Besmelenin anlamı nedir?

Besmele, genel anlamda hayırlı her işin başında Allah’ın adını hatırlamanın, özelde de “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” anlamına gelen “Bismillâhirrahmânirrahîm” cümlesinin adıdır.

Her meşru ve anlamlı işin öncesinde besmele çekmek , peygamberler vasıtasıyla nesilden nesile aktarılan bir prensiptir. 

Kur’an-ı Kerim’de  ilk nâzil olan ve İslâm vahyinin başlangıcını teşkil eden “İkra’ bismi rabbike’llezî halak” (Yaratan Rabbinin adıyla oku!) (Alak1) âyeti de besmeleyi ihtiva eder.

İstiâze ise “eûzü billâhi mineşşeytânirracîm / أعوذ بالله من الشيطان الرجيم ” cümlesidir.

Müslüman besmele çekmekle, “Kendi adıma veya başka bir varlık adına değil, sadece Allah Teâlâ adına, O’nun rızasını kazanmak umuduyla ve O’nun izni çerçevesinde bu işi yapmaya başlıyorum.” demiş olur.

Başında Besmele bulunmayan Tevbe Sûresi, Kur'nın kaçıncı süresi ve nerede nasil olmuştur?

Tevbe Sûresi Kur’ân-ı Kerîm’in dokuzuncu sûresidir.

Berâe sûresi olarak da bilinen tevbe suresinin tamamı Medine’de nâzil olmuştur.

Adını 117 ve 118. âyetlerde geçen “Tevbe” kavramından almıştır.

Bunun yanında sûrede müşrik ve münafıkların tuttukları yanlış yoldan dönerek tövbe etmelerinin gerekliliğinden söz edilmesi bu isimle anılmasına sebep teşkil etmiştir.

Sûre, “hiçbir sorumluluk kabul edilmeyeceğine dair bildiri” anlamına gelen ilk kelimesi berâetten dolayı Berâe adıyla da anılmış, muhtevasında münafıklardan uzunca bahsedilerek iç yüzlerinin ortaya konulması ve taktiklerinin anlatılmasından dolayı onu aşkın başka isimlerle de adlandırılmıştır. (Elmalılı, III, 2442) 

Tevbe Sûresinin başında besmele neden yer almamaktadır?

Tevbe sûresininin başında “besmele”nin olmaması şu iki sebeple açıklanmaktadır:

a) Bu sûrenin, aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin devamı olma ihtimali. Hz. Peygamber’den (sas) bu sûrenin Enfâl veya başka bir sûrenin parçası olduğuna dair bir açıklama nakledilmiş olmadığı için bu ihtimal zayıf bulunmuştur.

Bu görüş şu açıdan da eleştirilmiştir: Eğer sebep bu olsaydı sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmaması gerekirdi, oysa bu sûreye başlarken de besmele okunmaz, (Elmalılı, IV, 2442-2443)

b) Sûrenin müşriklere ağır bir ihtarla ve –âyetin tefsiri sırasında açıklanacak sebeplere binaen– onlarla yapılmış antlaşmanın bozulup savaş ilân edilmesi tâlimatıyla başlaması.

Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin ifadesi olduğundan iki zıt ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiştir.

Başka bazı sûrelerin de savaş buyruğu içerdiği (Derveze, XII, 66) veya “yazıklar olsun” gibi ifadelerle başladığı (Âlûsî, X, 61) gerekçesiyle bu izah eleştirilmişse de, başka bir sûrenin başında böyle şiddetli bir uyarı ve ahdi bozma ifadesi yer almamaktadır.

Sûrede daha çok savaştan bahsedildiği, besmelenin ise rahmet ve şefkat özelliği taşıdığı için İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler.

Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi peygamberimizin (sas) uygulamasıdır. Çünkü O, yeni nâzil olan âyet ve sûrelerin hangi âyet ve sûrenin yanına konulacağını belirliyor, bu arada besmeleyi de zikrediyordu. Tevbe sûresinin Enfâl’den sonra kaydedilmesini emretmiş, fakat besmele yazılmasından söz etmemiştir. Resûlullah sûrenin nüzûlünden bir yıl sonra vefat etmiş ve Halife Osman döneminde Kur’an âyetleri mushaf haline getirilirken de Tevbe sûresinin başında besmele yazılmamıştır, (krş. Tirmizî, “Tefsîr”, 9/1)

Tevbe sûreni okurken nelere dikkat etmeliyiz?

Tevbe sûresinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir. Şayet Kur’an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece “eûzü” “istiâze çekilir; daha sonraki bir âyetinden başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sûresine geçilirken ise eûzü-besmele okumaksızın kıraate devam edilir.

