F. Hilâl FERŞATOĞLU
İstanbul Kadıköy Vaizi

Balkan Yarımadası’nda, Karadeniz, Marmara Denizi ve Rodop Dağları arasında kalan Trakya, adını antik çağda bu topraklarda yaşayan “Traklar”dan alır. Zaman içinde Roma ve Bizans imparatorluklarının hüküm sürdüğü Trakya, XIV. yüzyılda Osmanlı tarafından fethedilecek ve 550 yıl Osmanlı Devleti egemenliğinde kalacaktır. Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ şehirlerimizin yer aldığı, Türkiye’nin Avrupa kıtasındaki toprakları bugün Doğu Trakya olarak adlandırılırken; 1923’te Lozan Antlaşması ile sınırları çizilen ve Yunanistan idaresine bırakılan bölge ise Batı Trakya olarak isimlendirilir. Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan Batı Trakya, doğusunda Meriç nehri ile Türkiye’den, batısında Mesta Karasu nehri ile Makedonya’dan, kuzeyinde Rodop Dağları ile Bulgaristan’dan ayrılırken güneyi Adalar Denizi (Ege)’ne kıyıdır. İskeçe, Gümülcine ve Dedeağaç’ın merkez olduğu üç vilayetten oluşan Batı Trakya’da bugün 150 bin civarında Müslüman Türk yaşamaktadır.

Balkan fetihlerinin ilk basamağı: Trakya

Kurulduğu ilk asırda bir Balkan devleti olan Osmanlı’nın Rumeli’ye geçişi Orhan Gazi zamanındadır. Osmanlı, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın Sırp-Yunan kuvvetlerini bozguna uğratmasından sonra Rumeli’ye yerleşmeye başlayacaktır. Rumeli Fatihi olarak tarihe geçen Süleyman Paşa bu sefer sırasında Trakya’da bazı önemli noktaları ele geçirir. Osmanlı’nın Rumeli’ye sıçrayışıyla başlayacak Balkan fetihlerinin ilk basamağı Trakya topraklarıdır. Gelibolu’yu merkez edinen Osmanlılar üç istikamette uçlar oluşturarak ilerlerler. 1360’ta Dedeağaç ve Dimetoka çevresi; 1363’te Gümülcine bölgesi; 1372’de İskeçe, Kavala, Drama, Serez şehirleri Osmanlı mülküne dâhil olur. Fethedilen topraklara Anadolu’dan Türk nüfusu nakledilir. Bunlar arasında göçebe Yörükler olduğu gibi yerleşik ahali de vardır. Muhacirler göç ettikleri bölgenin yerli Hristiyan halkına karışmayarak kendi mahallelerini ve köylerini kurarlar ve buralara aşiretlerinin veya geldikleri şehirlerin adını verirler.

Osmanlı orduları ve idarecileri, ilk Rumeli fetihlerinden itibaren himayesi altına giren yerli halkı korumuş ve kazanmaya çalışmıştır. Âşıkpaşazade Tarihi’nde geçen “Onlar bu yerlerin kâfirlerini incitmediler... İçinden birkaç bellice kâfirlerini tuttular. Cimbi kâfirleri bu gaziler ile müttefik oldular.” ifadeleri bunun bir göstergesidir. Rumeli fütuhatı üç koldan ilerledikçe uç bölgeleri ileriye kaydırılmış, geride kalan uç merkezleri de vakıf müesseseleriyle donatılmış mamur şehirler olarak bugüne dek önemini korumuştur. Böylelikle önce Trakya ve sonra tüm Balkanlar Türkleşir, İslamlaşır. Başkenti Edirne olan Osmanlı Devleti, Balkan coğrafyasında kök salarak İstanbul’un fethine kadar hep batıya doğru yol alır.

