3 Kasım 1914, İ’tilaf devletleri Çanakkale Boğazı’na gelir. 19 Şubat 1915’te başlayan saldırılar 18 Mart’a kadar devam eder. 18 Mart, deniz savaşının en çetin geçtiği zamandır.  Namağlup namıyla öne çıkan ve zamanın en üstün teknolojisine sahip İngiliz donanması, Fransa’nın da desteğiyle İ’tilaf devletlerinin oluşturduğu, dünyanın en büyük deniz gücü, 18 Mart’ta büyük bir hezimetle tanışır. Boğazı ahtapot gibi saran devasa zırhlıların üçte biri denizin dibini boylar. Bir kısmı karaya oturur, bir kısmı yaralı zor kurtulur.  Denizden yol bulamayan düşman 25 Nisan’da kara harekâtı başlatır. Ta ki Ocak 1916’da sessiz sedasız çekip gitmek zorunda kalıncaya kadar. Sekiz buçuk ay…  Arıburnu, Seddü’l bahir, Conkbayırı, Anafartalar, engebeli, zor, daracık bir arazi parçası üzerinde bir milyonu aşkın[1] insanın katıldığı akıl almaz bir savaş… Beş yüz binin üzerinde kayıp. Yani savaşa katılan her iki kişiden biri geri dönemez. Metrekareye 6 bin mermi düşer. Üç dakikada alaylar şehit düşer.

Binlerce sayfa yazılsa tamamlanamayacak bir hikâyedir yaşanan. Yüzlerce destan yazılsa yeniden bir destan çıkar. Ciltlerce ağıt yakılsa tarifi eksik kalacak acılar, hasretler, duygular…

Çanakkale’yi anlatmanın iki boyutu olabilir: Birincisi; tarihin bir kesitinde yaşananları, zaman, mekân, olaylar, sebepler, sonuçlar ve reel-politik bağlamında izah etmek. Elbette bu önemlidir ve tarihi yazanlar düne, bu güne ve yarına karşı bir vefa borcu olarak bütün bunları kayda geçeceklerdir. İkincisi ise, niçin ve nasıl boyutuyla, Çanakkale’den bu güne, bu günden Çanakkale’ye ayna tutmaya çalışmak, zamanı ve mesafeyi daraltarak bu günü dün ile yüzleştirmeye çalışmaktır. Çanakkale’yi anlamak ile bu günü doğru anlamak arasındaki ilişkiyi gündeme taşımak ve Çanakkale’nin hatırlattıklarını konuşmaktır.

Asrın mücadelesinin yüz dördüncü yılında,  “Çanakkale Şehitlerine”[2] şiirinin, “İstiklal Marşı’nın” kardeşi olarak okunduğu bu topraklarda, Çanakkale mücadelesini bütün yönleriyle okumak, anlamak ve anlatmak, bu toprağı vatan bilen herkesin zamana ve mekâna karşı en büyük görevlerindendir. 

Taşıdığı mana açısından Çanakkale’nin hatırlattıkları

Dünya tarihi boyunca ve milletlerin hayatında birçok olaylar, savaşlar, mücadeleler olmuştur. Ancak onlardan bazıları vardır ki tarihin akışına yön vermiştir ve onlar söz konusu olmadan tarih tamamlanamaz ve yaşananların izahı eksik kalır. Çanakkale savaşı son asrın olayları içinde hem milletimiz hem de dünya için böyle bir öneme sahiptir.

