Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Bize mirasçı olunmaz, geriye bıraktığımız ise sadakadır!”

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لاَ نُورَثُ مَا تَرَكْنَا صَدَقَةٌ.”

(M4585 Müslim, Cihâd, 56)

***

عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ:مَا تَرَكَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) دِينَارًا وَلاَ دِرْهَمًا وَلاَ شَاةً وَلاَ بَعِيرًا وَلاَ أَوْصَى بِشَيْءٍ.

Hz. Âişe (ra) diyor ki: “Resûlullah (sas) vefatında geriye ne bir dinar, ne bir dirhem, ne koyun ne de deve bıraktı. Hiçbir şey de vasiyet etmedi.”

(M4229 Müslim, Vasiyye, 18; N3651 Nesâî, Vesâyâ, 2)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لاَ يَقْتَسِمْ وَرَثَتِى دِينَارًا، مَا تَرَكْتُ بَعْدَ نَفَقَةِ نِسَائِى وَمَئُونَةِ عَامِلِى فَهْوَ صَدَقَةٌ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Vârislerim ne bir tek dinarı ne de dirhemi paylaşsınlar. Hanımlarımın nafakasından ve hizmetçimin ihtiyacından sonra bıraktığım mallar sadakadır.”

(B2776 Buhârî, Vesâyâ, 32)

***

عَنْ قَيْسِ بْنِ كَثِيرٍ قَالَ: قَدِمَ رَجُلٌ مِنَ الْمَدِينَةِ عَلَى أَبِى الدَّرْدَاءِ وَهُوَ بِدِمَشْقَ فَقَالَ: مَا أَقْدَمَكَ يَا أَخِى؟ فَقَالَ: حَدِيثٌ بَلَغَنِى أَنَّكَ تُحَدِّثُهُ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ)... قَالَ: فَإِنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “...إِنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ الأَنْبِيَاءِ إِنَّ الأَنْبِيَاءَ لَمْ يُوَرِّثُوا

دِينَارًا وَلاَ دِرْهَمًا إِنَّمَا وَرَّثُوا الْعِلْمَ فَمَنْ أَخَذَ بِهِ فقَدْ أَخَذَ بِحَظٍّ وَافِرٍ.”

Kays b. Kesîr (ra) anlatıyor: Medine'den bir adam Dımaşk'ta bulunan Ebu'd-Derdâ'nın yanına geldi. Ebu'd-Derdâ ona, “Kardeşim, seni buraya getiren nedir?” diye sordu. Adam, “Senin Resûlullah'tan (sas) naklettiğini öğrendiğim bir hadis.” cevabını verdi... Bunun üzerine Ebu'd-Derdâ dedi ki, “Resûlullah'ı (sas) şöyle derken işittim:

"...Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakırlar; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur." ”

(T2682 Tirmizî, İlim, 19)

***

حَدَّثَنَا طَلْحَةُ بْنُ مُصَرِّفٍ قَالَ سَأَلْتُ عَبْدَ اللَّهِ بْنَ أَبِى أَوْفَى (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) هَلْ كَانَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَوْصَى؟ فَقَالَ لاَ. فَقُلْتُ: كَيْفَ كُتِبَ عَلَى النَّاسِ الْوَصِيَّةُ أَوْ أُمِرُوا بِالْوَصِيَّةِ؟ قَالَ: أَوْصَى بِكِتَابِ اللَّهِ.

Talha b. Musarrif (ra) anlatıyor: “Abdullah b. Ebû Evfâ'ya (ra), "Peygamber (sas) vasiyette bulundu mu?" diye sordum. "Hayır." dedi. "Peki, insanlara vasiyette bulunmak nasıl farz kılındı ya da sadaka ile nasıl emrolundular?" dedim. "(Resûlullah) Allah'ın Kitabı'nı (rehber edinmeyi) vasiyet etti." diye cevap verdi.”