Batı Trakya’da iki merkez: Gümülcine ve İskeçe

Gümülcine, 1371’de fethinden önce Roma döneminden kalma kale içinde yaşayan az nüfuslu bir Bizans kasabasıdır. Fetihten sonra Evrenos Gazi’nin sur dışında yaptırdığı imaret, çifte hamam ve kubbeli bir cami çevresinde tipik bir akıncı merkezi olarak gelişir ve Balkan fütuhatı için merkezi bir üs vazifesi görür. XX. yüzyılda bağımsız Batı Trakya hükûmetlerine de merkez olan bu mamur şehir, kalabalık Türk nüfusu, müftülük merkezi oluşu, pek çok Türk okulu ile hâlen Batı Trakya Müslümanlarının dinî ve kültürel merkezidir. Balkan coğrafyasının en eski Türk yapıları olan Evrenos Bey İmareti ve Eskicami’den başka Yenicami ve II. Abdülhamid’in yaptırdığı saat kulesi Osmanlı’nın Gümülcine’ye bıraktığı en güzel hatıralardır.

Güney Rodop eteklerinde kurulan İskeçe ise Gümülcine’den farklı olarak fethedildiği sırada kalabalık nüfusu ve pek çok manastırıyla önemli bir Hristiyan merkezidir. Osmanlılar İskeçe’nin güneyindeki ovada yeni bir yerleşim yeri kurarak Yenice-i Karasu adını verirler. XVIII. yüzyılda idari merkez İskeçe’ye taşınana kadar çok fazla imar görmeyen İskeçe o tarihten sonra vakıf Bulgar ve Yunan işgalleri sırasında zor dönemler yaşayan Gümülcine ve İskeçe, Lozan’dan sonra Anadolu’dan gelen Rum mültecilerin yerleştirilmesiyle demografik dönüşüm yaşar. Bugün Gümülcine’deki Türk nüfus, toplam nüfusun yarısı iken İskeçe’de üçte bir oranındadır.

Balkanlardan kopuş ve ilk Türk Cumhuriyeti

Balkanlarda 5,5 asır hüküm süren Osmanlı, XIX. yüzyılın son ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan savaşlar sonunda bölgedeki tüm hâkimiyetini kaybeder. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında büyük ölçüde elden çıkan Rumeli topraklarındaki Osmanlı vatandaşları Anadolu’ya doğru kitleler hâlinde göç ederler. Muhacirler ekseriyetle Makedonya ve Batı Trakya bölgesine yerleştirilir. Bir sonraki kayıp Balkan Savaşları ile gerçekleşir. Balkan krallıklarının Rusya’nın desteğiyle Osmanlı’ya karşı başlattıkları savaş, Osmanlı’nın Rumeli’deki varlığını tamamen ortadan kaldırır.  Edirne ve Kırklareli şehirleri dahi elden çıkar. II. Balkan Savaşı Osmanlı İmparatorluğu için bir fırsat yaratır: Doğu Trakya geri alınır ancak Osmanlı orduları Meriç’in batı yakasına geçemez. Bükreş Antlaşması’yla Batı Trakya’nın Bulgaristan toprağı olduğu ilan edilir. (1913)

Batı Trakya’da nüfusun yüzde 80’ini oluşturan Türk halkı Bulgar işgalini kabullenmez. Kuşçubaşı Eşref, başında bulunduğu 115 kişilik Osmanlı askerleriyle Batı Trakya’ya geçerek Türk milislerinin direnişini destekler: Rodoplar ve Makedonya’nın bir kısmı yirmi gün içinde kontrol altına alınır. Osmanlı hükûmetinin yeni tehditler sebebiyle açıktan destekleyemediği bu hareket, tarihe “İlk Türk Cumhuriyeti” olarak geçecek bir oluşumu doğurur. Dersiam Salih Efendi başkanlığında Gümülcine merkezli Batı Trakya Türk Cumhuriyeti ilan edilir. (1913) Ne var ki bu cesur bağımsızlık girişimi iki ay varlık gösterecektir. Avrupa devletlerinin müdahalesiyle İstanbul’da yapılan muahede gereği, İttihat ve Terakki Hükûmeti Batı Trakya Türklerinin haklarının korunması şartıyla bölgenin Bulgaristan’a teslimini kabul etmek zorunda kalır.

