Dünya, kutuplardan basık ekvatordan şişkincedir. Dörtte üçü sularla kaplıdır ve Güneş sisteminin yaşama elverişli tek gezegenidir. Yaşı dört buçuk milyar yılı bulan gezegenimizin, oluşumu ile ilgili farklı teoriler mevcuttur.

Her birimiz eğitim hayatımız boyunca tepelerinden ovalarına, akarsularından bitki örtüsüne, canlılar dünyasından doğal kaynaklarına kadar dünyamıza dair çok şey öğrendik. Müfredat öyle hazırlanmıştı ve sınavlardan geçerli not almalıydık. Bazen çoktan seçmeli şıklar arasında doğru seçeneği bulma adına, bazen ucu açık sorularda hedefi tutturma yolunda gayret ettik. Çoğu kere coğrafyaya ait bilgilerin kıymeti, hayal edilen bir lise veya üniversite yolunda yaptığı çarpan etkisi ve total puana katkısı kadardı.

Elbette bilgi en kıymetli hazinedir, müminin yitiğidir ve vazgeçilmezdir. Ama daha önemlisi, insanın coğrafyayla ilişkisinin çok daha derin ve varoluşsal bir mahiyette olduğudur. Belki de en kadim ve hayati soru, insanın yeryüzü ile ilişkisini belirleyen ölçünün ne olduğu ve kim tarafından koyulduğudur? Coğrafya bize dünyanın nicel bilgilerini sunarken; fizik, doğanın yasalarını izah etmektedir. Ancak düşünen ve aklıyla barışık insanın en temel ihtiyacı hayata, varlığa ve evrene dair “anlam” sorununu çözmektir.

Voyager 1 uzay aracının 1990 yılında yaklaşık 6 milyar kilometre uzaklıktan çektiği fotoğrafa bakıldığında dünya uzayda bir pikselden daha düşük, soluk, mavimsi bir nokta şeklinde görünmektedir. Bu kapsamda tüm tarih, söz konusu soluk mavi nokta üzerinde gerçekleşmektedir. Binlerce yıldır yaşananlar, savaşlar, kurulan-yıkılan devletler, imparatorluklar; devasa uzay alanında ufacık bir tiyatro sahnesi gibi kalan bu gezegende gerçekleşmektedir. Söz konusu minik sahneden şu ana kadar yüz üç milyar insan gelip geçmiştir. Hikayeleri ansiklopedilere sığmayan hükümdarlar, krallar, zalimler, mazlumlar, peygamberler, sıradan insanlar uzaydaki soluk mavi noktanın tarihinin ara kesitinde var olup gözden kaybolmuşlardır.

İnsanın on binlerce yıllık tarihi içinde Orta Asya’nın bozkırlarında kaç insanın ayak izi vardır? Nil nehrinin suyuna kaç insan dokunmuştur? Himalaya dağlarının eteklerinde kaç hayal kurulmuştur? Maya, Aztek, İnka, Mezopotamya, Çin, Mısır, Hint, Akdeniz medeniyetleri ve tarihte yaşayan her insanın toprakla, bitkiyle, canlılar dünyasıyla ve tüm unsurlarıyla tabiatla ilişkisi ve iletişimi vardır. Oysa aslolan insan yeryüzüyle ve doğayla ilişkisinde nasıl bir anlayışa ve daha açık ifadeyle ahlaka sahip olduğudur? Esasında insana dair sahici söz söyleyebilmek için onun hayallerini ve hüzünlerini bilmek gerekir.

Sanayi öncesi devirlerde insanın tabiatla ilişkisinin ana eksenini “mücadele” zemininde ele alan güçlü bir paradigma vardır. Bu anlayışa göre tasarlanan eğitim müfredatları insanın doğayla mücadelesinden bahsetmektedir. İnsan adeta doğanın karşısında bir savaşçı konumundadır.

Oysa insanın tabiatla ilişkisinde en talihsiz yaklaşım “düşman” psikolojisi ve tavrının benimsenmesidir. Nitekim tarihin her döneminde insan doğayla mücadelesinde kaybeden taraf olmuştur.

Sanayi devrimi sonrası Batı merkezli yeni bir dünya kurulurken, insanlığın geleceği adına parlak vaatler ve umutlar gündeme gelmiştir. Zira buharlı makinelerin, tekerleğin icadı ulaşımı kolaylaştıracak, bilim ve teknoloji geliştikçe dünya insanı daha konforlu ve huzurlu bir hayat yaşayacaktır. Yaşanan iki buçuk asır içinde teknoloji, ulaşım ve iletişim hayal edilemeyecek düzeyde gelişmiştir. Ama insanlık, huzur, güven, umut ve insanca yaşama açısından tarihin en zor dönemini yaşamaktadır.

Modern dönemin başında hızlı icatlarla teknik imkanlar elde eden ve ateşli silahlara sahip olan insan kendini daha güçlü hale getirmiştir. Ancak bu sürecin, insanın doğayla ilişkisine etkisi, insanın doğa karşısında daha güçlü olduğu algısından öteye geçmemiştir.