Tevbe sûrenin konusu

Sûrede başlıca, yaptıkları antlaşmalara bağlı kalmayan düşmanlarla ilişkilerin kesilmesi, antlaşmalara bağlı kalanlara karşı ise antlaşmalara bağlı kalınmasının gerekliliği; Tebük seferine hazırlık, Tebük seferi öncesi ve dönüşü sırasında münafıkların sergilediği iki yüzlü tavır, ehl-i kitapla ilişkiler, cizye ve zekât hükümleri, çölde yaşayan Arapların Kur’an talimatı karşısındaki tavırları, Kur’an’ın müslümanlar üzerinde oluşturduğu etki ve Hz. Peygamber’in müslümanlar adına duyduğu endişe söz konusu edilmektedir

Tevbe sûresinin muhtevası; müslüman hâkimiyetinin ilân edilmesi, münafıkların ve samimi müminlerin niteliklerinin anlatılması şeklinde üç bölüm halindedir.

(630) yılında Mekke’nin fethedilmesiyle Arabistan yarımadasında İslâm hâkimiyetinin sağlanmasında çok önemli bir merhale katedilmişse de yarımadanın çeşitli yerlerinde direnişler devam ediyor, müslümanlarla aynı coğrafyada yaşayan ve kendileriyle antlaşmalar yapılan bazı müşrik grupları da bulunuyordu. Fetihten yaklaşık on dört ay sonra (Zilkade-Zilhicce/Mart 631) Hz. Ebû Bekir yönetiminde düzenlenen ilk İslâmî haccın ifa edilmesi niyetiyle müslümanların Medine’den yola çıkmasının ardından Tevbe sûresi nazil olmuştur.

Resûl-i Ekrem (sas) sûrenin özellikle müşrikleri ilgilendiren hükümlerinin tebliği için arkadan Hz. Ali’yi göndermişti. Sûrenin ilk bölümünü oluşturan âyetler onun bu tebligatı çerçevesine girer. “Allah ve resulünden antlaşma yaptığınız müşriklere açık bildiri” diye başlayan sûrenin bu âyetlerinde müslümanlarla puta tapanların dinî, siyasî ve sosyal konumlarının bundan böyle tamamen birbirinden ayrılacağı ifade edilir. Buna göre aralarında antlaşma bulunan gruplarla antlaşma müddetince, diğer müşriklerle o günden itibaren dört ay süreyle barış hali devam edecek, antlaşma şartlarına uyup düşman saflarında yer alan kimselere destek vermemek kaydıyla müşriklere savaş açılmayacaktır. Bunun yanında putperestlikten dönüp iman eden, namaz kılıp zekât veren herkes dokunulmazlığa sahip olacak, kendi inancına bağlı kalmakla birlikte müslümanların ülkesine -seyahat amacıyla- girmek isteyenlere de güvence verilecektir (âyet: 1-6).

Bu âyetlerin ardından müşriklerin müslümanlara karşı samimi davranmadıkları, ahid ve antlaşma tanımadıkları belirtilir. Bununla birlikte tuttukları yoldan vazgeçip iman ettikleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi kabul ettikleri takdirde (Mâtürîdî, VI, 292-293, 302-303) müslümanların din kardeşleri sayılacak, fakat antlaşmaları bozup İslâmiyet’e dil uzatanlara savaş açılacaktır.

Bu arada küfür ve inkârda ısrar eden putperestlerin camilerin ve Mescid-i Harâm’ın hizmetinde bulunamayacakları, bu hakkın Allah’a ve âhiret gününe iman edip namaz kılan, zekât veren ve Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmayanlara ait olduğu vurgulanır.

Daha sonra İslâmiyet’in yayılıp yerleşmesi ve gönüller üzerinde hâkimiyet kurması için elden gelen gayretin (cihad) sarfedilmesinin önemi üzerinde durulur, ebedî saadete bu nitelikleri taşıyanların erişeceği belirtilir. Bu idealin baba, oğul, kardeş, eş ve yakın akraba sevgisinden, servet, ticaret ve konforlu mesken arzusundan üstün tutulması gerektiği anlatılır (âyet: 7-27). Ardından müminlere hitap edilerek mânevî kire bulanmaları yüzünden müşriklerin bundan böyle Kâbe’ye yaklaşamayacağı bildirilir.

Allah’ın birliğine ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve resulünün haram kıldığını haram tanımamak suretiyle hak dini reddeden, Üzeyir’i ve Hz. Îsâ’yı Allah’ın oğlu diye tanımlayan yahudi ve hıristiyanlardan oluşan Ehl-i kitap’la da cizye vermeyi kabul etmelerine kadar savaşılması emredilir. Bu iki zümrenin bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ’yı Allah’tan başka rab edindikleri, böylece şirke düşerek Allah’ın nurunu söndürmeye çalıştıkları, fakat bunu asla başaramayacakları, İslâmiyet’in bütün dinlere hâkim olacağı ifade edilir; yahudi ve hıristiyan din adamlarından çoğunun haksız yere insanların mallarını yedikleri belirtilir. Birinci bölümün sonunda savaşın yasaklandığı haram ayların ve dolayısıyla diğer zaman dilimlerinin takvimdeki yerlerinin değiştirilmemesinin gerektiği vurgulanır. (âyet: 28-37)

Editör: Mehmet Çalışkan