Cihan Harbi sonrası Batı Trakya

I. Cihan Harbi, Osmanlı Devleti’nin de dâhil olduğu Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan ittifakının mağlubiyetiyle sonuçlanınca Batı Trakya Yunanistan’ın da içinde bulunduğu galip devletlerin eline geçer. Batı Trakya Türkleri harp sırasında Batı Trakya Kurtuluş Komitesi’ni; Mondros Mütarekesi’ni müteakip Batı Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurarak bağımsızlık mücadelesi verirler. Cemiyet, İtilaf Devletleri adına Fransızların Batı Trakya’yı işgali sırasında faaliyet gösterir ve Batı Trakya Türkleri “self determinasyon” prensibinden hareketle Garbî Trakya Hükûmet-i Müstakıllesi’ni ilan ederler. (1919) Ancak bölge Türklerinin haklı ve azimli direnişi İstanbul’u dahi işgal eden Dünya Savaşı galiplerinin karşısında sonuç vermeyecek ve Batı Trakya Yunan ordusu tarafından işgal edilecektir. (1920) Öte yandan Millî Mücadele’yi başlatan Anadolu Türkleri, Anadolu ve Doğu Trakya’yı işgalden kurtaracak ancak Batı Trakya elden çıkışının onuncu yılında Lozan Muahedesi’yle Yunanistan’a bırakılacaktır. (1923) 

Lozan Antlaşması ve azınlıklar meselesi

Yunanistan’ın Osmanlı’dan ayrılışını müteakip bölgede yaşayan Müslüman-Türk azınlığın hakları bir dizi protokol ve sözleşme ile garanti altına alınmıştı. Evvelce yapılanlar bazı değişiklikler geçerliliğini korumuş ve Lozan’da yeni düzenlemeler getirilmiştir. Lozan Antlaşması Türkiye’deki Rumlar ile Yunanistan’daki Türklerin mübadelesini karara bağlar. İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri “yerleşik” kabul edilerek bu mübadelenin dışında bırakılmıştır. Her iki devlet sınırları dâhilindeki ulusal azınlıkların haklarını korumakla yükümlüdür. Antlaşma, azınlıkların vatandaşlık haklarına ilave olarak “ana dilin özgürce kullanılması, dinî ibadetlerin ifası, kendi kurumlarını ve okullarını kurma ve kontrol etme hakkı, kendi dilinde eğitim” gibi haklarını garanti altına alır. Antlaşma hükümlerinin anayasa ve bütün kanunların üzerinde olacağı, bunlara aykırı kanun çıkarılamayacağı da karara bağlanmıştır.

Batı Trakya Türklerinin problemleri

Hukuki statüleri hem ikili hem de uluslararası antlaşmalarla garanti altına alınmasına rağmen Batı Trakya Türkleri idari, hukuki, dinî, sosyal alanlarda hak ihlalleri yaşamaktadır. Bunların başında etnik kimliğin reddedilmesi geliyor. Yunan Devleti, Türk kimliğini tanımayıp azınlığı Müslüman Yunanlı ya da Türkçe konuşan Yunanlı olarak tanımlıyor. 1920’lerde kurulan Gümülcine Türk Gençler Birliği, İskeçe Türk Birliği, Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği gibi dernekler isimlerinde geçen “Türk” kelimesi sebebiyle 1987’de kapatılmış ve ceza almışlardır. AB üyesi Yunanistan bu politikası sebebiyle AB İnsan Hakları Mahkemesi tarafından suçlu bulunmasına rağmen tavrını değiştirmemiştir. Söz konusu derneklerse haklılıklarından aldıkları kuvvetle faaliyetlerine devam etmektedirler. Batı Trakya’daki Müslüman Türkler kendi millî ve dinî değerlerine sahip çıkan nesiller yetiştirmek üzere çocuklarını azınlık okullarına göndermektedirler. Fakat Yunan Devleti tarafından Türkiye’de eğitim görmüş öğretmenler yerine Selanik Özel Pedagoji Akademisi’nden Yunan tezleri benimsetilerek mezun edilmiş öğretmenlerin atanması, anaokullarında Yunan dilinin zorunlu tutulması, Türkçe okutulan derslerin sayısının azaltılması, liselerde Türkçe okutulan derslerin sene sonu sınavlarının Yunanca yapılması gibi uygulamalara maruz kalmaktadırlar.

Bir diğer problem ise Batı Trakya Türklerinin dinî liderliğini yürüten müftüler konusundadır. Batı Trakya’daki Müslüman azınlığın aile hukukuna dair kadılık vazifesi de bulunan müftülerin 1920’de düzenlenen kanuna göre Türkler tarafından seçilmesi gerekmektedir. Yunanistan 1991 yılında çıkardığı kararname ile müftüleri Yunan idaresi tarafından atanan memurlara dönüştürür. Sadece seçimle belirledikleri müftüyü tanıyacaklarını ilan eden Batı Trakya Türkleri hukuksal mücadele yürüterek konuyu AİHM’ye kadar taşırlar. Yunanistan AİHM tarafından haksız bulunduğu hâlde uygulamasından vazgeçmemekte, Batı Trakya’da “atanmış ve seçilmiş müftü” çift başlılığı hâlen devam etmektedir.

Hak ihlallerinin başlıcaları arasında; azınlığın kendi vakıflarının idaresine sahip olamaması, arazilerinin kamulaştırılması, azınlık mülkünü satın almanın devlet tarafından teşvik edilmesi, camilere ve mezarlıklara yönelik saldırılar, azınlıklara gayrimenkul satın alma ve mülklerine tadilat izni verilmemesi, 50 bine yakın azınlık üyesinin ülke dışına çıktıkları anda vatandaşlıktan çıkarılması ve hâlen “vatansız” hükmünde olmaları sayılabilir.

Batı Trakya Türkleri, KKTC’nin kurulmasından sonra artan hak ihlalleri konusunda hem Yunan devleti ile hem Türkiye ile temas hâlinde, çözüm arayışı içindedirler. Ancak hakların iadesi ve koşulların iyileştirilmesine yönelik girişimleri Yunan hükümeti tarafından İslamlaşma ve Türkleşme tehdidi olarak algılanmaktadır. Özellikle son 20 yılda Avrupa’da İslam karşıtlığının artması, aşırı sağın yükselişi Müslümanlara yönelik ırkçı saldırıları çoğaltmışken Ortodoks Kilisesi’nin Müslüman azınlık için “Osmanlı’nın devamı, cihatçı ve Türk ajanı” tanımlamasıyla ayrımcılık yapması yakışıksızdır. Lozan’ın iki devlete emanet bıraktığı azınlıklar, Yunan tarafında emanet muamelesi görmemiştir. Yunanistan’ın azınlık hakları konusunda antlaşmalara riayet etmediği ortada olduğu hâlde Lozan’a aykırı olmasına rağmen Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümenik isteğini ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması gerektiğini her fırsatta dile getirmesine ne demelidir?

Batı Trakya, Osmanlı’nın Rumeli fetihlerinin ilk basamağı ve Rumeli’den kopuş döneminde terk etmek zorunda kaldığı son kaledir. Tarihî, dinî, millî ve kültürel olarak ayrılamaz olmamıza rağmen bir sınır çizgisiyle ayrı düştüğümüz Batı Trakya Türklerinin hakları için uluslararası platformlarda daha aktif çalışmak da boynumuzun borcudur.

Editör: Mehmet Çalışkan