Dolayısıyla insan modern dönemde geliştirdiği teknolojiyle doğa karşısında daha güçlüdür ve doğayla savaşında özgüven sahibidir. Nitekim bu yaklaşımın en açık etkisi çok hazin ve trajik şekilde coğrafi keşifler konusunda görülmektedir. İlk bakışta insanoğlunun deniz aşırı seyahat yapabilecek imkana sahip olması ve yeryüzünün gizli kalmış bölgelerinin keşfedilmesi gibi masum ve heyecan verici bir algı oluşturan coğrafi keşifler; gerçekte insanlık tarihinin en acımasız sömürü, zulüm ve istila süreçlerinden birini ifade etmektedir. Ateşli silahlara ve buharlı makinalara sahip olan Batılılar, Afrika ve Uzak Doğu başta olmak üzere kendi coğrafyaları dışındaki dünyayı işgal etmişler, milyonlarca insanı katletmişlerdir. Altın madeni başta olmak üzere zayıf coğrafyaların doğal kaynaklarını talan etmişlerdir. Dolayısıyla insan, yeryüzünün sırrını, doğanın yasalarını ve varlığın anlamını keşfetme yerine, yine doğayla savaşmayı ve güce dayalı hakimiyet kurmayı tercih etmiştir.

İşte bugün devasa küresel problemler; salgınlar, savaşlar, çevresel felaketlerle karşı karşıya olan insanlığın temelde esas sorunu derin bir anlam ve korkunç bir ahlak krizi yaşıyor olmasıdır. Küresel egemen paradigma doğayla ve kendinden olmayanla ilişkisini merhamet ve hukuk zeminine taşımadıkça küresel felaketler artarak devam edecektir.

Dolayısıyla insan öncelikle yeryüzüyle ilişkisini güzel ahlak ve sorumluluk ekseninde yeniden kurmalıdır. İnsana düşen tabiatla kavga etmek değil, tabiatın yasalarını doğru okuyarak hayatını ona göre tanzim etmektir. Yeryüzü her şeyiyle, tüm canlı ve bitki çeşitliliğiyle insana emanettir. İnsan mülkün sahibi değildir. Dünya tüm canlıların ortak evidir. İnsanın dünyada bulunuş gayesi yeryüzünü imar ve ıslah için gayret etmektir. Hayatı herkes için daha güzel hale getirmeye çalışmaktır. Dünyanın kaynaklarında kıyamete kadar yaşayacak tüm insanların ve diğer canlıların hakkı vardır. Ve dünya herkese yetecek kadar zengindir.

Bugün dünyada yaşanan açlık, yoksulluk ve sefaletin sebebi, iklim ya da coğrafya değildir. Bilakis insanın hak ve hukuku hiçe sayması, aç gözlülüğü, hayatı tahrip etmesidir. Nitekim şu anda dünyada kullanımda olan servetin sadece yüzde biri eşit ve adil şekilde paylaşılsa yeryüzünde muhtaç kimse kalmayacaktır. 2019 yılında dünyanın en zengin 26 kişisi, dünya nüfusunun yarısının toplam varlığından daha fazla servete sahiptir.

Sahip olduğu olağanüstü teknolojiyle doğayı acımasızca tahrip eden, silah denemeleriyle tabiatı cehenneme çeviren, dünyayı binlerce kez yok edebilecek silahlar icat eden küresel merkezlerin insana, hukuka, hayata dair söylediği her şey inandırıcılığını çoktan yitirmiştir. Güç ve vekalet mücadelesi adına kıtaları yaşanmaz hale getiren, küreselleşen dünyanın tek sahibi olma adına, havayı, suyu, toprağı tahrip eden merkezlerin insanlığın iyiliği adına iş yapma ihtimali neredeyse kalmamıştır.

Öyleyse iyiliği ve erdemi önemseyenlerin, yeryüzü ile ilişkilerini, coğrafya ders notu yaklaşımından daha ciddi ve önemli görmesi gerekir. Havanın, suyun, toprağın kirletilmesi sadece bu çağa değil, gelecek tüm insanlığa karşı büyük bir kötülüktür.

Gezegenimizde yaşanan her şeye karşı evrensel bir bilinci ve duyarlılığı güçlendirmek mümkündür. Bu bağlamda söylenen bir söz, yazılan bir cümle, adalet ve merhametin yanında bir duruş herkesin yapabileceği önemli katkılardır. Ayrıca bireysel sorumluluklar ve inisiyatifler çok şeyi değiştirebilecek güçtedir. Bir silah denemesinin doğaya maliyetine karşı küresel bilince katkı sunmak zor değildir. Bir plastik malzemenin doğada çözülümü için bin yıl, ambalaj kağıtları ve jelatinleri için onlarca yıl gerektiğinin bilinciyle hareket etmek için biraz duyarlılık ve düşünce yeterlidir.

Yeryüzü müminlere mescit kılınmıştır. Öyleyse tüm yeryüzünü tertemiz tutmak ona bir mescit gibi saygılı ve sorumlu davranmak ihmal edilemez bir sorumluluktur.