Çanakkale’ye gelen işgal kuvvetlerinin gayesi sadece bir coğrafyayı ele geçirmek, taktik hamlelerle stratejik hedefleri ele geçirerek Birinci Cihan Harbi’nin karşı cephe ülkesini sıkıştırmak,  bir ülkeyi paylaşmak ya da bir milleti yok etmekten ibaret değildir. Aynı zamanda bir inancın, medeniyetin, ahlakın yani İslam’ın yeryüzünden silinmesi hedeflenmiştir. Payitahta, hilafetin merkezine kastedilmiştir. Bunun için Çanakkale’nin yiğitlerini Bedir’in aslanlarına[3] nazire kılan şair haksız değildir. Bir an önce İstanbul’a ulaşmak için sabırsızlanan işgal komutanını asıl heyecanlandıran İslam’ın sancağının indirilişini görme arzusudur. Dolayısıyla Çanakkale aynı zamanda Hak ile batılın binlerce yıllık mücadelesinde yeni bir karşılaşmadır. Sadece İstanbul’un değil, Mekke’nin, Kudüs’ün, Diyarbakır’ın, Musul’un, Afrika’nın, topyekûn bir İslam coğrafyasının savunmasıdır. Irkı, rengi, inancı, coğrafyası ne olursa olsun, bütün insanların can, din, mal, akıl, nesil dokunulmazlıklarını savunan; ıslah, etmeyi, imar etmeyi, mutlu etmeyi varoluş gayesi bilen İslam medeniyetinin mensupları ile 18. asırdan itibaren icat ettiği ateşli silahlar ve geliştirdiği teknoloji ile Afrika’dan Hindistan’a, Amerikan yerlilerinden Balkanlara, gördüğü her zayıf ve güçsüz coğrafyayı işgal eden, talan eden bir anlayışın savaşıdır. Şairin İstiklal mücadelesinin neferleri için söylediği: “Galip et ya rab çünkü bu son ordusudur İslam’ın”[4] dizesi büyük bir dua olduğu gibi, milli mücadelenin gayesini ve ruhunu da ortaya koyması açısından önemlidir.

Elbette Çanakkale bir vatan müdafaasıdır. Bir insan için en büyük servetin ve izzetin bir vatana sahip olmak olduğunu bilenlerin zaferidir. Vatan ezanın okunduğu, inananların özgürce göğsünü kıbleye döndüğü yerdir. Mücadelenin temelindeki asıl saik inandığı gibi yaşayabilmektir. Çanakkale; vatanına, inancına, iffetine kastedilen bir milletin ya istiklal ya ölüm mücadelesidir. Onun için küçük menfaatleri uğruna vatanlarını pazarlık konusu yapanların ya hain ya da gafil olduklarını anlatır. 

Tarih Bilinci açısından Çanakkale’nin hatırlattıkları

Tarih çoktan seçmeli şıklar arasından eleme yöntemiyle doğruyu bulma kabiliyeti değildir.  Bilakis nesillerin üzerine basarak yükseldiği zemindir. Eğer bu zemin iyi bilinmiyorsa ve doğru temellere dayanmıyorsa sağlam bir geleceğin inşası mümkün değildir. Tarihlerinde yaşananları tüm gerçekliğiyle bilemeyenler, coğrafyalarında olan biteni anlama imkânından mahrumdurlar.

Bu coğrafyada kardeşliğe, bir arada yaşamaya, güçlü bir millet olarak dünyada inisiyatif sahibi olmaya engel olan her fitne ya Çanakkale’yi geçemeyenlerin yeni bir yöntemidir, ya da onların hayaline hizmet eden basiretsiz bir faaliyettir. Bir milleti yok etmenin en kısa ve kolay yolu onu dilinden, tarihinden ve dininden uzaklaştırmaktır.  Zira lisan bir milletin ufkudur. Tarih hafızasıdır. İnanç büyük idealleri gerçekleştirmesini sağlayan ve her türlü zorluğu aşmasını temin eden en büyük gücüdür. 

Teklif edilen şey bu günü ve geleceği tarihin ara sokaklarına sıkıştırmak veya tarihi süregiden kavgalar sebebi yapmak değildir. Lakin kimliğini, ufkunu, hafızasını, inancını kaybeden varlığını kaybedecektir.

