En çetrefilli felsefi ikilemlerden birisi de “Tarihi büyük insanlar mı yapar, yoksa büyük insanları tarih mi yapar?” sorusudur. Bu soruya basite kaçmadan cevap vermek elbette mümkündür. Emile Durkheim’a göre, büyük adamlar merceğe benzer. Mercek nasıl ki güneşin yakıcı olmayan ışıklarını odaklayarak yakıcı bir hâle getirirse, büyük adamlar da toplumda cevher hâlinde bulunan ve sistemleşmemiş ülküleri kendi şahıslarında odaklayarak sistemli bir hâle koyarlar. Böylece tarihin akışı üzerinde yön verici bir etkiye sahip olurlar. Demek ki büyük adamlar ortaya koydukları ideallerin mucitleri değil, kâşifleridir.

İşte bu büyük insanlardan birisi de Sultan II. Abdülhamit Han’dır. Onun saltanat yılları Batı emperyalizminin bütün dünyayı kasıp kavurduğu dehşetli bir zaman dilimidir. Bilhassa İslam coğrafyası işgal ve sömürü gerçekliği ile yüz yüze kalmıştır. Bu durum karşısında İslam dünyasında iki uç tepki filizlenmiştir. Birincisi üstünlüğünü kabul ederek kayıtsız şartsız Batı değerlerine teslim olmak, ikincisi de Batı’ya gözlerini kapatarak kendi kabuğuna çekilmek.

Çizilen tablo içerisinde Sultan II. Abdülhamit’i farklı kılan nokta, dile getirilen iki uç tepkiyi de vermemiş olmasıydı. O, Batı gerçekliğini kabul etmekle birlikte Müslüman-Türk mirasının birikimlerini kullanarak Batı emperyalizmine karşı bir istiklal savaşı vermişti.

Sultan II. Abdülhamit’in verdiği mücadele pek çok alana yayılmıştı. Başta siyaset olmak üzere eğitim, kültür, din ve ekonomi alanları mücadelenin verildiği önemli kulvarlardı. İslam’ın halifesi sıfatıyla Müslüman âleminin Batı karşısında varlığını koruması için planlı ve bilinçli adımlar atmıştı. Hükmü peşin vermek gerekirse Sultan II. Abdülhamit, muhafazakâr bir modernleşme programı uygulamıştı. Bu peşin hüküm doğrultusunda onun saltanatı sürecinde sadece siyasi hamlelerine bakılırsa tablonun bütünü daha iyi anlaşılacaktır.

Sultan II. Abdülhamit ve İngilizlerin politikaları

Sultan II. Abdülhamit’in tahta geçtiği 1876 yılı, İngiltere’de Türk düşmanı başbakan Gladstone’un devrine denk geliyordu. İngiltere Hükûmeti’nin yeni yol haritası ise Akdeniz’den Hindistan’a giden su yolundaki köşebaşlarını tutmaktı.
Hedeflediği tüm noktaların Osmanlı’nın elinde olması da tabii ki Devlet-i Aliyye için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Zira o zamana kadar “Osmanlı ne olsun ne ölsün!” anlayışını benimseyen İngiltere, Osmanlı’yı tasfiye etme planını işletmeye başlayacaktı.

Bu noktada İngiltere, Devlet-i Aliyye’ye karşı tasfiye planını şu istikamette ilerletmeye başladı: Mısır’ı işgal ederek Süveyş Kanalı’nı elde tutmak, Yemeni işgal, Kızıldeniz’i elde etmek ve Hicaz’da Osmanlı hâkimiyetini tehlikeye atmak. Araplarda etnik ayrılıkçılığı köpürterek hilafeti Türklerden alıp Mısır’a aktarmak. Böylece Osmanlı’yı Orta Doğu’da oyun dışında bırakmak. Irak üzerinde hâkimiyet kurarak hem bölge petrollerini ele geçirmek hem de Hindistan yolunu tutmak. İçerideki Sultan Abdülhamit muhaliflerini destekleyerek bir darbe ile Sultan Abdülhamit’ten kurtulmak!

Birinci karşı hamle “Hicaz Demiryolu Projesi”

Sultan II. Abdülhamit’in Hicaz Demiryolu Projesi gerçekten çok yerinde bir hamleydi. Zira amcası Sultan Abdülaziz zamanında binbir zahmetle kurulan donanma Devlet-i Aliyye’ye pahalıya patlamıştı. Savaş gemileri Devlet-i Aliyye’nin o günkü mali gücünün üstünde bir masraf getiriyordu. İşte bu durumu okuyan hükümdar çok gerçekçi bir adım atarak ağırlığı kara gücüne verdi. Böylece donanmaya göre daha ucuz ama savunma stratejisi bakımından daha iş görücü bir kulvar olan demiryoluna yöneldi.