(B2740 Buhârî, Vesâyâ, 1)

***

Allah Resûlü (sas), sahip olduğu mallar konusunda vefatından önce herhangi bir vasiyette bulunmamıştı. Vârislerinden bazıları mirastan paylarını almak üzere Halife Hz. Ebû Bekir’e (ra) ve Hz. Ömer’e (ra) başvurmuşlardı. Resûlullah (sas) vefat edince Hz. Peygamber’in (sas) eşleri, Hz. Osman’ı (ra) Hz. Ebû Bekir’e (ra) gönderip Resûlullah’tan (sas) kalan miraslarını istemeyi düşünmüşlerdi. Bunun üzerine Hz. Âişe (ra), "Resûlullah (sas), "Bize mirasçı olunmaz, geriye bıraktığımız ise sadakadır!" buyurmadı mı?" diyerek buna karşı çıkmıştı. Diğer bir rivayete göre ise o, "Allah’tan (cc) korkmuyor musunuz? Siz Resûlullah’ın (sas), "Bizim mirasçımız olmaz, bıraktığımız sadakadır. Ancak şu kalan mal Muhammed’in ailesinin ihtiyaçları ve misafirlerinin ağırlanması içindir. Ben ölünce ise bu mal, benden sonra yönetimi üstlenecek kimseye aittir." buyurduğunu işitmediniz mi?" demişti. Bunun üzerine onlar, Hz. Âişe’nin (ra) sözüne razı olarak bu isteklerinden vazgeçmişlerdi.

Allah Resûlü’nün (sas) eşlerinin talep ettiği söz konusu gelirler şu şekilde elde edilmişti: Hz. Peygamber (sas), Allah’ın (cc) kendisine tahsis ettiği savaş ganimetlerinin beşte bir hissesine ve savaşsız elde edilen fey denilen gayri menkullere sahipti. Şahsına mahsus bu mallarda istediği gibi tasarruf hakkı olmasına rağmen o, bu toprakları bile Müslümanların faydasına sunmuştu. Fedek’te bulunan araziyi, ihtiyacı olan yolculara tahsis etmiş, Hayber’deki araziyi ise ikisini Müslümanlar arasında, birini de kendi ailesinin geçimine harcamak üzere üçe bölmüştü. Nadîroğulları’nın mallarından, ailesinin bir senelik nafakasını alır, kalan mallarını da Allah rızası için harcardı. Acaba Allah Resûlü’nün (sas) sahip olduğu bu mülkiyet, onun vefatından sonra ne olacaktı? Kur’an’da ortaya konulan miras hükümleri uyarınca —bütün Müslümanların mallarında olduğu gibi— vârislerine mi taksim edilecekti? Yoksa farklı bir uygulama mı yapılacaktı?

Allah Resûlü’nün (sas) eşleri gibi kızı Hz. Fâtıma (ra) da bir defasında Hz. Peygamber’in (sas) mirasıyla ilgili talepte bulunmuştu. Hz. Fâtıma (ra), Hz. Ebû Bekir’e (sas) haber göndererek ondan Allah’ın (cc), Medine ve Fedek’te Resûlullah’a (sas) vermiş olduğu feyden payına düşecek mirasını istemişti. Hz. Ebû Bekir (ra), "Şüphe yok ki Resûlullah (sas), "Bize mirasçı olunmaz, geriye bıraktığımız ise sadakadır. Muhammed’in aile fertleri ancak şu maldan yiyebilirler." buyurdu." dedi ve sözlerine şöyle devam etti: "Allah’a (cc) yemin olsun ki ben, Resûlullah’ın (sas) geriye bıraktığı sadakasından hiçbir şeyi Resûlullah (sas) zamanındaki hâlinden farklı bir hâle çevirmem. Dolayısıyla bu mallar hakkında Resûlullah’ın (sas) uyguladıklarını aynen uygulayacağım." Böylece Hz. Ebû Bekir (ra), söz konusu mallardan Fâtıma’ya herhangi bir şey vermedi. Eşi Hz. Fâtıma’nın (ra) vefatından sonra biat etmek üzere kendisiyle görüşen Hz. Ali’ye (ra) da bu konuyu açan Hz. Ebû Bekir (ra), "Bu mallar hakkında sizinle benim aramda geçen tartışmaya gelince, bu hususta ben haktan ayrılmış değilim. Zira ben Resûlullah’ın (sas) yaptığını gördüğüm bir şeyi terk etmem, mutlaka onu yaparım." demişti.

Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre ise Hz. Fâtıma (ra) ile Hz. Ebû Bekir (ra) arasında şöyle bir konuşma gerçekleşti: Hz. Fâtıma (ra) gayet açık bir şekilde halifeye sordu: "Sana kim vâris olacak?" "Ailem ve çocuklarım." dedi yeni halife. Bu defa Hz. Fâtıma (ra), "Peki, ben niçin babama vâris olamıyorum?" deyince, Hz. Ebû Bekir (ra) şöyle dedi: "Ben Resûlullah’ı (sas) şöyle söylerken işittim: "Biz peygamberlere vâris olunmaz." Fakat Resûlullah’ın (sas) baktığı kimselere ben bakacağım. Onun nafakalarını temin ettiği kimselerin nafakalarını ben temin edeceğim."

Aynı sahneyi Hz. Peygamber’in (sas) amcasının kızı olan Ümmü Hânî’nin anlatımı ise şöyledir: "Fâtıma (ra), Ebû Bekir’den (ra) yukarıdaki gibi bir cevap alınca, "Nasıl oluyor da Hz. Peygamber’e (sas) biz değil de sen vâris oluyorsun?" diye sormuştu. Ebû Bekir (ra), "Ey Resûllulah’ın kızı! Vallahi ben babanın ne arazisine ne altın ve gümüşüne ne hizmetçisine ve ne de herhangi bir malına vâris oldum!" cevabını vermişti. Bu defa Fâtıma (ra), "Allah’ın (cc) bizlere tahsis ettiği şu anda senin elinin altında bulunan ganimetlerden ayrılan hisse ne?" diye tekrar sorunca o, "Ben Resûlullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu işittim: "O (mallar) Allah’ın (cc) beni kendileri ile doyurduğu yiyeceklerdir. Ben öldüğümde ise Müslümanlar arasında dağılacaktır." dedi."

Hz. Fâtıma’nın (ra), Hz. Ebû Bekir’e (ra) müracaatı, ona sorduğu sorular ve aralarında geçen bu konuşma, onun bu husustaki hükmü bilmediğini, Hz. Peygamber’in (sas) de diğer insanlar gibi genel miras hükümlerine tâbi olduğu kanaatini taşıdığını göstermektedir.

Peygamber olmasının yanında, aynı zamanda Medine toplumunun lideri olan Allah Resûlü, abartılı bir hayat yerine, mütevazı bir yaşantıyı tercih etmişti. Diğer peygamberler gibi tebliğ görevini karşılıksız yapmış, başkaları gibi mal mülk edinip biriktirmemişti. Bu nedenledir ki mütevazı Peygamber’in (sas) geride bıraktığı mal varlığı da son derece mütevazı olmuştu. Hz. Âişe’nin (ra) ifadesiyle, "Resûlullah (sas) vefatında geriye ne bir dinar, ne bir dirhem, ne koyun ne de deve bıraktı. Hiçbir şey de vasiyet etmedi." Peygamberimizin (sas) hanımlarından Cüveyriye bnt. Hâris’in (ra) kardeşi Amr b. Hâris’e göre ise Resûlullah (sas), vefat ettiğinde geriye yalnız beyaz, dişi bir katırla silahını, bir de sadaka olarak tayin ettiği araziyi bırakmıştı. Zaten Rahmet Elçisi (sas), "Vârislerim ne bir tek dinarı ne de dirhemi paylaşsınlar. Hanımlarımın nafakasından ve hizmetçimin ihtiyacından sonra bıraktığım mallar sadakadır." buyurmuştu.

Aslında mirasla ilgili düzenlemeler gelmeden önce, Yüce Allah (cc) Müslümanlardan, yakın akrabalarına vasiyette bulunmalarını istemişti. Sevgili Peygamberimiz (sas) de onlardan vasiyetlerini hazırlamalarını istemişti. Ancak kendisi miras olarak hiçbir şey bırakmadığı gibi herhangi bir maddî vasiyette de bulunmamıştı.

Yine bazı iddiaların aksine Allah Resûlü’nün (sas), kendisinden sonra kimin halife olacağına dair siyasî bir vasiyeti de yoktu. Nitekim Hz. Âişe’nin (ra) anlattığına göre onun yanında, Hz. Ali’nin (ra) Hz. Peygamber’in (sas) vasîsi olduğu dile getirilmişti. O, bu sözlere şaşırarak şöyle dedi: "Hz. Peygamber (sas) ona ne zaman vasiyet(ini uygulama yetkisi) vermiş ki! Zira o, göğsüme veya kucağıma yaslanmaktaydı. Bir kap istemişti ki birden kucağıma yığılıverdi. Hatta ben onun vefat ettiğini dahi anlayamadım. Öyleyse ona ne zaman vasiyet vermiş ki!"

Evet, Rahmet Elçisi’nin (sas) malî ya da siyasî herhangi bir vasiyeti yoktu. Ancak son peygamber olarak o, ümmetine elbette birçok mânevî değerleri vasiyet etmişti. Bu değerlerin başında da ‘ilim’ gelmekteydi.

Kays b. Kesîr’in anlattığına göre, bir adam Medine’den Şam’da bulunan Ebu’d-Derdâ’nın yanına gelmişti. Onun sırf Resûlullah’tan (sas) rivayet ettiği bir hadisi kendisinden öğrenmek için geldiğini öğrenince Ebu’d-Derdâ (ra) şöyle dedi: "Ben Resûlullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu işittim: "Kim ilim için yola çıkarsa Allah (cc) ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, hoşnutluklarından dolayı ilim talebesine kanatlarını serer. Denizdeki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a (cc) yakarır. Âlimin, âbide (ibadet edene) üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakırlar; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.""

Ebû Saîd (ra), Resûlullah’ın (sas) vefatından sonra kendisini ziyarete gelen bir grup insana, Resûlullah’ın (sas) şu tavsiyesini aktarmıştı: "Size yeryüzünün değişik bölgelerinden din öğrenmek için insanlar geleceklerdir. Onlar size geldiklerinde onlara iyi ve hayırlı tavsiyelerde bulunun." Anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber’in (sas) geriye bıraktığı miras, ilim; vârisleri de ilim talebeleri ve âlimlerdir.

Şüphesiz Müslümanlar açısından ilmin en önemli kaynağı ise Kur’ân-ı Kerîm idi. Bir gün Abdullah b. Ebû Evfâ’ya, "Peygamber (sas) vasiyette bulundu mu?" diye sorulmuş, o da "Hayır." diye cevap vermişti. Bunun üzerine, "Peki, insanlara vasiyette bulunmak nasıl farz kılındı ya da sadaka ile nasıl emrolundular?" diye sorulduğunda ise o, bu gerçeğe işaret etmişti: "(Resûlullah (sas)) Allah’ın (cc) Kitabı’nı (rehber edinmeyi) vasiyet etti."

Veda Haccı’nı anlatan Câbir b. Abdullah’tan (ra) öğrendiğimize göre de Hz. Peygamber (sas), ashâbına hitap ederken aynı tavsiyede bulunmuştu: "Size öyle bir şey bıraktım ki ona sıkı sarılırsanız sapıtmazsınız: Allah’ın (cc) Kitabı.’

Zeyd b. Erkam (ra) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (sas), Mekke ile Medine arasında bulunan Hum denilen su kaynağının yanında bize hitap etmek üzere ayağa kalktı, Allah’a (cc) hamd ve senâda bulunup vaaz etti ve bazı hususları hatırlattıktan sonra şöyle buyurdu: "Dikkat edin ey insanlar! Ben de bir insanım. Rabbimin elçisi (olan ölüm meleği)nin gelmesi ve benim de icabet edeceğim vakit neredeyse yakındır. Ben size iki ağırlığı (sekaleyni) bırakıyorum. Bunlardan ilki Allah’ın (cc) Kitabı’dır ki onda, hidayet ve nur vardır. Allah’ın (cc) Kitabı’nı alıp (amel edin) ve ona sımsıkı sarılın." Bu şekilde insanları Allah’ın (cc) Kitabı’na teşvik edip ona yönlendirdi. Sonra da sözüne devam ederek şöyle buyurdu: "(İkincisi ise) Ehl-i Beytimdir (ev halkımdır). Ev halkım konusunda size Allah’ı (cc) hatırlatıyorum, Ev halkım konusunda size Allah’ı (cc) hatırlatıyorum, Ev halkım konusunda size Allah’ı (cc) hatırlatıyorum.’ ’

Dikkat edilirse bu rivayette Hz. Peygamber (sas), bıraktığı iki ağır emanetten söz ettikten sonra, Allah’ın (cc) Kitabı’nı almayı, ona sarılmayı emrederken, Ehl-i Beyt’i de üç defa hatırlatmakla yetinmiştir. Bu hutbe, Veda Haccı dönüşü söylendiğine göre o tarihte Resûlullah’ın (sas) birkaç hanımı bulunmaktaydı ve ‘ev halkı’ tabirinden özellikle bunlar kastedilmekteydi. Çünkü Kur’an’ın bildirdiği üzere Resûlullah’ın (sas) Ehl-i Beyt’i, ‘müminlerin anneleri’ olan hanımları idi ve onun ölümünden sonra yine Kur’an’ın emri gereği onlar evlenemeyeceklerdi. Bu durumda Resûlullah’ın (sas) onlar hakkında ümmetini uyarması son derece anlamlı ve gerekliydi. Ümmeti, öncelikle hanımları hakkında Allah’ın (cc) koymuş olduğu ölçülerden ayrılmamalıydı.

Maddî ihtiyaçları da yine aynı ölçüler içerisinde karşılanmalıydı. İşte bu nedenledir ki Allah Resûlü (sas), ashâbına ev halkına iyi davranmalarını tavsiye etti, diğer bir ifade ile onlara iyi davranmalarını vasiyet etti. Elbette ki Hz. Peygamber’in (sas) başta çocukları ve torunları olmak üzere birinci dereceden yakınları Ehl-i Beyt’tir. Hatta bazı sahâbîlere göre Ehl-i Beyt bütün Müslümanları kapsayan bir ifadedir.Tarih boyunca her peygamberin hayatı, çevresindekileri doğru yola yönlendirmek için onlara tavsiyelerde bulunmakla geçmişti. Hz. İbrâhim (as) ve Hz. Yakub (as) çocuklarına, "Oğullarım! Allah (cc), sizin için bu dini seçti. Siz de ancak Müslümanlar olarak can verin!" vasiyetinde bulunmuştu. Hz. Yakub (as) ölüm döşeğinde bile çocuklarını düşünüyor, "Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?" diyerek vefatından sonra onların nasıl bir yol takip edeceklerini merak ediyordu. Çocuklarından gelen, "Senin ve ataların İbrâhim (as), İsmâil (as) ve İshak’ın (as) ilâhı olan tek Allah’a (cc) kulluk edeceğiz; biz ancak O’na teslim olmuşuzdur!" cevabıyla çocuklarına en iyi mirası bırakmış olmanın huzurunu yaşıyordu.

Allah Resûlü (sas) de kendisine verilen risâlet görevini en güzel şekilde yerine getirerek ömrünü insanları iyiye ve güzele çağırmaya adamıştı. Artık din tamama ermiş, bu dünyadan ayrılacağının emareleri, en yakınları tarafından fark edilmeye başlanmıştı. Her canlı gibi ölümü tadacak olan Allah Resûlü’nün (sas) dünya hayatına veda etme vakti yaklaştığında, ümmetine tavsiyeleri, birer vasiyet olarak algılanmaya başlanmıştı. Sabah namazını kıldırıp çok sevdiği ashâbına dönerek onları oldukça duygulandıran, kalplerini hüzünlendiren dokunaklı sözler söylemişti bir gün. Öyle ki ashâbdan biri dayanamayarak, "Ey Allah’ın Resûlü! Sanki veda konuşması yaptın, bize ne tavsiye edersin?" diye sormaktan kendini alamamıştı. Bunun üzerine Allah Resûlü (sas) şu tavsiyelerde bulundu: "Size Allah’a (cc) karşı sorumluluk bilincinde olmayı ve Habeşli bir köle de olsa (başınızdaki idareciyi) dinleyip itaat etmeyi tavsiye ederim. Çünkü benden sonra yaşayacak olanlarınız çok ihtilâflar görecekler. O hâlde siz, benim sünnetime ve doğru yolu bulan, hidayete erdirilmiş halifelerin sünnetine sarılın! Bunlara azı dişlerinizle (tuttuğunuz gibi sımsıkı) sarılın. Sonradan çıkarılmış (aslı olmayan) şeylerden sakının. Çünkü sonradan çıkarılmış her şey bid’attir..."

Resûlullah (sas), vefatından sonra ashâbının şirke düşmesinden çok, refah ve zenginliğe erişen İslâm topraklarında, dünyalık için birbirleri ile çekişmelerinden endişe ediyordu. Ukbe b. Âmir’in, "Allah Resûlü’nü (sas) minber üzerinde son görüşüm." dediği bir gün, Peygamber (sas), Uhud şehitlerine cenaze namazı gibi namaz kılmış, sonra minbere çıkıp veda edercesine verdiği hutbesinde bu endişesini dile getirmişti: "Ben havuzumun başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Ben sizin, benden sonra Allah’a (cc) şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Lâkin ben sizin, dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum."

Hz. Peygamber (sas), vefatından sonra ortaya çıkacak ihtilâfların Müslümanların birbirlerine kenetlenmeleriyle giderilebileceğini düşünüyordu. Bu nedenle yalanın yayıldığı, kendisinden yemin etmesi istenmediği hâlde insanların yemin ettiği, şahitlikleri istenmediği hâlde yalan şahitlik yaptıkları zamanlarda müminler, Allah Resûlü’nün (sas) ashâbına öğrettiği güzel yaşantıyı örnek almalıydılar. Allah Resûlü (sas) onlara bunu vasiyet ediyor ve bu örnek yaşantının nesilden nesile tevarüsünün gerçekleşmesi için birlik ve beraberliklerini muhafaza etmeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Bu zor zamanlarda toplumu derinden sarsacak ayrılıkların yaşanmaması için, gerekli sorumlulukların yerine getirilmesini istiyor, İslâm’a aykırı görüşlere itibar edilmemesi gerektiğini bildiriyor, onlara kendi yaşantısını ve yakınında bulunan ashâbının yolunu takip etmelerini tavsiye ediyordu. Hepsinden önemlisi ise, imanın tüm bunların ihtiraslarından kurtulmuş bir kalple mümkün olacağını vurgulayarak öncelikle takvayı dile getiriyordu.

Bu arada Rahmet Elçisi’nin (sas) değişik vesilelerle bazı dostlarına hitaben yaptığı özel tavsiyeler de vardı. Bir gün bineğinin arkasında bulunan amcazadesi genç İbn Abbâs (ra) ile yolculuk yapmaktaydı. Allah Resûlü (sas), ona ömür boyu unutmayacağı şu cümleleri öğretmişti: "Delikanlı! Sana bazı şeyler öğreteceğim. Allah’ı (cc) gözet ki Allah (cc) da seni gözetsin. Allah’ı (c) gözet ki Allah’ı (cc) (daima) yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allah’tan (cc) iste! Yardıma muhtaç olduğunda Allah’tan (cc) yardım dile! Şunu bil ki bütün insanlar sana fayda vermek için toplansa Allah’ın (cc) takdiri dışında sana faydalı olamazlar. Ayrıca bütün insanlar sana zarar vermek için toplansa Allah’ın (cc) takdiri dışında sana hiçbir şeyde zarar veremezler. Bu konuda kalemler kaldırılmıştır (yeni bir şey yazmaz), sayfalar(daki yazılar) kurumuştur (değişmez)."

Allah (cc) ile kul arasındaki bu ilişkiyi gerçek anlamda bir kulluk ve ibadet bilinci tesis eder. Allah’a (cc) bağlılığın ifadesi olan ibadetler, insan vicdanını olgunlaştırır. Mademki kul, bu birlikteliğe muhtaçtır, o hâlde Yaratıcısı’na (cc) ulaşmak için O’nu (cc) çokça anmalıdır. Resûlullah’ın (sas) vefat edeceği son anlarda bile namaza devam edilmesini ve köle ve cariyelerin haklarına riayet edilmesini tavsiye etmesi onun hem Rabbiyle (cc), hem de insanlarla olan ilişkilerine ne kadar önem verdiğini gösteriyordu.

Allah Resûlü (sas), binlerce sahâbeye topluca son olarak Veda Hutbesi’nde hitap etmiş ve onlara hikmet yüklü tavsiyelerde bulunmuştu. "Ey insanlar! Vallahi, bilmiyorum, bugünümden sonra bu yerde sizinle belki bir daha karşılaşmayacağım." şeklindeki ifadeleriyle Kutlu Nebî, onlara gerçekten önemli şeyler vasiyet edeceğini hissettirmişti. Binlerce mümin Resûlullah’ın (sas) ağzından çıkacak cümleleri bekliyordu pür dikkat. O gün binlerce kişiden oluşan inananlar topluluğuna seslenen Hz. Peygamber (sas), aslında kıyamete kadar yaşayacak bütün Müslümanlara evrensel mesajlar sunmaktaydı. Allah’a (cc) hamd ve senâ ettikten sonra sözlerine başladı:

"Kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (namus ve haysiyetleriniz), şu gününüz, şu beldeniz, şu ayınız gibi saygın olup dokunulmazdır. Dikkat edin! Her suçlu cezasını kendisi çekecektir. Hiçbir baba çocuğunun suçundan dolayı sorumlu tutulamayacağı gibi, hiçbir çocuk da babasının yaptığından dolayı ceza çekemez.

Dikkat edin! Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Müslüman’a, gönül rızası olmadan kardeşinin malı helâl olmaz.

Dikkat edin! Câhiliye dönemindeki tüm faizler kaldırılmıştır. Ancak anaparalarınız sizindir. Haksızlık etmeyecek ve haksızlık da görmeyeceksiniz.

Dikkat edin! Câhiliye dönemindeki tüm kan davaları da kaldırılmıştır.

Kadınlar hakkında Allah’tan (cc) korkun! Çünkü siz, onları Allah’ın (cc) emaneti olarak aldınız ve Allah’ın (cc) adını anarak (nikâh kıyıp) kendinize helâl kıldınız."

Resûl-i Ekrem (sas), geçici dünya hayatının mal, mülk ve servetine değer vermeden mütevazı bir hayat yaşamış, vefatından sonra da yakınlarına herhangi bir maddî miras bırakmamıştır. Ancak tüm insanlığa başta en yüce vasiyet Kur’ân-ı Kerîm ve yaşayan bir Kur’an olan örnek ahlâkını bırakmış, nebevî bildirileri çağlar boyu insanların yollarını aydınlatmıştır. Onun ilme, âdâba, ahlâka, sevgiye, merhamete dair tavsiyeleri, insanlığı her iki âlemde mutluluğa ulaştıracak eşsiz bir miras niteliğindedir.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam