Ebû Hüreyre'nin naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“…Âdem reddetti, zürriyeti de reddetti; Âdem unuttu, zürriyeti de unuttu; Âdem hata etti, zürriyeti de hata etti.”

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “…فَجَحَدَ آدَمُ فَجَحَدَتْ ذُرِّيَّتُهُ وَنَسِيَ آدَمُ فَنَسِيَتْ ذُرِّيَّتُهُ وَخَطِئَ آدَمُ فَخَطِئَتْ ذُرِّيَّتُهُ.”(T3076 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 7)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “...وَالنَّاسُ بَنُو آدَمَ وَآدَمُ مِنْ تُرَابٍ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “...İnsanlar Âdem'in çocuklarıdır, Âdem ise topraktandır.”

(T3956 Tirmizî, Menâkıb, 74)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “...فَكُلُّ مَنْ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ عَلَى صُورَةِ آدَمَ...”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“...Cennete her giren, Âdem'in suretinde olacaktır...”

(B3326 Buhârî, Enbiyâ, 1)

***

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو قَالَ: أَتَى النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَعْرَابِيٌّ…رَجَعَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَجَلَسَ فَقَالَ: إِنَّ نُوحًا عَلَيْهِ السَّلَامُ لَمَّا حَضَرَتْهُ الْوَفَاةُ دَعَا ابْنَيْهِ فَقَالَ: “إِنِّي قَاصِرٌ عَلَيْكُمَا الْوَصِيَّةَ آمُرُكُمَا بِاثْنَتَيْنِ وَأَنْهَاكُمَا عَنْ اثْنَتَيْنِ أَنْهَاكُمَا عَنْ الشِّرْكِ وَالْكِبْرِ وَآمُرُكُمَا بِلَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ فَإِنَّ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا فِيهِمَا لَوْ وُضِعَتْ فِي كِفَّةِ الْمِيزَانِ وَوُضِعَتْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ فِي الْكِفَّةِ الْأُخْرَى كَانَتْ أَرْجَحَ وَلَوْ أَنَّ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا حَلْقَةً فَوُضِعَتْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ عَلَيْهَا لَفَصَمَتْهَا أَوْ لَقَصَمَتْهَا وَآمُرُكُمَا بِسُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ فَإِنَّهَا صَلَاةُ كُلِّ شَيْءٍ وَبِهَا يُرْزَقُ كُلُّ شَيْءٍ.”

Abdullah b. Amr (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber'e (sas) bir bedevî geldi. (Ashâbdan birisinin insanlar arasındaki asalet farkını gözetmediğinden şikâyet ediyordu)… Bunun üzerine (adamı azarlayan) Resûlullah (sas) döndü, oturdu ve şöyle buyurdu: “Vefat vakti geldiğinde Allah'ın peygamberi Nuh (as) iki oğlunu çağırdı ve dedi ki: "Size kısaca şu vasiyeti yapıyorum. Size iki şeyi emrediyorum ve iki şeyi yasaklıyorum: Allah'a ortak koşmayı ve kibirlenmeyi yasaklıyorum. "Lâ ilâhe illâllâh" demeyi emrediyorum. Çünkü gökler, yer ve bu ikisi arasında bulunanlar bir kefeye, lâ ilâhe illâllâh diğer kefeye konsa onlardan ağır gelir. Gökler ve yer bir halka olsalar da lâ ilâhe illâllâh onların üzerlerine konsa, onları çatlatır ya da kırar. Size "sübhânallâhi ve bihamdihî" demeyi de emrediyorum. Çünkü bu her şeyin duasıdır ve her şey bununla rızıklandırılır." ”

(HM7101 İbn Hanbel, II, 225)

***

Peygamber Efendimiz (sas), Hz. Âdem (as) ile Hz. Musa (as) arasında geçen bir konuşmayı bizlere şöyle aktarır:

"Ey Rabbim! Bana, bizleri ve kendisini cennetten çıkaran Âdem’i göster." dedi Musa. Allah Teâlâ (cc) da bu duasını kabul ederek ona Âdem’i gösterdiğinde ikisi arasında şu konuşma yaşandı:

"Sen babamız Âdem misin?"

"Evet."

"Allah’ın ruhundan üflediği, bütün isimleri öğrettiği, meleklere emredip de onların secde ettikleri sen misin?"

