracılık etmek gibi ilâhî bir lütfa, şerefli bir makama elbette lâyıktırlar.

Şehitler ve âlimler için verilen şefaat izni, onları diğer insanlardan ayıran üstün vasıfları dolayısıyladır. İnsanlığı karanlıktan aydınlığa çağıran peygamberler gibi iyiliği emredip kötülükten alıkoyan, Hak uğruna canından vazgeçen, Allah (cc) ve Resûlü’ne (sas) itaatte zirveye ulaşan bu insanlar, elbette Rableri katında onurlu ve şerefli bir makama nail olurlar. Ayrıca Resûl-i Ekrem (sas), şehitlerin altı özelliğinden birinin, akrabalarına şefaat edebilmelerine izin verilmesi olduğunu söyler. Aynı şekilde Kur’an’ı okuyup ezberleyen, helâl kıldıklarını helâl sayan ve haram kıldıklarını haram kabul edip uzak duran hafız kimselerin de cennete gireceklerini ve Kur’an sayesinde ailelerine şefaatçi olabileceklerini bildirir.

İnananların kurtuluşu için hüküm gününün sahibi olan Allah’tan bağışlanma dileyerek şefaat kapısını çalacak olanlar sadece peygamberler ve şehitler değildir. Kıyamet günü salih müminler de, cezaya çarptırılan kardeşlerinin azaptan kurtulmaları için Rablerine dua ederler. Allah Resûlü (sas), müminlerin cehenneme giren kardeşlerinin kurtuluşu için Rablerine (cc) yakarışlarını şöyle bir tabloyla tasvir eder:

"Müminler Rablerine (cc) diyecekler ki, "Ey Rabbimiz! Bu cehenneme girecek olanlar, bizim mümin kardeşlerimizdi. Bizimle birlikte namaz kılıyor, bizimle oruç tutuyor, bizimle hacca gidiyorlardı. Fakat sen onları ateşe koymuşsun?" Allah (cc) onlara, "Gidin onlardan tanıdıklarınızı oradan çıkarın." buyurunca, cehennemliklerin yanına giderler. Onları yüzlerinden tanırlar, bir kısmı dizlerine kadar ateş içerisindedirler, bir kısmı da topuklarına kadar ateşte. Onları ateşten çıkarınca, "Yâ Rabbi, emrettiklerini çıkardık." deyip Allah’a (cc) yönelirler. Allah (cc) da, "Önce kalplerinde dinar ağırlığında iman olanları, sonra yarım dinar ağırlığında iman olanları, daha sonra da kalplerinde zerre miktarı iman olanları ateşten çıkarın." buyurur." Hadisi Peygamberimizden (sas) nakleden Ebû Saîd el-Hudrî (ra), bu söylediklerine inanmayanların şu âyeti okumalarını tavsiye eder: "Şüphesiz Allah (cc), kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a (cc) şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur."

Müminlerin cehennem azabından kurtulması için şefaat etmelerine izin verilenler arasında melekler de vardır. İnsanlığa hidayet kaynağı olan Kur’an’ın bize ulaşmasında görev yapan ve inananlar için yeryüzünde bağışlanma dileyen melekler, dünyada müminlerin kurtuluşu için yerine getirdikleri vazifelerini, âhirette peygamberlerle birlikte müminlere şefaat dileyerek bir kez daha ifa ederler. O gün melekler Allah’ın (cc) izin verdiği kimselere şefaat eder ve Allah’a (cc) şöyle yalvarırlar: "Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tevbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azabından koru."