Fakat Hicaz Demiryolu başkaca bir önem de taşıyordu. Çünkü Akdeniz’le Kızıl Deniz’i birbirine bağlayan Süveyş Kanalı Hindistan’a ulaşmak için hayati değerdeydi. İngiltere bunu 1881’de Mısır’a yerleşerek göstermişti. Bu işin sonu Hicaz’da Osmanlı hâkimiyetini sona erdirici süreci de tetikleyecekti. Sultan II. Abdülhamit, İngilizlerin Süveyş Kanalı hamlesine Hicaz Demiryolu karşı hamlesi ile cevap verdi. Böylece artık Süveyş Kanalı’na ihtiyaç kalmayacak, Osmanlı Devleti, Arap Yarımadası’na demiryolu sayesinde hızlıca asker sevk edebilecekti.

Ayrıca bu hat ile Müslüman hacılar daha kolay hacca gidebilecekti. Hem halifeliğin nüfuzu artırılacak hem de hac mevsiminde bir araya gelen Müslümanlar İngiliz emperyalizmine karşı bilinçlendirilecek, belki de örgütlenebilecekti.

Hattın yapımına 1 Eylül 1900’de törenle başlandı. Tam sekiz yıl sürdü ve 1 Eylül 1908’de hat Medine’ye ulaştığında proje tamamlandı. Hattın maliyetini karşılamak için bütün İslam dünyasında bir kampanya başlatıldı. Kampanya sonucu 1.127.893 liralık bir tutar birikti. Ama bu tutar hattın maliyetinin üçte birine ancak yaklaşabiliyordu. Geri kalanı kredi ile çözüldü.

1.766 km tutan hattın döşenmesinde 17 Türk, 12 Alman, 5 İtalyan, 5 Fransız, 2 Avusturyalı, 2 Belçikalı ve 2 Rum mühendis bulunuyordu. Fakat öyle planlanmıştı ki hat ilerledikçe yabancı mühendisler azalıyordu. En son Türk mühendisler kaldı ve yol, yerli mühendislerle tamamlandı. Hattın döşenmesinde çalışan askerlere de hem ayrı bir maaş ödeniyordu hem erken terhis imkânı sağlanıyordu. Ayrıca demiryolu hattına para vermek, İslam dünyasında bir tür İngiliz protestosu havasına bürünmüştü. Bu durum İngilizler için bir kâbus oldu.

İkinci karşı hamle “İslam Birliği”

Sultan II. Abdülhamit, tahta çıktığında İngiltere’nin tüm niyetini sezmişti. O, Halifelik makamının merkez olduğu “İslam Birliği” düşüncesini ortaya atarak, İngilizlerin şahsında bayraklaşan Avrupa emperyalizmine karşı yakın zamanların ilk teşkilatlı politik mücadele yapısını kurdu. Bu fikir sadece teorik bir zihin egzersizi değildi. İlk olarak Müslüman toplumların kendi psikolojik dinamiklerine ve sosyal gerçekliğine dayanıyordu. İkincisi, halifelik kurumu yeniden işler hâle getirilerek tarihsel bir dayanak da elde ediliyordu. Bu hâl işgal ettiği ülkelerde 150 milyona yakın Müslüman nüfusla karşı karşıya olan İngilizlerin hiç hoşuna gitmedi. Osmanlı Devleti’ni un ufak etmek isteyen İngiltere, şimdi büyük bir karşı hamleye maruz kalmıştı.

İslam dayanışmasının ilk meyvesi Sudan’da alındı. 1881’de İngiliz kontrolüne giren, Mısır’a bağlı Sudan’da emperyalist düzene karşı bir başkaldırı hareketi doğdu. 1883 yılına gelindiğinde Muhammed Ahmed İbnü’s Seyyid Abdullah adında bir sufi şeyhi, etrafında kümelediği Sudan ahalisi ile antiemperyalist bir isyan başlattı. İngilizlerin burada üst üste aldığı yenilgiler Londra’da büyük moral bozukluğuna yol açtı. Türk düşmanı İngiliz başbakanı Gladstone istifa etmek zorunda kaldı.

Öte yandan Türkistan’da Seyyid Yakup Han, İstanbul’daki halifeye biat ettiğini bildirdi. Ardından Doğu Türkistan’ın bir Osmanlı toprağı olduğunu ilan etti. Hive Hanlığı da Ruslara karşı halifeden yardım istedi. Hindistan Müslümanları da bir hilafet komitesi kurarak bu dayanışmaya katıldı.

Sultan II. Abdülhamit’in Fas’tan Hindistan’a, Orta Asya’dan Doğu Türkistan’a kadar yolladığı din adamları, halifeden sadece bir bayrak ve Kur’an-ı Kerim götürerek İngiliz propagandalarını kırabiliyorlardı. Hatta İngiltere’nin kalbinde, Liverpool’da Müslüman bir İngiliz olan Abdullah Gulliam tarafından “Liverpool İslam Cemiyeti” bile kuruldu.

