عَنْ مُعَاذِ بْنِ جَبَلٍ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَنَّهُ قَالَ: “الْغَزْوُ غَزْوَانِ فَأَمَّا مَنِ ابْتَغَى وَجْهَ اللَّهِ وَأَطَاعَ الإِمَامَ وَأَنْفَقَ الْكَرِيمَةَ وَيَاسَرَ الشَّرِيكَ وَاجْتَنَبَ الْفَسَادَ كَانَ نَوْمُهُ وَنُبْهُهُ أَجْرًا كُلُّهُ وَأَمَّا مَنْ غَزَا رِيَاءً وَسُمْعَةً وَعَصَى الإِمَامَ وَأَفْسَدَ فِى الأَرْضِ فَإِنَّهُ لاَ يَرْجِعُ بِالْكَفَافِ.”

Muâz b. Cebel'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Savaş iki türlüdür: Allah'ın rızasını kazanmak isteyen, komutanına itaat eden, değerli malını bu yolda harcayan, arkadaşına kolaylık gösteren ve bozgunculuktan kaçınan kimsenin uykusu da uyanıklığı da tamamıyla sevap olarak yazılır. Gösteriş ve başkalarına duyurmak için savaşan, komutanına isyan eden ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kimse ise bundan hiçbir karşılık göremez.”

(N3190 Nesâî, Cihâd, 46)

***

َّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يُقَالُ لَهُ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِى أَوْفَى، فَكَتَبَ إِلَى عُمَرَ بْنِ عُبَيْدِ اللَّهِ، حِينَ سَارَ إِلَى الْحَرُورِيَّةِ، يُخْبِرُهُ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) ، كَانَ فِى بَعْضِ أَيَّامِهِ الَّتِى لَقِيَ فِيهَا الْعَدُوَّ، يَنْتَظِرُ حَتَّى إِذَا مَالَتِ الشَّمْسُ قَامَ فِيهِمْ فَقَالَ: “يَا أَيُّهَا النَّاسُ! لاَ تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللَّهَ الْعَافِيَةَ، فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا، وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلاَلِ السُّيُوفِ.”

Ebu'n-Nadr, Eslem kabilesinden ve Hz. Peygamber'in (sas) ashâbından olan Abdullah b. Ebû Evfâ isimli bir kişinin, Harûrîler (Hâricîler) üzerine sefere çıktığında Ömer b. Ubeydullah'a (ra) yazdığı mektupta şunu naklettiğini anlatıyor: “Resûlullah (sas) düşmanla karşılaştığı bir gün, güneş (batıya) meyledene kadar bekledi ve ashâbının arasında ayağa kalkarak şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan afiyet isteyin. Fakat onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Ve bilin ki cennet kılıçların gölgeleri altındadır.”

(M4542 Müslim, Cihâd ve siyer, 20; B3025 Buhârî, Cihâd, 156)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “الْحَرْبُ خُدْعَةٌ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Harp, hiledir.”

(M4540 Müslim, Cihâd, 18; B3030 Buhârî, Cihâd, 157)

***

عَنْ سُلَيْمَانَ بْنِ بُرَيْدَةَ عَنْ أَبِيهِ قَالَ: كَانَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) إِذَا أَمَّرَ أَمِيرًا عَلَى جَيْشٍ أَوْ سَرِيَّةٍ أَوْصَاهُ فِى خَاصَّتِهِ بِتَقْوَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ وَمَنْ مَعَهُ مِنَ الْمُسْلِمِينَ خَيْرًا ثُمَّ قَالَ: “اُغْزُوا بِاسْمِ اللَّهِ فِى سَبِيلِ اللَّهِ قَاتِلُوا مَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ اُغْزُوا وَ لاَ تَغُلُّوا وَلاَ تَغْدِرُوا وَلاَ تَمْثُلُوا وَلاَ تَقْتُلُوا وَلِيدًا...”