Bu rivayetlere bakılarak şefaatin, herhangi bir dereceyi hak etmeyen birisi için yapılan aracılık, kayırma, imtiyaz şeklinde olacağı anlaşılmamalıdır. Zira böyle bir durum ne ilâhî adalet ne de şefaat etmelerine izin verilenler açısından mümkündür. Aslında şefaat, sonsuz derecede rahmet sahibi olan Allah’ın (cc), şirke ve küfre bulaşmayan kullarını affedip bağışlamasının yollarından biridir. Kur’ân-ı Kerîm’e göre, "Şüphesiz Allah (cc), kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalanları ise dilediği kimseler için bağışlar." Peygamber Efendimiz (sas) de, "Her kim Allah’tan (cc), başka ilâh olmadığını bilerek ölürse cennete girecektir." buyurur. Bu anlamda nakledilen diğer rivayetlerde de Allah’ın (cc) iman edip şirke bulaşmayan insanları dileyeceği bir zamanda affedeceğine işaret edilir. Bu âyet ve hadisler, insanları ibadet etmekten ve salih ameller işlemekten alıkoymamalı, onları gevşekliğe sevk etmemelidir.

Hz. Ömer (ra) ile Resûlullah (sas) arasında yaşanan bir olayı Ebû Musa el-Eş’arî (ra) şöyle anlatıyor: "Bir gün kabilemden birkaç kişiyle birlikte Hz. Peygamber’e (sas) uğradığımda, "Müjdeler olsun, başkalarına da bu müjdeyi verin. Kim sadık kalarak Allah’tan (cc) başka ilâh olmadığına şehâdet ederse cennete gider." buyurdu. Daha sonra onun (sas) huzurundan ayrıldım ve bu durumu insanlara müjdelemeye başladım. Yolda Ömer b. Hattâb (ra) karşımıza çıktı, (bu hadisi öğrenince) bizi Resûlullah’a (sas) geri götürdü ve "Ey Allah’ın Resûlü! Buyurduğunuz müjdeli haber insanlara duyurulduğu takdirde buna güvenebilirler." dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sas) sustu."

Bu olayın Hz. Ömer (ra) ile Ebû Hüreyre (ra) arasında geçtiği de nakledilmektedir. Allah Resûlü’nün (sas) Hz. Ömer’in (ra) bu hassasiyetine cevap vermeyip sessiz kalması bir yanlış anlaşılmanın söz konusu olabileceğine işaret etmektedir. Hz. Nebî (sas) bu şekilde ashâbına müjde verirken Allah’ın (cc) rahmet ve mağfiretinin sonsuz olduğunu ifade etmek istemişti. Yoksa iyilik işleyenlerle, işlemeyenlerin eşit olması veya insanların salih ameller işlemekten uzaklaşmaları için değildi. Nitekim risâlet görevinin asıl amacı, tevhid, ibadet ve salih amellerin yaygınlaşması idi. Kuşkusuz bu sorumlulukları hakkıyla yerine getirenler ile gevşek davrananlar ilâhî adalet gereği bir olmayacaktır. Zira, "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görecektir. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görecektir." âyetleri bu hususa işaret etmektedir.

Âyet ve hadislerde geçen şefaat konusunun, ilâhî adalete ters düştüğü sanılmamalıdır. Şüphesiz Allah (cc), mutlak adalet sahibidir. Her yapılanın karşılığını vereceğini vaad etmiştir. Vaadinde de sadıktır. Ancak kişinin ibadet yaptıktan sonra takdirin Allah’ın (cc) elinde olduğu, sonucu belirleyenin de yine O olduğu inancından ayrılmaması gerekir. İyi bilmelidir ki kul, ne kadar çaba sarf ederse etsin, ne tür ameller yaparsa yapsın, yerine getirdiği bu ibadet ve taatler onun kurtuluşunun garantisi değildir. Zira bu amellerin kabul edilip edilmemesi önemlidir. Nitekim bir gün Resûlullah (sas) ashâbına, "İşlerinizde ifrat ve tefrite kaçmayın, mutedil ve doğru olun; bilin ki sizden hiçbir kimse ameli sayesinde kurtuluşa eremez." buyurur. Ashâb, "Yâ Resûlallah, siz de mi?" derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurur: "Evet, Allah Teâlâ (cc) rahmetiyle ve lütfuyla kuşatmazsa ben de kurtulamam."

İbadete olan düşkünlüğüyle bilinen sahâbîlerden Osman b. Maz’ûn (ra) vefat ettiği zaman, Hz. Peygamber’e (sas) biat etme şerefini elde etmiş olan hanım sahâbî Ümmü’l-Alâ’, Allah’ın (cc) Osman b. Maz’ûn’a (cc) lütfuyla ikramda bulunacağını söyler. Peygamberimiz (sas) de, "Allah’ın (cc) ona ikramda bulunacağını nereden biliyorsun?" diye sorar. Hanım sahâbî, "Ey Allah’ın Resûlü, Allah (cc) ona ikramda bulunmaz da kime bulunur?" deyince Kutlu Nebî (sas), "Şüphesiz ölüm ona gelmiştir. Allah’a (cc) yemin ederim ki ben onun için hayır diliyorum. Allah’a (cc) yemin ederim ki ben bile Allah’ın Resûlü (sas) olduğum hâlde, yarın bana ne muamele yapılacağını bilemem." buyurmuşlardır. Buna göre kişi belirlenen görevlerini yerine getirecek, uğraşıp çabalayacak, ardından Allah’ın (cc) adaletine güvenerek rahmet, mağfiret ve şefaatini bekleyecektir.

Bunun yanında Kur’ân-ı Kerîm’de, "(Ey Muhammed!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün..." âyetinde Hz. Peygamber’in (sas) kıyamet gününde ümmetine şahit olacağından bahsedilmektedir. Bu âyetlere göre şefaat, bir anlamda Allah Resûlü’nün (sas) ümmetinden şirke bulaşmamış, tevhid akidesi üzerine sebat gösteren insanlara Allah (cc) katında şahitlik etmesi anlamına gelmektedir.

Rahmet Elçisi (sas) bir gün yakın dostlarından Abdullah b. Mes’ûd’a (ra) seslenir: "Abdullah! Gel de bana Kur’an oku." Bir an için şaşıran değerli sahâbî, "Yâ Resûlallah, Kur’an size indirilmişken, ben mi size okuyayım?" sözleriyle anlatır duygularını. "Evet." buyurur, Allah Resûlü (sas). "Ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi de çok seviyorum." İbn Mes’ûd (ra) Nisâ sûresinin yaratılışı hatırlatan, yetime saygıyı öngören, miras paylaşımını açıklayan âyetlerini okur. Kırk birinci âyete geldiğinde Hz. Peygamber’in (sas) gözlerinden yaşlar dökülür ve "Yeter." buyurur. Onu ağlatan âyet şudur: "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hâli nice olacak!" Çünkü şahit olmak, aynı zamanda onlara şefaatçi, tanık olmak anlamına gelen ağır bir sorumluluktur.

İnsanoğlu yaratıldığı andan itibaren, kendisine rahmet ellerini uzatacak, imtihan için gönderildiği dünya hayatını başarıyla tamamlayıp Yaratıcısı’nın (cc) huzuruna mahcubiyet duymadan çıkaracak peygamberlerin şefkat kanatlarına muhtaçtır. Allah (cc), daha dünyadayken Hz. Peygamber’den (sas) hem kendisinin hem de inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanması için dua etmesini ister. Peygamberlerin rehberliğinde dünya hayatını yaratılış gayesine uygun olarak mutlu bir şekilde geçiren insan, elbette ki âhirette de onların yardım elinin uzanmasını bekler. Nitekim Allah Resûlü (sas), kendisine âyette emrolunduğu gibi ellerini âhirette müminlerin kurtuluşu için semaya kaldıracak, mutlak hüküm sahibinin karşısında af ve mağfiret kapılarının açılması için yakaracaktır. Bu yönüyle şefaat, günahkâr müminlerin kurtuluşu için ve Allah’ın (cc) onlara yardım etmesi için dudaklardan dökülen, yüreklerden süzülen ve Rabbe (cc) yöneltilen samimi dualardır.