Ne var ki günden güne emperyalizme karşı yükselen bu şuurlu dayanışma II. Abdülhamit’in devrilmesiyle sönmeye başlayacaktı. O yüzden değil midir ki 1916 yılında Mösyö Picot ile birlikte yaptıkları planla Orta Doğu’yu yani Müslüman beldelerini kumaş keser gibi yapay sınırlarla kesip biçen anlaşmanın başmimarı İngiliz diplomat Mark Sykes şöyle demişti: “Abdülhamit’in düşüşü, bir despot veya tiranın düşüşü değildi. Bir halkın, bir fikrin düşüşüydü.”

Üçüncü karşı hamle “Irak Petrolleri”

XX. asır, enerji kulvarında bir değişime sahne oldu. Sanayileşmiş ülkeler yeni zamanların baskın enerji kaynağının petrol olduğunu fark etti. Daha ilginci petrolün çoğu Orta Doğu denilen coğrafyadaydı. Bunu ilk fark eden de elbette İngilizlerdi. Petrol havzası Orta Doğu bölgesi ise Osmanlı Devleti’nin elindeydi. Bu sebeple büyük petrol savaşı İngiltere ile Devlet-i Aliyye arasında olacaktı.

İngiltere, Irak petrollerinin farkına varınca Osmanlı’nın elindeki bölgeye yavaş yavaş hissettirmeden yanaştı. Önce arkeolog kılığında ajanlar gönderildi. Sultan Abdülhamit, tıpkı bir hafiye gibi davranarak İngilizlerin asıl niyetini bile bile, kazı faaliyetlerine izin verdi. Bu bir güvenlik taktiğiydi. Böylece suçlu serbest bırakılıp takip edilmiş oldu. Elbette suçlu da güvenlik birimlerini atlatmanın rahatlığıyla asıl niyeti ve suç ortakları hakkında açık verdi.

Bu psikolojiyle İngilizler Musul ve Bağdat’ta yüzey kazılarını bırakıp daha derin kuyular açmaya başladılar. Aradıkları tabii ki eski medeniyetlere ait çanak çömlekler değil petroldü. Sultan Abdülhamit tam bu noktada müdahale ederek kuyuların kapatılması emrini verdi ve kazı iznini iptal etti.

Ayrıca Sultan Abdülhamit bununla da kalmadı. Musul petrollerinin işletme hakkını devlet hazinesinden alarak Hazine-i Hassa’ya aktardı. Yani kişisel mülk hâline getirildi. Peki, bunu neden yaptı? Zira Sultan Abdülhamit, öngörüsüyle ileride Osmanlı buraları savunamaz ve elinden çıkarırsa muhtemelen bölgeyi işgal edecek İngilizlerin kişisel mülk olduğu için uluslararası hukuka göre burada hak iddia etme şansı kalmayacaktı.

Dördüncü karşı hamle “Yıldız İstihbaratı”

Sultan Abdülhamit tahttan indirildikten sonra Jön Türklerin yoğun propagandası ile bir “devr-i istibdat” rüzgârı estirilmiş, eski sultan lanetlenmişti. Bu yaftayı yapıştıranların en büyük dayanağı ise kurulan sıkı haber alma ağı ve her yerden saraya jurnal yani rapor ulaştıran hafiyelerdi.

Oysa bu istihbarat teşkilatını kurmasının amaçlarından biri, İngilizlerin muhalifler eliyle Devlet-i Aliyye’yi hizaya getirmesine engel olmak, devletin bekasını ve Osmanlı ülkesinin varlığını korumaktı. Bu yapı, faaliyetleriyle İngiliz “Intelligent Service”i ile Rus çarlığının “ORHANA”sını dize getirmişti.

Ama Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nın en önemli görevi İngiliz emperyalizmine karşı yaptığı yurt dışı operasyonlardı. Çünkü bu yapı yurt dışında çok iyi örgütlenmişti. Sultan II. Abdülhamit yine bu teşkilat sayesinde İngiliz ya da diğer bir Batılı kuvvet tarafından işgal edilen Müslüman beldelerde örgütlenme faaliyeti yürütmüş ve emperyalizme karşı kimi zaman silahlı direniş hareketleri başlatmıştı. Bilhassa teşkilatın İslam coğrafyasındaki Müslüman halkın içine kök salabilmesi II. Abdülhamit’i İngilizlere karşı avantajlı kılıyordu.
İşte bu yurt dışı faaliyetler İslam Birliği ve halifelik olgusuyla bir düşünüldüğünde ortaya çıkan tablo İngilizlerin kâbusuydu. Ta ki Sultan Abdülhamit iktidardan düşürülene dek.

Son olarak

Sultan II. Abdülhamit Han, devrinin zorluklarını da eldeki imkânlarını da iyi okuyan büyük bir devlet adamıydı. Şiddetli dış darbelere karşı milletinin ve memleketinin varlığını sürdürebilmesi için elden gelen ne varsa onu yapmaya çalıştı. Daha da önemlisi bunları bir şuur ve inançla yaptı. Sultan II. Abdülhamit’in emperyalizme karşı istiklal mücadelesinin ruhunu özetlersek iki kelime çıkabilir ağzımızdan: İman ve hamle!

Koray Şerbetçi
Diyanet Aylık Degi

Editör: Mehmet Çalışkan