"Evet."

"Bizi ve kendini cennetten çıkarmaya seni sevk eden nedir?"

"Sen kimsin?"

"Ben Musa’yım."

"Allah’ın araya yaratılmışlardan bir elçi koymaksızın, perde arkasından konuştuğu, İsrâiloğulları’nın peygamberi sen misin?"

"Evet."

"Ben daha yaratılmadan önce Allah’ın Kitabı’nda bunu(n takdir edilmiş olduğuna dair bilgi) bulmadın mı?"

"Evet (buldum)."

"O hâlde, öncesinde Allah’ın takdirinin olduğu bir konuda beni neden kınıyorsun?"

Bu konuşma, her ne kadar keyfiyeti ve zamanı bilinmese de Hz. Âdem (as) yaratılmadan evvel Allah Teâlâ (cc) tarafından onun başına geleceklerin önceden yazıldığını anlatır bizlere. İlâhî takdir sonrasında, ezelî ilmin bir nişanesi olarak kayda geçirilenler, bir bir vuku bulmaya başlar. Önce yeryüzü, gökyüzü ve bu ikisi arasındakiler yaratılır, tam altı günde. Sonra Cenâb-ı Hak (cc), yeryüzüne bir halife yaratmayı murad ettiğini bildirir meleklere. Onlar, "Biz hamdin ile seni tesbih ve takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?" diyerek şaşkınlıklarını ifade ederler. Allah Teâlâ (cc) da onlara, "Şüphesiz ben, sizin bilmediklerinizi bilirim!" buyurarak âdemoğlunun yaratılmasında bazı hikmetler olduğunu ima eder.

Peygamber Efendimizin (sas) bildirdiğine göre Allah Teâlâ (cc), Hz. Âdem’i (as), cuma günü, cennette yaratmaya başladı. Allah Teâlâ (cc), Hz. Âdem’in (as) bedenini yarattığında onu bir süre kendi hâline bıraktı. Şeytan, Hz. Âdem’in (as) bir karnı olduğunu görünce, iştah sahibi olduğunu yani nefsine hâkim olamayacak şekilde yaratıldığını anladı ve "Ben onu yenebilirim." dedi. Böylece kıskançlığın ve kibrin tetiklediği isyanın ilk tohumları atılmış oldu.

Belirlenen süre dolduğunda Allah Teâlâ (cc), meleklere, "Ben, kupkuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verip ruhumdan üflediğim zaman siz hemen secdeye kapanın." buyurdu. Bütün melekler, hemen Rablerine itaat ederek topluca secdeye kapandılar. Ancak cinlerden olan şeytan bu emre itaat etmedi. Kibirlendi ve inkâr edenlerden oldu. Allah Teâlâ (cc), "Ey İblis! Benim bizzat yarattığıma secde etmene engel olan nedir?" diye sorduğunda, şeytan, "Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." "Kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek değilim." diyerek Cenâb-ı Hakk’a (cc) karşı geldi. Kibrinin yol açtığı bu isyanı dolayısıyla da huzûr-ı ilâhîden kovuldu. Hz. Âdem (as) yüzünden huzurdan kovulan ve bunu hazmedemeyen şeytan, Rabbine dönerek, "O hâlde bana onların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver." dedi. Bu dileği kabul edildiğinde de Allah’a (cc) yemin ederek maksadını şöyle ifade etti: "Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hâriç, onların hepsini azdıracağım." Bunun üzerine Allah Teâlâ (cc), "Andolsun ki ben de cehennemi seninle ve sana uyanların tamamıyla dolduracağım." diyerek ilâhî hükmünü bildirdi. Böylece Hz. Âdem’in (as) şahsında ortaya çıkan ve sonu şeytana uyanlar için cehennemde, Rabbinden sakınanlar için cennette bitecek olan, insanoğlu ile şeytanın amansız mücadelesi başlamış oldu.