Peygamberlerin, meleklerin, şehitlerin, salih kişilerin ve başkalarının şefaati ancak Allah’ın (cc) izin vermesi ve rıza göstermesiyle mümkün olabilecektir. Allah’ın (cc) izni ve rızası olmadan hiçbir şekilde şefaat edilemeyeceği gibi şefaat edebilecekler de bu şekilde bir talepte bulunamayacaklardır. Hz. Peygamber (sas), ganimete ve kamu malına ihanet edenlerin karşılaşacakları durumu tasvir ederken, kıyamet gününde bazı kimselerin, omuzlarında meleyen bir koyunla, bazılarının omuzlarında homurdayan bir at veya böğüren bir sığır ile bazılarının da sırtlarında taşıdıkları altın, gümüş ile geleceklerini ve şefaat talebinde bulunacaklarını anlatır. O gün bu şekilde şefaat talep edenlerin her birine, "Senin için hiçbir yardım yapmaya gücüm yetmez. Ben sana tebliğ etmiştim." diyeceğini belirtir. Yine buna benzer şekilde, Allah Resûlü (sas), zalim ve haksız yöneticilerin, dinde aşırıya giden ve sapıtan kişilerin de şefaate erişemeyeceklerini bildirir. Böylece kul hakkını gasp eden, hırsızlık, yolsuzluk yapan insanlara onun şefaatçi olmayacağı, hatta bu insanlarla karşılaşmak bile istemeyeceği anlaşılmaktadır.

Rivayetlerde bazı ibadetlerin de kişiye şefaatçi olacağından bahsedilmektedir. Hz. Peygamber (sas), "Kur’an okuyun! Çünkü Kur’an, kıyamet gününde dostuna (okuyucusuna) şefaatçi olacaktır..." buyurarak Kur’an okumanın ve onunla amel etmenin şefaate vesile olacağına işaret etmiştir. Aynı şekilde, "Kıyamet gününde oruç ve Kur’an, sahibine şefaat edeceklerdir. Oruç, "Ey Rabbim ben onu gündüz yemek yemekten ve şehvetten alıkoydum, beni ona şefaatçi kıl!" der. Kur’an da, "Ben de onu gece uykusundan alıkoydum, beni ona şefaatçi kıl!" der ve şefaat ederler." buyurmuştur. Yine, "Ezanı duyan kişi, "Kusursuz çağrının ve kılınacak namazın sahibi olan Allah’ım! Muhammed’e (bizler için) aracılık ve üstünlükler ihsan et. Bir de onu, kendisine vaad ettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır!" derse, kıyamet gününde benim şefaatime kavuşur." buyurmuştur.

Hz. Peygamber (sas), "Bir cenaze namazını Müslümanlardan yüz kişiye ulaşan bir topluluk kılıp ona (kendisinden razı oldukları yönünde) şefaat ederlerse Allah (cc) kendilerine mutlaka şefaat izni verir." buyurmuştur. Bazı hadislerde bu bilgi, "Bir Müslüman ölür de şirk koşmayan kırk kimse onun namazını kılarsa Allah (cc) onların cenaze hakkındaki şefaatlerini kabul eder." şeklinde rivayet edilerek cenaze namazlarında ölü için dua etmenin, onun iyi bir kimse olduğuna şahitlikte bulunmanın bir tür şefaat addedileceği ve Allah (cc) katında karşılık bulacağı ifade edilmektedir. Bütün bu rivayetlerde ibadetlerin kişiye şefaatçi olduğu vurgulanırken aynı zamanda şefaate müstahak olanların ibadetleri yerine getiren kimseler olduğuna işaret edilmektedir.