Türkiye diye bir ülkenin varlığı Çanakkale zikredilmeden izah edilemeyecektir. Dahası Türkiye, vatanın elde kalan yirmi dörtte biridir, yani son toprak parçasıdır. Bundan bir asır önce okullarda okutulan coğrafya kitaplarında sınırlarımız 36-42 paralelleri ve 26-45 meridyenleriyle sınırlı değildi. Haritamızın doğu sınırları Karsta batı sınırları Edirne’de, güney sınırları Hatay’da bitmezdi. Çanakkale son vatan toprağının işgalinin püskürtülmesi olduğu kadar, gönül coğrafyamızı sahiplenmenin de meşruiyet zeminidir.

Millet olarak neslimize karşı ve ülkemizin geleceğine yönelik en büyük görevimiz; bu coğrafyada bir asır önce nelerin yaşandığını, niçin ve nasıl bir istiklal mücadelesinin yapıldığını anlatmaktır. Çanakkale, bu coğrafyada yaşayan herkes için, dünyada millet olarak ifade ettiği manayı anlamak; çalışmak, bilimde, teknikte, hukukta zamanının en iyisi olmak; büyük hayaller kurmak ve büyük hedeflere yelken açmak için gereken ilham ve enerji kaynağı olması yönüyle son asır millet tarihimizin en büyük örneğidir. Bunun için hamaset yüklü nutuklar ya da romantik enstantanelerle geçiştirilmemelidir. Bir milletin geleceğine yön veren kalbi ve aklı sağlam, fikri ve vicdanı hür nesiller için şuur kaynağı olmalıdır.

Bir milleti esir almanın, işgal etmenin de iki boyutu vardır: Birincisi maddi işgaldir. Coğrafyasına, güvenlik alanlarına, zenginlik kaynaklarına, sokaklarına, şehirlerine hâkim olmaktır. İkincisi ise milleti millet yapan değerlerine, medeniyet birikimine, kutsallarına, mahremine musallat olmaktır. İlkine karşı koymak ikincisinden daha kolaydır. Çünkü düşman ve yaptıkları somut ve aşikârdır. Fiilidir.  İkincisi ise daha karmaşıktır, uzun vadelidir. İşte bu açıdan  “Anadolu’nun kurtuluş mücadelesi ruh cephesinde devam etmektedir” diyen mütefekkiri anlamaya çalışmak önemlidir.

İnançlı bir nesil açısından Çanakkale’nin hatırlattıkları

Çanakkale şehitlerinin yaş ortalaması hesaplansa kaç çıkar acaba?  On dörtlüler. On beşliler. On altısında yiğitler. On yedinci yaş gününü siperde geçirenler. Başta İstanbul olmak üzere ülkenin birçok lisesi ve üniversitesi öğrencilerinin çoğunu Çanakkale’de şehit vermişte bu yüzden mezun verememiştir. Elbette o gençler Çanakkale’ye gidenin dönmeyeceğini biliyorlardı. Ama onlar aynı zamanda mukaddesat uğruna mücadelenin en büyük görev ve nasip olursa şehadetin en yüce mertebe olduğunu da biliyorlardı. Dünyanın en büyük orduları, devasa donanmaları, üstün silahlarıyla dağları, tepeleri, okyanusları geçmişti de on dokuzunda yiğitlerin iman dolu göğsünü geçememişti.

Çanakkale bir daha ispat etmiştir ki; bir milletin en büyük gücü tankı, topu, silahı değil, inançlı evlatlarıdır. Çanakkale, inançlı bir topluluğun Allah’a dayanan mücadelesine, Allah’ın yardımının açıkça görüldüğü bir savaştır. Bu coğrafyanın en büyük zenginliği ve gücü, yeraltı-yerüstü imkânları yanında gerektiğinde vatanı, inancı uğruna şehit olmayı en yüce değer bilen inançlı gençliğidir. Bunun içindir ki gençliğimize kendi medeniyet değerlerini tanıtmamak, onları başka tarzlara, inançlara, anlayışlara maruz bırakmak, Çanakkale’deki mevzileri gönüllü olarak terk etmektir.

Diğer yandan gerçek kahramanlığın, vatanına, milletine, insanlığa hizmet etmek olduğu duygusundan yoksun nesiller, statlarda, meydanlarda, aslında aynı hikâyeyi yaşayan kardeşlerine karşı kendini ispata girişecektir. Yaşamak ve yaşatmak sorumluluğunun ilahi bir mesuliyet olduğunun farkında olmayan nesiller, uyuşturucu girdabında yok oluşun hazin hikâyelerine konu olacaktır.

Ne yazık ki modern dünya son iki asırdır, akılcılık, bilimsellik vs adına kutsalı yok saymanın, aşkın olanı ötelemenin, metafiziği inkâr etmenin, inancı hayatın dışına itmenin ağır bedelini ödemektedir. Dünya gençliği, teklif edilen ve dahası dayatılan, amaçsız, hazza dayalı, günübirlik, ötesiz, duygusuz bir hayat tarzıyla ifsat edilmektedir. Bu ifsat endüstrisinin sahipleriyle Çanakkale’yi geçemeyenlerin tanışıklığı da dikkate değerdir.

Nihayetinde Çanakkale gündeminde şehadet olan bir milletin esir alınamayacağının dünyaya ilanıdır. O şehadet inancı ki başkası yaşasın diye kendi canından geçmektir. “Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber/Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.”[5] diyen şair sanatsız, abartısız bir hakikati kayda geçmiştir.

Mücahede ruhu açısından Çanakkale’nin hatırlattıkları

Çanakkale Savaşının ve istiklal mücadelesinin Müslümanlar açısından en temel saiklerinden biri hatta en önemlisi cihat boyutudur. Bütün bir ümmeti, Çanakkale’den Yemen’e onlarca cephede buluşturan ortak duygu ve gaye, cihadın ifade ettiği mana ve sorumluluktur. Bu göz ardı edilirse milli mücadelenin izahı eksik kalır.

Gerek Çanakkale ve milli mücadeledeki duygunun, direnişin, azim, merhamet ve fedakârlığın anlaşılması açısından; gerekse bu gün İslam adına müntesiplerince ve muarızlarınca zaman zaman ortaya konan manzara açısından cihat kavramının iyi ve doğru anlaşılması oldukça önemlidir.

Sade ve açık bir ifadeyle cihat: iyiliğin yaygınlaşması, tevhidin, adaletin, merhametin hâkim olması için her türlü çabayı göstermek; kötülüğe, fesada, münkere engel olmaya çalışmaktır.

Elbette cihadın başta kendi nefsiyle mücadele etmek olmak üzere birçok yönü vardır. Ancak cihat gerektiğinde düşmanla savaşmak konusunda en önemli dayanak ve meşruiyettir. Bunun için Müslümanlar vatanları, inançları, kutsalları için zorlu mücadeleler yapmak zorunda kaldıklarında veya yeryüzünü tevhit ve adaletle buluşturmak üzere fetihlere çıktıklarında en büyük imkânları iman ve cihat olmuştur. Onun için cihat inancı anlaşılmadan bu zaferlerin izahı eksik kalacaktır.

Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde cihat; bir kelime, kavram, ibadet, ahlak ve emir olarak geçmekte, Rasul’ü Ekrem’in pek çok hadis-i şerifinde cihattan bahsedilmektedir. Mesela Tevbe Suresi’nde; “inanan, hicret eden, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenlerin Allah katında mertebelerinin pek üstün olduğundan ve kurtuluşa erecek olanların onlar olduğundan”[6] bahsedilmektedir. Yine Allah’a imandan sonra en faziletli amelin Allah yolunda cihat olduğunu ifade eden hadis-i şerifler[7] Müslümanlar tarafından bilinmektedir.

Dolayısıyla her mü’min için can emanetini cihat yolunda teslim etmek büyük bir arzu olmaktadır. Bu duygu anlaşılmadan, Çanakkale’de on dördünde sevgiliye gider gibi cepheye koşan gençleri; önündeki herkesin şehit olduğunu gören, üç dakika içinde can vereceğini bilen, süngüsünü kapatıp Kur’an-ı açarak hiç tereddüt etmeden, düşmanı 3 dakika engellemek için şehit olanların yerine geçen Mehmetçiği, kocasını, kardeşlerini şehit vermiş tek yongasını elleriyle cepheye gönderen anneleri anlamak zor olacaktır. 

Çanakkale’ye geçilmez mührü vurulurken, Yemen’e gelmemek üzere gidilirken, Urfa şanlı, Maraş kahraman olurken, Sakarya’da, Dumlupınar’da daha birçok cephede destanlar yazılırken yaşanan bu duygudur.

Bu gün İslam’ın en fazla manipüle edilmeye çalışılan ibadetlerindendir cihat. Bir taraftan birazda kompleks duygularla sürekli geri planda bırakılmakta, diğer yandan bilinçli bir şekilde şiddetle özdeşleştirilerek, korkunun kaynağı gibi gösterilmek istenmektedir. Oysa hem Müslümanların bütün insanlar için adaleti ayakta tutma sorumluluğunu yerine getirebilmeleri için sahip olmaları gereken güç olarak meşru bir mücahededir. Hem de temelinde şefkat ve merhamet olan bir mücahededir.

Bunun yakın tarihteki en somut örneği Çanakkale’dir. Maddi ve manevi bütün varlığını tarumar etmek üzere gelen bir orduya göğsünü siper eden mehmetçik, konu insanlık ve merhamet olunca yine tarihe geçecek bir ahlakın temsilcisi olmaktadır. Zira işgal kuvvetlerinin terk ettiği yaralı askerlerine Mehmetçiğin yardımı ve şefkati, kendi yarasına toprak basarken elindeki sargı bezini onun yarasına sarması gibi nice örnek bizzat işgal komutanlarının anılarında ortaya konmaktadır. Bunun için Çanakkale aynı zamanda merhametin savaşı yendiği yerdir.

Bu tablonun bu günün dünyasına en azından iki mesajı hatırlatılmalıdır. Birincisi; sahip olduğu korkunç silahlarla ve uydurulmuş gerekçelerle ülkeleri işgal eden ve milyonlarca suçsuz insanı öldürenlere bir milletin savaştaki ilkelerini, hukukunu, insana bakışını hatırlatmalıdır. İkincisi ise güya İslam adına, güya adalet gereği uydurulmuş Kaidelerle vahşetin korkunun, İslamofobinin kaynağı olmuş örgütlere İslam’ın özünden ne kadar uzakta kaldıklarını ve dahası İslam’a en büyük kötülüğü yaptıklarını hatırlatmalıdır.

Bu gün büyük senaryolarla cihadı şiddet ve vahşet gibi göstererek ötelemeye çalışanlarla dün Çanakkale’de cihat ruhuna yenilenlerin nasıl bir tanışıklığa sahip olduğu ise merakı mucip diğer bir mesele olarak düşünülmelidir.

Ümmet şuuru açısından Çanakkale’nin hatırlattıkları

Çanakkale bütün Müslümanların hep beraber yaptıkları son savunmadır. İslam birliğinin son savaşıdır. Yemen’den Kosova’ya Türk, Arnavut, Kürt, Arap, Boşnak ve daha birçok ırk aynı gaye için Çanakkale’ye gelmişler, omuz omuza savaşmışlar ve yan yana şehit düşmüşlerdir. Çanakkale Müslüman olmanın ve İslam coğrafyasını yurt bilmenin en üst ve vazgeçilmez en güçlü bağ olduğunu bilenlerin zaferidir. Kudüs’ün, Diyarbakır’ın, İstanbul’un fethine hep beraber sahip çıkmaktır.

Ve Çanakkale cetvelle çizilen sınırların kardeşliği sınırlayamayacağını anlatır. Coğrafyamızdaki sorunların, yapay, oluşturulmuş ve planlı bir fitne sonucu olduğunu anlatır. Aynı zamanda Şam’ın, Bağdat’ın, Kahire’nin, Mekke’nin, İstanbul’un, hiçbir fitnenin ve planın bozamayacağı kadar sağlam ve kadim dostluklarını anlatır. Müslümanların, bir vücudun azaları gibi birbirlerinin acılarını beraber yaşadıkları, mukaddesat için bir tarağın dişleri gibi yan yana koştukları zamanların efsane olmadığını, hatta ilk ağızdan kardeşlik hatıralarını dinleyebilecek kadar yakın tarihlere ait hikâyeler olduğunu anlatır.

Ümmetin yaşadığı savrulmalara bakarak Müslümanların birliğini muhal görmek yüzlerce yıllık dostluğu, son yarım asrın manşetlerine kurban etmektir. Yapılması gereken Çanakkale’de uğruna omuz omuza şehit olunan değerleri, beraber yaşamanın temel ilkeleri yapmaktır.

Gelecek İnşası Açısından Çanakkale

Çanakkale geçilememiştir. Lakin sahip olduğu üç temel özellikten dolayı bu coğrafya sürekli işgal ve istilalara maruz kalmaktadır. Birincisi bu coğrafyanın sahip olduğu yeraltı-yerüstü kaynakları, enerji potansiyeli ve jeostratejik konumudur.  İkincisi kadim medeniyetlerin doğduğu yerdir. Birçok dinin ve inanışın ilk mabetleri, kutsal mekânları bu coğrafyadadır. Üçüncüsü bin yıldır bu coğrafyada kök salan İslam medeniyeti, dünyayı işgal ve ifsat edenlerin endişe kaynağı olmuştur. Yani dünyayı maddi ve manevi zenginlikleriyle sömürenler, barbarlıklarını Müslümanların birlik beraberlik içinde güçlü bir varlık sahibi olmamasına borçludur. Onun için Çanakkale bu coğrafyaya yapılan ilk işgal girişimi değildir ve son da olmayacaktır.

Şu var ki ekonominin küreselleşmesi, uzayın uydularla doldurulması, enformasyonun hayatı kuşatmasıyla savaşlar, işgaller yöntem değiştirmiştir. Böylece denizden ve karadan işgal edilemeyen coğrafyalar, uydudan kuşatılmakta, özgürlük şarkılarıyla esir kampları kurulmakta, işgalcisine meftun zihinler oluşturulabilmektedir. Böylece dini, etnik hatta yöresel farklılıklar devasa kavgalara delil yapılabilmektedir. Hukuku ve ahlakı ayaklar altına alanlar, sesi en yüksek çıkan mikrofonun başına geçmekte ve hukuk ve ahlak adına nutuklar atmaktadır. Yeryüzünü talan edenler, insani değerlerin hamisi reklamında başrol oynayabilmektedir.

Netice, Çanakkale elbette geçilemeyecektir. Çünkü Çanakkale’nin hatırlattığı değerlerden, ortaya koyduğu manadan vazgeçilmeyecektir.

Bu coğrafyanın her bir ferdi bilmelidir ki; ancak Çanakkale’de destan yazan ruh; inancı, iradesi, azmi, yüreği ve feraseti ile yeryüzünde iyiliğin teminatı olabilir. Bu, gelecek omuzlarında yükselecek olanlara dinin, tarihin, insanlığın yüklediği izzetli bir vazifedir.

Mustafa Irmaklı
Diyanet İşleri Uzmanı


[1] Zekeriya Kurşun, “Çanakkale Muharebeleri”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. VIII, TDV yay, İstanbul 1993, s. 207.

[2] Mehmet Akif Ersoy, “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi” diye başlayan meşhur şiiridir. Bkz. Safahat, (Haz. M. Ertuğrul Düzdağ), DİB yay, Ankara, 2012, s. 385.

[3] Ersoy, a.g.e., s. 386.

Editör: Mehmet Çalışkan