Allah Teâlâ (cc), Hz. Âdem’i (as) yarattığında kıyamete kadar kuşaklar boyunca devam edecek olan zürriyetini ona gösterdi. Hz. Âdem (as), zürriyeti içerisinde yüzü parlayan bir kişi gördü ve "Bu hangi oğlumdur?" dedi. Cenâb-ı Hak, "Oğlun Dâvûd’dur." buyurdu. "Ömrü kaç yıldır?" diye sorunca, "Altmış yıl." cevabını aldı. Bunun üzerine Hz. Âdem (as), "Yâ Rabbi, onun ömrünü artır!" diye ricada bulundu. Ancak Yüce Rabbimiz (cc), "Olmaz, ama sen kendi ömründen artırırsan olabilir." buyurdu. Böylece Hz. Âdem (as), bin yıl olarak takdir edilmiş ömründen Hz. Dâvûd’a (as) kırk yıl hibe etti. Allah Teâlâ (cc) da buna melekleri şahit tutarak bir anlaşma yazdırdı.

Hz. Âdem’e (as) her şeyin ismini öğreten Allah Teâlâ (cc), onun yaratılışındaki hikmeti anlamaları için meleklere eşyayı göstererek, "Eğer doğru söylüyorsanız bana şunları isimleriyle bildirin." diye emir buyurdu. Melekler, "Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.’ diyerek âcizliklerini itiraf ettiler. Akabinde Âdem (as), Allah Teâlâ’nın (cc) buyruğu üzere, eşyanın isimlerini onlara söyleyince âdemoğlunun yaratılışındaki hikmet, onu meleklerden ayıran bilgi ve marifet olarak ortaya çıkmış oldu.

Hz. Âdem’i (as) yarattıktan sonra, kendisinden, huzur bulsun diye eşini yani Havva validemizi yaratan Allah Teâlâ (cc), şöyle buyurdu: "Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, orada dilediğinizden bolca yiyin ve (fakat) şu ağaca yaklaşmayın, (yoksa) zalimlerden olursunuz." "Ey Âdem! Şüphesiz bu (şeytan) sana ve eşine düşmandır. Sakın ola sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun!"

Diğer taraftan şeytan hemen işe koyulup, kendisinin sadece öğüt verdiğine yemin ederek onlara vesvese vermeye başladı. "Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak saltanatı göstereyim mi?" "Rabbiniz size bu ağacı, melek olursunuz ya da ebediyen (burada) kalırsınız diye yasakladı." diyen şeytan bu asılsız sözlerle onların ayaklarını kaydırdı. O ağaçtan tattıklarında, avret yerleri kendilerine göründü ve hemen cennet yapraklarıyla örtünmeye başladılar. Allah Teâlâ (cc) da onlara şöyle nida etti: "Ben size bu ağacı yasaklamamış mıydım? Ve size, "Kesinlikle, şeytan apaçık düşmanınızdır." dememiş miydim?" "Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir vakte kadar barınak ve nasibiniz var."

İşte bu ilâhî ferman ile başlayan âdemoğlunun dünya hayatındaki yolculuğu, kıyamete kadar devam edecek olan bir imtihan hâlini aldı. Bu arada kendi hatasının farkına varan Hz. Âdem (as), Rabbinden öğrendiği bazı sözleri söyleyerek eşiyle birlikte, "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, şayet sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz." diye tevbe etti. Çok bağışlayıcı ve çok merhametli olan Allah Teâlâ (cc) da hemen tevbesini kabul etti. ve şöyle buyurdu: "Hep beraber inin oradan, benden size bir yol gösterici gelir de kim ona uyarsa onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir, dedik. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlarsa işte onlar cehennem ehlidir, orada kalıcı olacaklardır."

Dünyadaki yaşantıları sırasında Hz. Havva, her batında ikiz, bir erkek ve bir kız olmak üzere toplam kırk çocuk doğurdu. Hz. Âdem (as) çocuklarından her bir erkeği farklı batından bir kız ile nikâhladı ve âdemoğlu çoğalmaya başladı. Allah Teâlâ (cc) da ona uzun bir ömür bahşettiği için kendi neslinden binlerce kişiyi gördü. Hz. Âdem (as), çocukları arasında birtakım kötülüklerin ortaya çıktığına da şahit oldu. Bunlardan ilki ise Kâbil’in Hâbil’i öldürerek başlattığı ve her tekrarlandığında Kâbil’in de günahından nasibini alacağı cinayet suçu oldu.

Yeryüzünde yaşadığı sırada, Allah Teâlâ (cc), Hz. Âdem’e (as), "Benim bir mukaddes mekânım var. Git, orada benim için bir ev inşa et, sonra, meleklerimin arşımı nasıl tavaf ettiğini gördüysen sen de öylece orayı tavaf et ki senin ve evlâdından bana itaat edenlerin (ibadetlerini) kabul edeyim." diye vahyetti. Hz. Âdem (as), bu kutsal mekâna yaptığı Beytullah’ın inşasını bitirdiğinde bir melek gelerek onu Arafat’a çıkardı ve haccın bugün bile yapılagelen aşamalarını gösterdi. Bundan sonra Hz. Âdem (as) kırk defa haccetti.

Nihayet Hz. Âdem’in (as) ömrü dolmuş, ölüm meleği Azrail yanına gelmişti. Hz. Âdem (as), "Ömrümden daha kırk yıl kalmamış mıydı?" diye sordu. Melek, "Onu oğlun Dâvûd’a (as) vermemiş miydin?" diyerek yaşananları hatırlattı. Hz. Âdem (as) verdiği sözü unuttuğu için, "Vermedim." dedi. Allah Teâlâ (cc) da ona anlaşmayı gösterdi ve melekler de bu duruma şahitlik ettiler. Yine de Allah Teâlâ (cc) lütfuyla, onun ömrünü bin yıla, Hz. Dâvûd’un (as) ömrünü ise yüz yıla tamamladı. Âdem (as) ile Rabbi arasında geçen bu konuşmayı nakleden Resûlullah Efendimiz (sas), onun bu tavrının evlâtları tarafından sürdürüldüğünü şöyle ifade etmektedir: "Âdem reddetti, zürriyeti de reddetti; Âdem unuttu, zürriyeti de unuttu; Âdem hata etti, zürriyeti de hata etti."

Evet, âdemoğlu babası Hz. Âdem’in (as) nisyanını ve hatasını tekrar edip durur, ama unutmaması gereken bir şey var ki o da babasının tevbe edip bağışlandığı gerçeğidir. Eğer insan, atasının tevbesini de tekrar ederse umulur ki, babası Âdem (as) gibi bağışlananlardan olur. Diğer taraftan Allah Teâlâ (cc) da, "Ey Âdemoğulları! Edep yerlerini kendilerine göstermek için giysilerini soyarak anne-babanızı cennetten çıkardığı gibi, şeytan, sizi de fitneye düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, o şeytanları inanmayanların dostu yaptık." buyurarak insanoğlunu şeytanın hilelerine karşı uyarmıştır.

Âdem (as) bütün insanlığın nüvesi kılınmıştır, dolayısıyla insanlar onun özellikleriyle donatılmıştır. Bu anlamda tüm insanların eşit olduğunu ve bunu daima hatırda tutmaları gerektiğini ashâbına bildirmek isteyen Peygamberimiz (sas), câhiliye âdetlerinde olduğu gibi atalarla övünmenin anlamsız olduğuna işaret etmiş, "İnsanlar Âdem’in (as) çocuklarıdır, Âdem (as) ise topraktandır." buyurarak hem eşitliği vurgulamış hem de ümmetine tevazuu öğütlemiştir.

Yeryüzündeki ilk nebîdir Hz. Âdem (as). Allah Teâlâ’nın (cc) kendisiyle söyleştiği ilk peygamber... Diğer insanlardan farklı olarak o, bebeklik, çocukluk gibi dönemler yaşamamıştı. Yetişkin bir insan olarak, sahip olduğu surette topraktan yaratılmıştı. Çok uzun boylu, gür saçlı ve yakışıklıydı. Nitekim Peygamber Efendimiz (sas) cennetliklerin, bir ikram olarak Hz. Âdem (as) suretinde, çok uzun boylu ve fizikî noksanlıklardan arınmış olarak cennete gireceklerini müjdelemişti.

Peygamber Efendimiz (sas), kıyamet sahnesini tasvir ettiği bir konuşmasında, Hz. Âdem’in (as), Müslümanların bağışlanması noktasında ilk umut olarak görüldüğünü bize aktarmaktadır. Hadîs-i şerîfe göre kıyamet gününde toplanan insanların sıkıntıları dayanılmayacak seviyeye ulaştığında aralarında konuşup kendilerine aracı olması için Hz. Âdem’e (as) gitmeyi kararlaştırırlar. Hz. Âdem’e (as) gelerek Allah Teâlâ’nın (cc) ona lütfettiği nimetleri hatırlatırlar: "Sen beşeriyetin atasısın, seni bizzat Allah (cc) yarattı, sana ruhundan üfledi, meleklere emretti de sana secde ettiler, seni cennetine yerleştirdi." diyerek durumlarını arz edip kendilerine şefaatçi olmasını talep ederler. Âdem (as) ise kendisine konulan sınırı ihlâl edip itaatsizlik ettiği için Cenâb-ı Hakk’ın (cc) kendisine çok kızdığını hatırlatır. "Kendim, kendim!" diyerek kendi derdine düştüğünü söyler ve insanlara Hz. Nuh’a (as) gitmelerini tavsiye eder.

Hz. Âdem’den (as) sonra da Şit (as) ve İdris (as) gibi şahsiyetler nübüvvet mührünü taşımışlar, insanları Allah’a ibadet etmeye davet etmişlerdir. Ancak kendisine ilk risâlet verilen zât, büyük azim ve kararlılık sahibi (ulü’l-azm) peygamberlerden sayılan Nuh (as) olmuştur.

Nuh (as) peygamber olarak gönderildiğinde, kavmi içinde kötülüğe engel olmaya çalışan kimse yoktu. Rabbinden aldığı vahiyle tebliğde bulunan Hz. Nuh (as), puta tapan ve Allah’a (cc) şirk koşan kavmini tevhide çağırdı: "Allah’a (cc) ibadet edin. O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vakte kadar ertelesin." "Allah’tan (cc) başkasına ibadet ve kulluk etmeyin. Doğrusu ben sizin adınıza elem dolu bir günün azabından korkuyorum." "Bunlara karşılık sizden hiçbir ücret de istemiyorum, benim ecrim Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) aittir." Hz. Nuh’un (as) bu davetine karşılık kavminin ileri gelenleri, onu ve beraberindekileri küçümseyerek, "Sen de bizim gibi bir insansın ve sana aramızda sadece alt tabakada olanlar uyuyor. Ayrıca sizin bize bir üstünlüğünüzü de göremiyoruz. Aksine sizin yalan söylediğinizi düşünüyoruz." dediklerinde, Hz. Nuh (as), "Ben, bana inananları kovacak değilim, çünkü onlar Allah’a (cc) kavuşacaklardır." "Hem ben onları kovarsam beni Allah’ın gazabından kim koruyabilir?" "Ben size, "Allah’ın hazineleri yanımdadır." demiyorum. Gaybı da bilemem. "Ben bir meleğim." de demiyorum. Sizin küçümsediğiniz kimseler hakkında, "Allah (cc) onlara asla hayır bahşetmeyecektir." de diyemem. Allah (cc) onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zalimlerden olurum." diye cevap verdi.

Hz. Nuh’un (as) bu cevabı karşısında söyleyecek söz bulamayan kavmi, ukalaca bir tavır takınarak, "Ey Nuh! Bizimle haddinden fazla mücadele ettin ve çok ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit edip durduğun azabı getir de görelim." dediler. Onların bu tutumlarına rağmen vakur duruşunu hiç bozmayan Nuh (as), "Onu size dilerse ancak Allah (cc) getirir, zaten siz de O’nu âciz bırakamazsınız. Sizi azdırmak isterse benim öğüdüm de size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir, sonunda O’na döneceksiniz." diye karşılık verdi. Değişmeyen azmi karşısında söyleyecek söz bulamayan kavmi, en sonunda, "Nuh (as) bu davadan artık vazgeçmezsen seni mutlaka taşa tutarız!" deyip onu tehdit etme yoluna gittiler. Kavminin onu yalancılıkla, hatta delilikle suçlaması neticesinde tebliğden alıkonulan Nuh (as) Rabbine yalvarmaya başladı: "Ben mağlup oldum, yardım eyle!"

Dokuz yüz elli yıl kavminin arasında kalan Nuh (as), bu süre zarfında onları ikna edemeyince, çaresiz bir şekilde Rabbine yönelerek şöyle dedi: "Ey Rabbim, ben kavmimi gece gündüz imana davet ettim, fakat davetim sadece onların kaçışını artırdı. Sen onları bağışlayasın diye kendilerini her davet edişimde, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerine büründüler, inanmamakta ısrar ettiler, çok kibirlendiler. Sonra onları açık açık davet ettim. Sonra hem açık hem gizli çağırdım, dedim ki: Rabbinizden bağışlanma dileyin, çünkü o çok bağışlayıcıdır. Size gökten bol bol yağmur versin, sizi mallarla ve oğullarla desteklesin, sizin için bahçeler var etsin, sizin için ırmaklar var etsin." Bu şekilde yaptığı tebliği anlatan Hz. Nuh (as), kavminin kendisine nasıl cevap verdiğini de şöyle arz etti: "Onlar bana karşı geldiler, malı ve çocuğu kendini azdıran kimseye uydular, büyük büyük tuzaklar kurdular, "Sakın ilâhlarınızı bırakmayın!" dediler... Ve gerçekten birçoklarını saptırdılar." "Artık onlarla benim aramı ayır, beni ve beraberimdeki inananları kurtar." "Kâfirlerden hiç kimseyi de yeryüzünde bırakma, eğer bırakırsan kullarını saptırırlar." Her fırsatta kavmini Allah’a (cc) çağırmaya devam eden Hz. Nuh (as), iman etmiş olanlar dışında inanacak kimse olmadığı kendisine vahyedilip bir gemi yapma emri verilince halkının gözleri önünde gemiyi yapmaya başladı. O bir taraftan gemiyi inşa ediyor, yanına her uğradıklarında onunla alay eden müşriklere de, "Bizimle nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle öyle alay edeceğiz." diyordu.

Sonunda göğün kapıları sağanak sağanak bir yağmurla açıldı ve yeryüzü pınar pınar kaynayıp taşmaya başladı. Nuh (as), kendisine gelen emirler doğrultusunda, her canlıdan bir çifti ve sayıları seksen civarında olan iman etmiş bir avuç mümini "Haydi binin, onun yüzmesi de durması da Allah’ın adıyladır." diyerek gemiye yükledi. Kendisi de gemiye bindiğinde, beraberindekilerle birlikte Rabbinin öğrettiği duaları bir bir okumaya başladı: "Bizi zalimlerden kurtaran Allah’a (cc) hamdolsun. (Allah’ım) beni bereketli bir yere indir, muhakkak sen barındıranların en hayırlısısın." Bu yakarışları üzerine, çağrıya icabet edenlerin en yücesi, duasını kabul ederek onu ve ailesini boğulmaktan o dolu gemi ile kurtardı.

Gemi, dağ misali dalgalar arasında onları götürürken Nuh (as) uzakta duran ve kendisine inanmayan oğluna: "Yavrucuğum bizimle bin gemiye, inkâr edenlerle beraber olma!" diye seslendi. Oğlu, "Beni sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım." diye cevap verince, Nuh (as), "Bugün, acıdığı kimseler dışında Allah’ın (cc) azabından kurtulacak yoktur." dedi. Tam o sırada bir dalga gelip aralarına girdi ve oğlu da boğulup gidenler arasına karıştı. Oğlunun boğulmaya mahkûm olduğunu fark eden Nuh (as), "Yâ Rabbi, oğlum ailemdendir." diyerek onun kurtulmasını talep edecek oldu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak (cc), "Ey Nuh, o senin ailenden değil! O(nun yaptığı) iyi olmayan bir iş. Bu yüzden bilmediğin bir şeyi benden isteme!" buyurarak iman bağıyla birbirine tutunmanın daha önemli olduğuna dikkatleri çekti. Düşüncesinin kusurlu olduğunu anlayan Nuh (as), "Yâ Rabbi! Bilmediğim bir şeyi istemekten sana sığınırım. Şayet beni bağışlamaz ve esirgemezsen hüsrana uğrayanlardan olurum." diyerek hemen tevbe etti. Aslında ailesinde ona iman etmeyen tek kişi, oğlu değildi. Hz. Lût’un (as) karısıyla birlikte, kâfirlere misal olarak gösterilen eşi de onun sözünü dinlemedi. Bir peygamber eşi olmasına rağmen, ona ihanet etti. Neticede Nuh (as), ne şirkte ısrar eden oğluna ne de kendisine ihanet eden karısına Allah’tan (cc) gelen azabın ulaşmasına mani olabildi.

Tufan o kadar dehşetliydi ki gemiye binenlerin dışında hiç kimsenin kurtulma ihtimali yoktu. Bu durumu Allah Resûlü (sas) şöyle anlatıyordu: "Yollar sularla dolmaya başladığında bir anne, canından çok sevdiği yavrusu için endişelenmişti. Hemen yavrusunu alıp bir dağa doğru yola koyuldu. Dağın üçte birine kadar tırmandı. Aralıksız yükselen sular oraya ulaştığında tırmanmaya devam etti ve dağın üçte ikisine kadar çıktı. Sular oraya da geldiğinde dağın zirvesine kadar kaçtı. Nihayet oraya da gelen sular, boğazına kadar yükselince, biricik yavrusunu eliyle başının üstüne kaldırdı ve sel onları alıp götürünceye kadar onu yukarıda tuttu." Bu olayı anlatan Resûlullah Efendimiz (sas) sözlerini şöyle tamamladı: "Şayet Allah Teâlâ (cc), Nuh kavminden birisine merhamet edecek olsaydı, işte bu bebeğin annesine merhamet ederdi."

Nihayet yeryüzü kendisini kirleten şirkten arındığı zaman yüce ferman geldi ve "Ey yer, yut suyunu ve ey gök, tut suyunu!" (Bu emir üzerine) sular çekildi ve hüküm yerine getirildi. Gemi Cudi (dağı) üzerine yerleşti." ve "Ey Nuh, sana ve beraberindeki ümmete tarafımızdan (bahşedilen) selâmet ve bereketle in gemiden." denildi. Receb ayının onuncu gününde başlayan zorlu yolculuk, tam altı ay sonra Muharrem ayının onuncu gününde yani âşûrâ gününde tamamlanmış oldu. Hz. Nuh (as) ve beraberindekiler de Allah’ın (cc) bu nimetine şükretmek için o gün oruç tuttular. Çünkü Nuh (as) her fırsatta çokça şükreden bir kul idi.

Tufandan sonra Hz. Nuh (as) ve yanında bulunanlar kendilerine evler yaparak yeniden yeryüzüne yerleştiler. Ancak o insanlardan sadece Hz. Nuh’un (as) zürriyyeti yani üç oğlu ve üç gelini geriye kaldı. Böylece bütün âlemler içinde Allah’ın (cc) kendisine selâm ettiği Nuh (as), Hz. Âdem’den (as) sonra insanların ikinci atası oldu.

Daha önce zikrettiğimiz kıyamet sahnesini anlatan hadisin devamında Resûlullah Efendimiz (sas), insanların Hz. Âdem’in (as) tavsiyesine uyarak Hz. Nuh’a (as) müracaat ettiklerini anlatır. İnsanlar ona, "Sen yeryüzü halkına gönderilen ilk resûlsün ve Allah (cc) seni ‘şükreden bir kul’ olarak niteledi. Rabbinin katında bize şefaatçi olmaz mısın?" dediklerinde, Hz. Nuh (as) kavmi aleyhine yaptığı duayı hatırlatarak "Kendim, kendim!" diye kendi telaşına düştüğünü belirtir ve Hz. İbrâhim’e (as) gitmelerini tavsiye eder.

Hz. Nuh’tan (as) yüzyıllar sonra, insanlığa hidayet rehberi olarak gönderilen Peygamberimiz (sas) de, arkadaşının insanlar arasındaki asaleti gözetmediğine dair, kibirli bir şekilde şikâyette bulunan bir kişiye öğüt vermek için, Hz. Nuh’un (as) iki dünya saadetine ulaştıracak vasiyetini şöyle hatırlattı:

"Vefat vakti geldiğinde Allah’ın (cc) peygamberi Nuh (as) iki oğlunu çağırdı ve dedi ki: "Size kısaca şu vasiyeti yapıyorum. Size iki şeyi emrediyorum ve iki şeyi yasaklıyorum: Allah’a (cc) ortak koşmayı ve kibirlenmeyi yasaklıyorum. "Lâ ilâhe illâllâh" demeyi emrediyorum. Çünkü gökler yer ve bu ikisi arasında bulunanlar bir kefeye, lâ ilâhe illâllâh diğer kefeye konsa onlardan ağır gelir. Gökler ve yer bir halka olsalar da lâ ilâhe illâllâh onların üzerlerine konsa, onları çatlatır ya da kırar. Size ‘sübhânallâhi ve bihamdihî’ demeyi de emrediyorum. Çünkü bu her şeyin duasıdır ve her şey bununla rızıklandırılır."

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam

Editör: Mehmet Çalışkan