Şefaatte bulunması için izin verilenlerin temel vasfı, iman, ihlâs, tam bir teslimiyet, itaat ve güzel amellerle Yüce Yaratıcı (cc) nazarında saygın bir konumda olmaktır. O hâlde öncelikle azaptan kurtularak şefaate nail olmak, sonra da bir başka müminin kurtuluşu için Allah (cc) katında yer edinebilmek, bu niteliklere sahip olmakla mümkündür. Dolayısıyla hiç kimsenin sonsuz hayata dair ümidini şefaate bağlayarak bu dünyada üzerine düşen vazifeleri görmezden gelme ya da ihmal etme gibi bir eğilimi olmamalıdır. Rivayetlere göre günahkârlar dünyada işledikleri hataların cezasını çektikten sonra şefaat olunup ebedî olarak cehennemde kalmaktan kurtulacaklardır. Bu temelden hareketle âhirette şefaate hak kazanmak için dünyada kötülüklerden sakınmak, hayırlı işler ve güzel davranışlar sergilemek gerekir.

Yaratılışı itibariyle zayıf olan insan, daha dünyaya geldiği ilk günden ölümüne kadar başkalarının yardımına ihtiyaç hisseder. İnsanların farklı yaratılmış olmalarının hikmeti de zaten birbirlerinin eksiklerini tamamlayıp birbirlerine yardımcı olmalarıdır. Bu yüzden insan, âciz kaldığı, gücünün yetmediği her işte bir başkasının himmetini bekler. Bazen annesi olur yardım eden, bazen babası. Bazen de aracılar sayesinde başkalarından yardım bekler. Dünyevî anlamıyla şefaat, kişinin hak ettiğini elde edememesi veya kaybolmasından endişe ettiği haklar için söz konusu olabilir. Aksi takdirde hak etmediğini elde etmek veya başkasına ait olan hakları gasp etmek için başvurulan bir şefaat talebi makbul değildir. "Kim iyi bir işe şefaatçi olursa onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe şefaatçi olursa onun da ondan bir payı olur. Allah (cc) her şeyin karşılığını vericidir." Peygamber Efendimiz (sas) de bu anlamda, "(Hayırlı işlerde) Aracı/şefaatçi olunuz ki mükâfata erişesiniz." buyurmuştu. Nitekim Allah Resûlü (sas) Muğîs isimli bir kölenin kendisine gelip boşanmak isteyen hanımı Berîre’yi ikna etmesi için aracı olma isteğini kabul etmiş ve uzlaşmaları için teşebbüste bulunmuştu. Öte taraftan Allah Resûlü (sas) hak gaspı, cezaların kaldırılması gibi haksızlık üzerine yapılan aracılıklara/şefaatlere de sert bir şekilde karşı çıkmıştı. Çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’in Kureyş’in ileri gelen kadınlarından birinin hırsızlık cezasının kaldırılması için aracı olması üzerine, yüzünün rengi değişen Peygamber Efendimiz (sas), "Allah’ın (cc) hükümlerinden bir hüküm için aracı mı oluyorsun?" buyurarak bu talebi kesin bir dille reddetmişti.

Sonuç olarak inkârcı ve müşrikler için şefaatin söz konusu olamayacağı, şefaat yetkisinin sadece Allah (cc) tarafından verilebileceği, özellikle Peygamber Efendimizin (sas) ve dilediği diğer peygamberler, melekler, şehitler ve bazı salih kullarının şefaat etmesine Allah’ın (cc) rıza göstereceği âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır. İnananların bağışlanması için gerçekleşecek olan şefaat, sorumlulukları ortadan kaldıran karşılıksız bir bağışlama değildir. Bu tıpkı Allah’ın (cc) rahmet ve mağfiretiyle günah işlemiş ancak şirke bulaşmamış kullarını bağışlaması veya dua ve tazarruda bulunanları bağışlaması gibidir. Şefaat, amel işleyenler ile işlemeyenlerin eşit olduğu veya amel işlenmeden de insanların cennete girebilecekleri anlamında da değerlendirilmemelidir. Aksine İslâm’da tevhid, ibadet ve salih amellerin istenilen şekilde yerine getirilmesi öngörülmüş, ancak bunlar yerine getirilirken ümitsizliğe kapılmamak, Allah’ın (cc) rahmet, mağfiret ve şefaatine güvenmek gerektiğine işaret edilmiştir.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam