Allah niçin birden fazla kitap göndermiştir?

Öncelikle, Allah’ın tasarruflarına dair bu ve benzeri soruları konuşmak için konuyu doğru bir zeminde ele almak gerekir. Yani deney ve gözlem imkânının dışında kalan ve aşkın/müteal boyutu olan hususları anlamlandırmanın öncelikli şartı, meseleyi ontolojik ve epistemolojik tasavvur ile bütüncül bir düzlemde düşünmektir.  Bu bağlamda geçmişten günümüze, varlığı ve evreni anlama ve izah etme noktasında iki perspektif öne çıkmaktadır.

Birincisi; insanı ve kâinatı, üstün kudret sahibi yüce bir varlığın muradı ve iradesiyle izah etmektir. Buna göre insan ve âlem ulvi bir gaye ve derin bir hikmete dayalı olarak Allah tarafından yok iken var edilmiştir. Zira atomlardan galaksilere kadar varlık âlemindeki devasa ve muhteşem sistemin kendiliğinden ve gelişigüzel şekilde ortaya çıkması imkânsızdır.

İkincisi ise tanrıyı ve bir yaratıcıyı kabul etmeyen, insanı ve tüm varlığı tesadüfler ve teorilerle izah etmeye çalışan yaklaşımdır. Bu yaklaşım sahiplerine göre varoluşun arka planında bir akıl, hikmet ve kudret yoktur. Tutarsızlık ve çıkmazlarla dolu olan inkârcı evrim teorisi, insan ve diğer canlıların basit ve gözlenebilir bir düzlemde evrime maruz kalarak oluştuğunu iddia etmektedir. Ancak gerçek şu ki yaratıcıyı yok sayan insan, başta kendi varlığı olmak üzere evrenin meydana gelişini ve varoluşun gaye ve hikmetini anlama ve açıklamada çaresiz kalmaktadır.

İslam’a göre Yüce Allah insanı en güzel şekilde ve üstün özelliklerle yaratmış, âdeta yeryüzündeki her şeyi onun hizmetine vermiş ve onu dünyanın öznesi kılmıştır. Bu meyanda insan, özellikle iki açıdan varlık âleminde özel bir konuma sahiptir.

Birincisi, insan akıl ve irade gibi nimetlerle donatılmış, dünyaya gelirken ilk insana eşyanın hakikati/isimleri öğretilmiş, böylece insan akıl yürütme, teknoloji geliştirme, kavram üretme ve nihayetinde kültür oluşturma imkânı elde etmiştir.

İkincisi ise Allah, vahiy ve peygamberle insanı desteklemiş, yaratılış gayesini idrak edip insani değerlere ve ahlaki ilkelere bağlı güzel bir hayat yaşaması için ona kılavuzluk yapmıştır.

Bu bilgiler ışığında, yukarıdaki soruyu ele alırken önce şu hakikatin altını çizmek gerekecektir: Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın yaratması, yönetmesi, insana ve evrene dair tasarrufları asla gelişigüzel değildir. Öylesine ve amaçsız bir imtihan için de değildir. Bilakis insanın dünya ve ahiret huzuru içindir. Dolayısıyla Allah’a iman eden bir mümin, insanın yaratılışı, peygamberler ve vahiy süreci gibi konularda O’nun takdirinin insan için en iyi ve en ideal olduğunu da tüm benliğiyle kabul etmiştir. Elbette bu durum insanın, murad-ı ilahinin hikmetleri üzerine tefekkür ve tezekkür etmesine engel değildir. Bilakis insan, hakikati idrak etmek için zamana, mekâna, tarihe, varlık âlemine ibretle bakmaya teşvik edilmiştir. 

Diğer yandan test edilmesi mümkün olmayan alanlarda varsayımlar üzerinden gündeme getirilen farklı tasavvur ve sorgulamaların nihai neticesinde, başlangıç ve bitiş noktası aynı yerde buluşmaktadır. Örneğin, İsa Peygamber neden babası olmadan dünyaya gelmiştir, ateş İbrahim Peygamber’i nasıl yakmamıştır, Nuh kavmi niçin başka şekilde değil de tufan ile cezalandırılmıştır, niçin İsrailoğullarının peygamberlerini vahşice öldürmelerine müsaade edilmiştir... gibi geriye dönük binlerce soru oluşturulabilir. Ancak Allah’ın muradı ve vahyin izah ettiğinin ötesinde bu ve benzeri sorular üzerine söylenen her söz nihayetinde bir yorumu ifade etmenin ötesine geçmeyecektir.

Allah’ın farklı zaman ve coğrafyalarda kitaplar göndermesinin, yukarıda ifade edilen çerçeve göz önünde bulundurularak insanlık için en iyi seçenek olduğunu teslim ettikten sonra söz konusu durumun hikmetleri bağlamında şu hususlara işaret etmek mümkündür.

Allah, “ilk insan”ı yaratıp “ilk peygamber” olarak görevlendirdikten sonra tarihî süreç içerisinde pek çok peygamber göndermiş, onlara kitaplar, sahifeler vermiş ve insanlara tebliğ edecekleri hakikatleri bildirmiştir. Nitekim “Andolsun ki biz her ümmete, Allah’a kulluk edin, sahte tanrılardan uzak durun, diyen bir elçi gönderdik…” (Nahl, 16/36) ayeti, İlk Peygamber Hz. Âdem’den Son Peygamber Hz. Muhammet’e kadar pek çok elçi ve vahiy geldiğini açıkça beyan etmektedir.  Aynı şekilde “Kim doğru yolu seçerse kendi iyiliği için seçmiştir, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Hiç kimse başkasının günah yükünü üstüne almaz. Biz bir resul göndermedikçe azap da etmeyiz.” (İsrâ, 17/15) ayeti de söz konusu gerçekliği farklı bir açıdan teyit etmektedir. Dolayısıyla tarihin farklı dönemlerinde ve farklı coğrafyalarda vahyi tebliğ eden peygamberlerin yaşadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada göz ardı edilmemesi gereken en önemli husus ise tüm peygamberlerin aynı inanç esaslarını ve ahlaki ilkeleri tebliğ etmiş olmalarıdır. Her peygamber, içinde yaşadığı topluma tevhidi, sadece Allah’a itaat ve kulluk etmeyi, sahte tanrılardan uzak durmayı öğütlemiş, ahiret ve yeniden dirilişi anlatmış, adalet, merhamet gibi değerlerin mücadelesini vermiştir.

Allah, farklı zamanlarda farklı dinler göndermemiştir. Allah’ın tüm zamanlarda gönderdiği vahyin ortak adı İslam’dır. İslam’ın ilk vahyi Hz. Âdem’e, son vahyi ise Son Peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gelmiştir. Kur’an-ı Kerim “İbrahim ne Yahudi ne Hıristiyan idi; bilakis o, tek Allah’a inanıp boyun eğmiş birisiydi, müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmrân, 3/67) ayetiyle Hz. İbrahim üzerinden söz konusu gerçekliği ortaya koyar. Bu bakımdan sıkça karşılaştığımız gibi birden fazla ilahi ya da semavi dinden bahsetmek anlamsızdır. Tek ilahi veya semavi din vardır; o da İslam’dır. İlahi olduğu söylenen birtakım inançlar, geldikleri dönem için İslam’ın vahyi iken tahrif edilerek özgünlüğünü kaybetmiştir. 

Allah’ın farklı kitaplar ve peygamberler göndermesinde üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir husus da jeopolitik ve sosyokültürel gerçekliktir. Belirli coğrafyalarda ve sınırlarını aşma imkânı olmayan toplumlara gelen vahiy, ortak inanç ilkeleri dışında, pratik hayat açısından doğrudan o toplumların duygusuna, anlayışına kültür düzeylerine ve gündemine hitap etmiş, bir nevi onlara özel bir mesaja dönüşmüştür. Nitekim farklı coğrafyalarda aynı zaman diliminde peygamberlerin varlığı söz konusudur. Buradaki en dikkat çekici husus, söz konusu toplumların vahyi evrensel düzeye taşıma imkânlarının olmayışıdır. Ancak son vahiy Kur’an ve onu yaşanan bir hayata dönüştüren Sevgili Peygamberimizin sünneti, bir asır içerisinde Afrika’dan Maveraünnehir’e, Paris’ten Pekin’e kadar dünyanın dört bir yanına ulaşmıştır. Son vahiyden itibaren Müslümanlar bilgi, imkân, teknik, ideal ve aksiyon ile yeryüzünün her yerine İslam’ın ilkelerini taşımışlardır. İfade etmek gerekir ki Kur’an öncesi toplumların teknolojik gelişmişlik düzeyleri, söz konusu evrensellik için yeterli değildi. Burada, geçmiş toplumların insanlığın ilkel ve iptidai dönemlerini temsil ettiklerini, insanlığın terakki etmesiyle vahyin de kemale ulaştığını ve Kur’an ile hitama erdiğini söylemek farklı sorunlar ve paradoksal alanlar içermektedir. Zira teknolojinin gelişmesi, aklın ve insani değerlerin ilerleyişini değil, insanlığın teknik tecrübesinin ve bilimsel çalışmaların birikimsel ilerlemesini ifade etmektedir.

Elbette Allah dileseydi ilk vahyi korumaya alır ve onun tahrif edilmesine müsaade etmezdi. Ama Kur’an-ı Kerim’den önce gönderilen kitapların tahrifine engel olmamıştır. Bu şekilde esasında insanoğluna, vahye karşı takındığı tavrı görme fırsatı vermiştir. Nitekim geçmiş kavimlerden vahye hoyratça yaklaşan birtakım toplulukların, kendi arzularına alet etmek üzere onu manipüle ettiklerini, kendi menfaatlerine göre vahyin cümlelerini değiştirdiklerini Kur’an haber vermektedir. Zira güç yetirebildiğinde tüm değerleri hiçe sayabilen, çevreyi, ahlaki ilkeleri yok edebilen insan, kutsalları da tahrif etmekten çekinmemektedir. Böylece vahyin, insanların iradesini aşarak Allah tarafından korunmaya alınmasının ne kadar önemli ve gerekli olduğu bizzat tarihsel tecrübeyle sabit olmaktadır.

Başta Müslümanlar olmak üzere tüm insanlık bugün teorik ve varsayımlara dayalı tartışmalar yerine, miladın yedinci asrında, Mekke’ye sıkışmış bir Cahiliye toplumundan, Son Kitap’ın rehberliğinde ve Son Peygamber’in tebliğiyle kısa sürede tarihin en büyük ahlak ve hukuk medeniyetini inşa eden ilkeleri ve metodu anlayıp özümsemeye muhtaçtır.