Süleyman b. Büreyde, babasının şöyle dediğini naklediyor: “Resûlullah (sas) bir orduya veya birliğe kumandan tayin ettiği zaman öncelikle ona Yüce Allah'tan (cc) sakınmasını ve beraberindeki Müslümanlara iyi davranmasını tavsiye ettikten sonra şöyle derdi: "Allah (cc) yolunda Allah'ın adıyla savaşın! Allah'ı inkâr edenlerle çarpışın! Savaşın, ama ganimet malına ihanet etmeyin. Ölülere (uzuvlarını keserek) müsle yapmayın! Çocukları öldürmeyin!.." ”

(M4522 Müslim, Cihâd ve siyer, 3)

***

عَنْ شَدَّادِ بْنِ أَوْسٍ قَالَ: ثِنْتَانِ حَفِظْتُهُمَا عَنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِنَّ اللَّهَ كَتَبَ الْإِحْسَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ فَإِذَا قَتَلْتُمْ فَأَحْسِنُوا الْقِتْلَةَ…”

Şeddâd b. Evs (ra) şöyle demiştir: “İki hususu Resûlullah'tan (sas) öğrendim. O buyurdu ki, "Allah (cc) her işte ihsanı (güzel ve zarif davranmayı) emreder. (Savaşta/yahut hayvan boğazlarken dahi) öldürmeyi en güzel biçimde (acı çektirmeden ve hunharca görüntülere meydan vermeden) yapın…" ”

(M5055 Müslim, Sayd, 57; D2814 Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 10, 11)

***

İranlı bir Mecûsî iken, hak dini bulmak için yollara düşen ve sonunda Hz. Peygamber'e (sas) kavuşup Müslüman olan bir sahâbî idi Selmân-ı Fârisî (ra). Medine'ye köle olarak gelen Selmân, yıllar sonra memleketine Müslüman bir ordunun komutanı olarak dönmüştü. Selmân'ın komutanı olduğu ordu, İran kalelerinden birini kuşatmıştı. Selmân-ı Fârisî (ra), karşı tarafa saldırmakta acele etmiyor, Hz. Peygamber'in (sas) uygulamalarından öğrendiği gibi onlar ile anlaşmaya varmak için bekliyordu. Emrindeki askerler ise sabırsızdı. Ona, "Ey Ebû Abdullah, onlara karşı taarruza geçmeyecek miyiz?" diyorlardı. Selmân ise, "Bırakın da tıpkı Resûlullah’ın (sas) yaptığı gibi ben de onları öncelikle İslâm’a davet edeyim." diyordu.

Selmân-ı Fârisî (ra), daha sonra kuşatmış oldukları kalenin içindeki İranlıların yanına giderek onlara şöyle hitap etmişti: "Ben de sizin gibi İranlıyım. İranlı olduğum hâlde şu Arap askerlerin bana nasıl itaat ettiklerini görmüyor musunuz? Eğer Müslüman olursanız bizimle aynı haklara sahip olur ve aynı sorumlulukları yüklenirsiniz. Fakat bunu kabul etmezseniz, sizi dininizden dönmek için zorlamayız, bunun karşılığında hâkimiyetimizi kabul ederek boyun eğmiş olursunuz ve bize, size sağladığımız güvenlik karşılığı cizye verirsiniz. Eğer bu tekliflerimizi kabul etmez iseniz sizinle savaşırız!"

Selmân’ın bu sözleri karşısında onlar, "Biz cizye vermeyi kabul etmeyiz. Sizinle savaşacağız!" demişlerdi. Bunun üzerine askerleri Selmân’a, "Ey Ebû Abdullah! Haydi artık saldırmıyor muyuz?" demişler, Selmân ise, "Hayır!" demiş ve muhasara altındakileri üç gün bu şekilde İslâm’a davet etmiş, üçüncü günün sonunda ise askerlerine taarruz emrini vermişti. Yapılan savaş sonucunda Müslümanlar galip gelmiş ve kale fethedilmişti.

Selmân-ı Fârisî (ra), Peygamber Efendimizin (sas) savaşa çıkacak komutanlara verdiği talimatlar doğrultusunda hareket etmişti. Zira Hz. Peygamber (sas) ordu hazırlanıp savaş için yola çıkacağı esnada, ordunun komutanına şu tavsiyelerde bulunurdu: "Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman onlara şu üç seçeneği sun. Bunların hangisinde sana olumlu cevap verirlerse kabul et ve onları bırak: Onları İslâm’a çağır; kabul ederlerse bunu kabullen ve onları serbest bırak. Onları kendi yurtlarından muhacir diyarına göç etmeye çağır. Eğer bunu yaparlarsa muhacirlerin haklarına ve sorumluluklarına sahip olacaklarını haber ver. Ama yurtlarından göç etmeyi kabul etmezlerse Müslüman bedevîler gibi olacaklarını,Allah’ın onlar için belirlediği hükümlerin kendileri için de geçerli olacağını söyle. Bu durumda ancak Müslümanlarla birlikte cihada katılırlarsa ganimet ve fe’y elde edebileceklerdir. Şayet bunu da reddederlerse cizye vergisi vermelerini teklif et. Eğer cizye vermeyi olumlu karşılarlarsa bunu kabullen ve onlara dokunma. Son olarak bunu da reddederlerse Allah’tan (cc) yardım dileyerek onlarla savaş..."

Hz. Peygamber’in (sas) barış yapma konusundaki bu tavsiyeleri şu âyetleri hatıra getiriyordu: "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir."

"Ancak sizinle aralarında anlaşma olan bir topluma sığınmış bulunanlar yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmayı içlerine sığdıramayıp (tarafsız olarak) size gelenler başka. Eğer Allah (cc) dileseydi, onları size musallat kılardı da sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmayıp size barış teklif ederlerse; Allah (cc), onlara saldırmak için size bir yol (yetki) vermemiştir."

Kur’an’daki tavsiyeler ve Peygamber Efendimiz (sas)'in de komutanlarına savaş öncesi verdiği talimatlar, mümkün olduğunca barışın ve huzurun sağlanmasına yönelik tedbirlerdir. Nitekim Peygamberimiz (sas) düşmanla karşı karşıya geldiği savaşlardan birinde, güneşin batıya meyletmesini beklemiş, daha sonra ordusuna şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet isteyin. Fakat onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Ve bilin ki cennet kılıçların gölgeleri altındadır." "Siz savaşın ne getireceğini kestiremezsiniz." buyurarak savaşın sonucunun ne olacağının önceden tahmin edilemeyeceğini, her iki tarafın da zarar göreceğinin bir hakikat olmasından hareketle aslında savaşta kazananın olmayacağını vurgulamıştır. Peygamber Efendimizin (sas) savaş ile karşı karşıya gelmiş olan ordusuna son anda bile barışı ve sabrı tavsiye etmesi, İslâm’ın barışa verdiği önemin açık bir göstergesidir. Bununla birlikte Yüce Rabbimiz (cc), barışın temini için savaşın kaçınılmaz olduğu durumlarda cihaddan geri kalmayı uygun görmemiş ve şöyle buyurmuştur: "Müminlerden özür sahibi olmaksızın (cihaddan geri kalıp) oturanlarla, Allah (cc) yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah (cc), mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihaddan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (cc) (müminlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) vaad etmiştir. Ama mücahidleri büyük bir mükâfat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihaddan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah (cc), çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."

Savaştan geri durmamanın yanında Peygamber Efendimizin (sas) ashâbına zaman zaman hatırlattığı bir husus daha vardır ki, o da savaş esnasında cepheden kaçılmaması gerektiğidir. Efendimiz (sas), cepheden kaçmanın da savaşa katılmamak gibi uygun olmayan davranışlar arasında olduğunu belirterek ashâbına, harp esnasındaki tüm sıkıntılara rağmen sabırla mücadele etmelerini öğütlemiş ve cepheden kaçmayı büyük günahlar arasında sayarak bu davranışı sergileyenlerin helâk olacağına işaret etmiştir.

İslâm’ın yayılmasına ve yaşamasına engel olanlara ve Müslüman yurduna tasallut edenlere karşı yürütülen, insanların, vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğüne güvenlik ve huzuruna yönelik tehditleri bertaraf etmeye yönelik Allah rızası gözetilerek yapılan her türlü mücadele cihad olarak adlandırılır. Bu mücadele, istila, baskı, zulüm, sömürü gibi siyasî ve iktisadî dünyalık çıkarlar için yapılmadığından gerek tarihsel ve gerekse modern anlamdaki savaşlardan çok farklıdır. Müslümanlar için her durumda barış ve esenlik esastır. Zorunlu durumlarda savaşılması, ancak sulhu temin etmek ve barışı sağlamak içindir. Bu çaba, dinin gereklerini yerine getirmenin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasına yöneliktir.

Cihadın ‘fî sebîlillâh’ yani Allah rızası için yapılması esastır. Nitekim Nebî (sas) müminleri sadece hak ve adalet için savaşmaları ve hakkı yüceltmek için mücadele etmeleri konusunda sık sık uyarmış, ırkçılık ve soy sop davası için açılan bir bayrak altında toplanarak savaşan veya bu uğurda öfke ile kılıç sallayıp ölen kimsenin câhiliye ehli gibi öleceğini ifade etmiştir. Bir savaş sırasında sivillerin evlerine baskın yapıp talan edenlerin olduğu Hz. Peygamber’in (sas) kulağına gelmiş, bunun üzerine o bir duyuru yaptırarak ordu içinde talan ve yağma yapanların cihaddan maddî ya da mânevî bir karşılık alamayacaklarını ilân ettirmiştir.

Hz. Peygamber (sas) tarafından Yemen’e vali olarak gönderilen Muâz b. Cebel’in (ra) bize aktardığına göre, Hz. Peygamber (sas), dostlarına şöyle seslenmiştir: "Savaş iki türlüdür: Allah’ın rızasını kazanmak isteyen, komutanına itaat eden, değerli malını bu yolda harcayan, arkadaşına kolaylık gösteren ve bozgunculuktan kaçınan kimsenin uykusu da uyanıklığı da tamamıyla sevap olarak yazılır. Gösteriş ve başkalarına duyurmak için savaşan, komutanına isyan eden ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kimse ise bundan hiçbir karşılık göremez."

Hz. Peygamber’in (sas) mecbur kaldığı savaşlardaki amacı asla düşmanı yok etmek olmamıştır. O, harbi kazanmaya ve her iki tarafın zayiatını olabildiğince azaltmaya azami gayret göstermiştir. Nitekim Bedir esirlerini fidye karşılığı serbest bırakmak istemesinin gerisinde, onların İslâm’a girmelerini ümit etmesi yatmaktaydı. Peygamberliği boyunca yaptığı tüm savaşlarda çok az miktarda can kaybının olması onun insan hayatına verdiği değeri göstermektedir. Peygamber Efendimizin (sas) hayatı boyunca gerek kendisinin ve gerekse göndermiş olduğu komutanlarının yapmış oldukları savaşlarda bu kadar az insan kaybının olması, Rahmet Elçisi’nin (sas) savaşa dair birtakım kuralların gözetilmesinde titiz davranmasına bağlıdır. Bu kuralların başında, karşı tarafın İslâm’a davet edilmesi, kabul ettikleri takdirde onlarla savaşılmaması hususu gelmektedir. Toplu olarak İslâm’a giren yahut Müslümanların hâkimiyetini kabul eden gruplar ile savaşılamayacağı gibi savaş esnasında karşı taraftan ferdî olarak teslim olanlara, bir şekilde İslâm’ı seçenlere yahut Müslümanlığını ifade etmek üzere gelip selâm verenlere dokunulmaması ve saldırılmaması savaşın en önemli kaidelerindendir.

Düşmanla ilişkilerde dahi güven ve emniyet unsurunu zedelememek müminin mücadelesinin temel kuralları içinde yer almaktaydı. Peygamber Efendimizin (sas) zamanında, koyunlarını otlatan bir çoban yolda müminlerden cihada çıkan bir bölük ile karşılaşmış ve onları barış ve esenlik dilekleriyle selâmlamıştı. Ancak düşman tarafında olan bu adam, canını ve malını kurtarmak amacıyla selâm verdiği düşünülerek öldürülmüş ve malları Hz. Peygamber’e (sas) getirilmişti. Bu durum ise Yüce Allah’ın, "Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mümin değilsin." demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah (cc) size lütufta bulundu (Müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah (cc), yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."  âyeti ile eleştirilmişti.

Yüce Allah (cc) Sevgili Resûlü’ne, "Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir."  buyurmuş ve "Onlar size dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın." âyeti ile bu güvenin sınırlarını çizmiştir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in, "Allah (cc), sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah (cc), adaletli olanları sever. Allah (cc), sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir."  âyetleri, Peygamber Efendimizin (sas) müşriklere karşı tavrının temellerini oluşturmuş ve Son Peygamber (sas), ümmetine şu uyarıda bulunmuştur: "Dikkat edin! Allah’ın ve Resûlü’nün güvencesi altında bulunan anlaşmalı bir kimseyi öldüren Allah’a verdiği sözü bozmuş olur ve cennetin kokusunu dahi duyamaz."

Peygamber Efendimizin (sas) uygulamış olduğu taktikler, savaşların daha az kayıpla ve daha kısa zamanda kazanılması açısından hayatî önem taşımaktadır. Hz. Nebî (sas) öncelikle düşmana bilgi sızdırmamak için gizlilik içinde hareket etmiştir. Bunun için bazen gideceği istikameti gizli tutmuş, bazen istikameti konusunda yanlış bilgi vererek düşmanı yanıltmıştır. Peygamber Efendimiz (sas) zamanında çeşitli parolalar kullanıldığı da görülmektedir. Hatta Allah Resûlü (sas), "Harp, hiledir."  buyurarak savaşta karşı tarafı mağlup etmek için hilelere başvurmayı meşru görmüş, savaş esnasında düşmanı yanıltmayı da yasaklamamıştır.

Peygamber Efendimiz (sas), yine aynı gayeyle, düşmanın haber alma çabalarını da engellemiş, onların keşif kollarını ve casuslarını etkisiz hâle getirmiştir. Resûlullah (sas) düşmanın durumu, saldırı hazırlığı içinde olup olmadığı ve asker sayısı, teçhizatı gibi bilgileri öğrenmek ve savaşa ona göre hazırlanmak için bilgi toplamaya önem vermiştir. Nitekim Hendek Savaşı öncesi Huzeyfe b. Yemân’ı (ra) Mekkeli müşriklerin durumunu öğrenmek için onların karargâh kurdukları yere, seçkin arkadaşlarından Zübeyr b. Avvâm’ı (ra) ise Yahudi Kurayzaoğulları hakkında istihbarat toplamaya göndermiştir.

Resûl-i Ekrem (sas), savaş esnasında taarruz için uygun zamanı kollamıştır. Mekke fethinde olduğu gibi kalabalık görünmek için fazladan ateş yaktırmış, ayrıca fizikî şartları da kendi lehine kullanmaya çalışmış, bu bağlamda güneşten olumsuz etkilenmemek için önlemler almıştır. Hz. Peygamber (sas), düşmana karşı uyguladığı savaş stratejisi ile düşmanı hazırlıksız yakalayarak seferlerin birçoğunu savaşmadan zaferle sonuçlandırmış, böylece can ve mal kaybının önüne geçmiştir.

Hz. Peygamber (sas), kendisini son derece öfkelendiren durumlarda dahi savaş hukukuna riayet etmiştir. Müseylime isimli yalancı peygamberin mektubunu kendisine getiren iki elçinin ifadelerine öfke duyduğu hâlde elçileri öldürmemiş ve bu düşüncesini de, "Elçilerin öldürülmemesi gerektiği bir kural olmasaydı ikinizin de boynunu vururdum." ifadesi ile dile getirmiştir.

Bazen de verdikleri sözde durmayarak Müslüman topluma ihanet edip onları arkadan vuran topluluklarla savaşmış ve savaştığı toplumları kendi yurtlarından başka yerlere sürgüne göndermiştir. Ama bunları yaparken hiçbir zaman adalet ve haktan ayrılmamıştır. Aksine onun affediciliği ve barışı esas edinen prensipli tutumu sayesinde çoğu kez insanlar kendileri gelerek ona iman etmiş veya onunla dostluk antlaşması imzalamıştır.

Savaş esnasında, insanlık dışı ve intikam almaya yönelik davranışlar Hz. Peygamber’in (sas) hiçbir zaman göz yummadığı hususlar olmuştur. Cihada çıkan müminleri, bizzat bu konuda sık sık uyaran Peygamber Efendimiz (sas), onlara Allah’tan (cc) sakınarak aşırı gitmemelerini ve işkenceden uzak durmalarını öğütlemiştir. Savaş esnasında yaşlı, kadın, çocuk, din adamları gibi savaşa bilfiil katılmayan kimselere dokunulmaması konusunda da ashâbını özellikle tembihlemiştir.

Hz. Peygamber’in (sas) savaş esnasında ashâbını uyardığı önemli bir husus da müsle adı verilen ölüye işkence etme âdetinden uzak durmalarıdır. Başta Hz. Hamza (ra), olmak üzere Uhud Savaşı’nda şehit olan Müslümanların kulaklarının ve burunlarının müşrikler tarafından kesilmesi, iç organlarının çıkarılıp parçalanması Hz. Peygamber’i (sas) ve ashâbını çok üzmüştü. Sevdiklerini bu hâlde gören ensardan bazı müminler önlerine çıkacak ilk fırsatta bunun aynısını veya daha beterini müşriklere yapacaklarına dair karar almıştı. Gün gelmiş Mekke’nin fethi sırasında Müslümanlar bu fırsatı yakalamış ancak insan onuruna yakışmayan bu çirkin davranışlar Rahmet Elçisi (sas) tarafından yasaklanmıştı: "Allah (cc) yolunda Allah’ın (cc) adıyla savaşın! Allah’ı (cc) inkâr edenlerle çarpışın! Savaşın, ama ganimet malına ihanet etmeyin. Ölülere (organlarını keserek) müsle yapmayın! Asla çocukları öldürmeyin!.."  Bu uyarı üzerine Müslümanlar öfkelerini kontrol edip intikam alma yoluna gitmemişlerdi.

Allah Resûlü’nün (sas) en yakın arkadaşı ve onun vefatından sonra Müslümanların ilk yöneticisi olan Hz. Ebû Bekir (ra) de aynı yöntemi takip etmişti. Şam taraflarına göndereceği bir orduyu uğurlamaya çıkan Hz. Ebû Bekir (ra), yanında bulunan kumandanı, din adamlarına dokunmaması hususunda uyardıktan sonra şu tavsiyelerde bulunmuştur: "Kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürme. Meyve veren ağaçları kesme. İmar edilmiş yerleri tahrip etme. Koyun ve develeri sadece yemek amacıyla kes. Arıları yakıp yok etme. Ganimet malına ihanet etmekten sakın. Korkaklık gösterme."

İkinci Halife Hz. Ömer (ra) ise görevlendirdiği bir ordu komutanına yazdığı mektupta daha sert ifadeler kullanarak şöyle söylemiştir: "Duyduğuma göre, bazı askerleriniz önlerinden kaçan İranlıları takip ediyor, onlar dağlara kaçınca geri çekiliyor bu sırada düşmanına, Farsça olarak ‘Korkma!’ demek suretiyle güvence veriyormuş. Sonra o kişi bu güvenceye inanarak teslim oluyor, buna mukabil ona güvence veren Müslüman askerler onu yakalayıp öldürüyorlarmış. Gerçi, bu canı bu tende tutan Allah’a (cc) yemin ederim ki bunu hiç kimsenin yapacağını zannetmiyorum. Fakat bu şekilde hareket eden varsa (bilinsin ki) onun boynunu vururum."

Rahmet ve Şefkat Peygamberi’nin (sas) sünnetine, İslâm’ın temel ilke ve esaslarına göre, Müslümanlar için savaş, arzulanmayan bir durumdur. Ancak din, millet ve insanlık değerlerine düşman olanlara karşı caydırıcı bir unsur olması için Müslümanlar her zaman savaşa, savunmaya ve gerektiğinde de taarruza hazır olmalıdır. Yüce Rabbimizin (sas), "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez." âyeti gereğince düşmana karşı caydırıcı bir etki uyandırması amacıyla, masum insanlara karşı kullanılmadıkça, her türlü gelişmiş silahların bulundurulmasında bir sakınca yoktur. Dahası masum sivillere karşı insafsızca saldırıların engellenmesi için askerî açıdan, savaşın silahsız yapılan şekilleri düşünüldüğünde ise siyasî, ekonomik, teknolojik açıdan güçlü olunmasının ne kadar önemli olduğu ortadadır.

Peygamber Efendimiz (sas) bu âyet gereğince savaşa yönelik birtakım hazırlıklar yapmış, bu kapsamda atıcılık, binicilik gibi alanlarda kendilerini yetiştirmeleri konusunda ashâbını teşvik etmiş, at ve deve yarışları düzenleyerek askerlerinin o günün güçlü ve etkili silahlarını en güzel şekilde kullanmalarını sağlamıştır.

Ben, "Rahmet Elçisiyim." diyen Efendimizin (sas) savaş hukukuna dair bu uygulamalarının, "Allah (cc) her işte ihsanı (güzel ve zarif davranmayı) emreder. (Savaşta/yahut hayvan boğazlarken dahi) öldürmeyi en güzel biçimde (acı çektirmeden ve hunharca görüntülere meydan vermeden) gerçekleştirin...Bir hayvanı keseceğinizde onu güzelce kesin. Bu işi yapacak olanınız bıçağını iyice bilesin, hayvana acı çektirmesin."  sözleri gereğince düşmanla savaşta bile ihsanı elden bırakmamanın, merhamet ve şefkat sınırları dâhilinde düşman ile mücadele ilkesinin bir neticesi olduğunu söyleyebiliriz.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam

Editör: Mehmet Çalışkan