Hocam, kötülük meselesi inanç karşıtlarının elinde bir silah gibi. Mesela “Kötülük neden var?”, “Kötülük varsa tanrının adalet ve merhameti ne anlama geliyor?” diyorlar. 

Bu mesele eskiden beri tartışılan bir konu. İlahi dinlerden felsefeye kadar birçok alanda tartışılmış. Hâlbuki kötülük, zıddı olan iyilikle birlikte düşünülmeli. Nitekim bizim kaynaklarımızda konu tek başına değil hayır-şer karşıtlığı veya dengesi içinde ele alınır.
O hâlde esas soru “İyi nedir, kötü onun nesi olur?” mu?

Evet. Tam da cevabı aranan soru budur. Çünkü iyi ve kötü, hayır ve şer, güzel ve çirkin birbirinin zıddı olan sıfatlardır. Bunun anlamı kötünün bilinmesi, zıddı olan iyinin bilinmesine yani birbiriyle doğrulanmasına bağlıdır. 

Öyleyse çift yönlü bakılmalı meseleye.

Öyle görünüyor. Çünkü iki zıt olgu ve olayı birbirinden bağımsız tanımaya çalışmak tek taraflı bir bakış açısına hapsolmaktır. Daha çok kötümserler bu yanlışa düşmektedirler. Bunlar içerisinde din karşıtları, sadece kötülüğe odaklanarak inançsızlıklarına bir zemin oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu yolla hem kendilerini hem de başkalarını aldatmaktadırlar.  

Kötülüğe dönecek olursak.

Kötülük, tekdüze veya tek parça bir yapı değildir. Bazen bir somut olgu, bazen bir sıfat bazen de soyut hâl ve duygudur. Bir şeyin eksikliği, uzaklığı veya yakınlığı, hoşa gitmeyen bir görüntü, kötülük olarak karşımıza çıkar. Eksiklik giderildiğinde, mesafe ayarlandığında, görüntü düzeltildiğinde kötülük ortadan kalkar. Demek ki kötülük dediğimiz şey biraz da bize göredir. 

Kafam karıştı. Bu takdirde kötülüğü nasıl anlayacağız?

İslam düşüncesinde kötülük sınıflandırılarak anlaşılmaya çalışılmış. Deprem, sel ve yanardağ gibi doğal olaylar ile aklı olmayan hayvanların meydana getirdiği zararlara “doğal kötülük” adı verilmiş. Bunların kötü olmasının göreceli olduğunun altı çizilmiş. Söz gelimi bir aslanın ceylanı yemesi, ceylan açısından kötü, aslan açısından iyidir. Zaten hayvanların eylemi iki şeye odaklıdır: yeme ve korunma. Bunun anlamı hayatta kalmadır. Uzmanların verdiği bilgiye göre bir hayvan aç kalmadığı veya korkutulmadığı takdirde saldırmaz. Demek ki onların davranışları tamamıyla bu iki ihtiyaca ayarlı ve içgüdüseldir.

Deprem gibi olaylara gelirsek.

Bunlar da yerkürenin doğal hareketleridir. Yüce Allah yerküreyi yarattığında onu belli özelliklerle donatmıştır. Deprem de bunlardan biridir. Bunlar yeni bilinen hususlar da değildir. İnsanlık tarihi boyunca bu doğal olaylar bilinmektedir. Eski insanlar tecrübeye daha çok önem verdikleri için yerleşimlerini bu olayları dikkate alarak kurmuşlardır. Bugün bakıyoruz şehirlerin eski yerleşim yerleri deprem için daha güvenli. Sel ve yanardağ için de durum böyledir. Öyleyse kötü olan, bunların varlığı değil bunlara karşı insanın tedbir alıp almamasıdır. Deprem uzmanlarının söylediği “Deprem öldürmez, çürük bina öldürür.” sözü tam da bu gerçeği dile getirmektedir. Biz doğaya göre yaşamayı değil doğanın bize göre ayarlanmasını istiyoruz. Bu istekle doğaya verdiğimiz her biçim, karşımıza yeni bir tehlike olarak çıkıyor.

Bu takdirde nasıl davranmalıyız?

Allah’ın yarattığı doğaya uygun davranmalıyız. Doğaya düşmanca, hırsla, ele geçirmek ve hükmetmek arzusuyla yaklaştığımızda doğanın buna bir cevabı olur. Bu cevap sözlü değil bedel ödetme şeklinde gerçekleşir, onulmaz ve önüne geçilmez zararlar meydana getirir. İslam düşüncesinde insana verilen her imkân bir emanet olarak tanımlanmıştır. Kendimize verilen emanete nasıl itina gösteriyorsak doğaya da öyle davranmalıyız. Dünyada ebedî kalmayacağımız, bizden sonra da birçok insanın buradan yararlanacağı bilinciyle hareket etmeliyiz. Eğer bencilce davranır, ölçüsüz tüketir ve yok ederek hükmetmeye kalkışırsak bırakın sonraki nesilleri, kendimize bile doğada yer bulamayız. 

O takdirde mutlak şer yok mu?

Mutlak şer akıllı ve iradeli varlıkların hırs, tamah ve ölçüsüzce davranışları sonucu meydana gelen kötülüklerdir. Doyacağından fazla tüketmek, her şeye sahip olmaya kalkışmak, çevreyi bencilce ve arzularına göre değiştirmeye kalkışmak bu şerri meydana getirmektedir. 

Peki, suçsuzların günahı nedir?

Şöyle bir örnekle anlatalım: Hepimiz aynı gemide yaşıyoruz. Denizin dalgasına, fırtınaya, güneşin kavurucu sıcağına hep birlikte maruz kalıyoruz. İnsanların kimisi geminin güzel yerlerinde, kimisi dar ve izbe mekânlarında bulunuyor. Bazıları da gemi içinde kargaşa çıkarıyorlar, ortamı karıştırıyorlar veya insanların ellerindekini almaya kalkışıyorlar. Hatta bunlarla yetinmiyorlar, güverteyi tahrip ediyorlar, yelkenlere zarar veriyor, geminin dengesini sağlayan ana direği yıkmaya çalışıyorlar. Güzel yerlerde bulunanlar “Benim yerim iyi ve güvenli.” diye, izbe yerde olanlar ise “Daha kötü ne olabilir ki?” diye bu insanları engellemeye çalışmıyorlar. Sonuçta bu kötü insanlar, geminin tahrip olmasına veya batma tehlikesi geçirmesine yol açıyorlar. Eğer gemi batarsa herkes ölecek; iyi ve kötü, suçlu ve suçsuz herkes helak olacak. 

Yani topyekûn bilinç ve hareket gerekiyor, diyorsunuz.

Tam da onu söylüyorum. Sadece küçük bir azınlığın iyi olması yetmez. Herkesin iyi olmaya çalışması gerekir. Aksi takdirde bugün yaşadığımız dengeleri bozulmuş çevreyle bizi karşı karşıya getirir. Küresel ısınma, yangınlar, erozyon, toprağın verimsizleşmesi, hayvan türlerinin yok olması, salgın hastalıklar… Bunların ortaya çıkması insanın ölçüsüz hırs ve tamahkârlığının sonucu olduğu gibi iyi insanların önleme veya zararı azaltma noktasında yeterince gayret göstermemelerindendir. 

Bunlar bir cezalandırma mı?

Dünyada olan bu olayları Allah’ın cezalandırması olarak görmemek lazım. Burası imtihan alanıdır. İmtihanın doğal zorluklarının yanında insandan kaynaklı sıkıntıları vardır. Eğer bir yarışçı, gereği gibi hazırlanmazsa yarışı kaybeder ve sıkıntı yaşar. Yaşadığı sıkıntıyı ortama ve hava şartlarına bağlaması bir anlam ifade etmez. Bütün bunları düşünerek yarışa hazırlanmalıydı. Neticede birileri kazanıyorsa o da kazanabilirdi. Ama biri onu zorla engellemişse o takdirde hakkını aramalı. Dünya hayatı da böyledir. Dünyanın zorluklarını biliyoruz; deprem, sel ve yangınlardan haberdarız, öyleyse onlara göre yaşamamız gerekmez mi?

Evet ama herkesin imkânı ve ortamı farklı.

Zaten Yüce Allah insanları imkânları ve şartları kadar sorumlu tutar. İnsanların da buna göre bir hayat tarzı oluşturmaları gerekir. Bir koşucudan güreşte başarı bekleyemeyiz, yenildiğinde de onu kınamayız. Eğer insanlar ellerindeki imkâna ve şartlara göre davransa hem dünyada rahat ederler hem de ahirette kazanırlar. Dünyada yaşanan tecrübeler de bunu göstermektedir. Zengin olup sıkıntı yaşayanların yanında fakir olup rahat edenler de bulunmaktadır. Zenginin rahat etmesi, elindekinin kıymetini bilmesiyle; fakirin rahatlığı ise sabır ve metanet göstermesiyledir. Bu iki değeri yok ettiğimiz için her kesim sıkıntılıdır. 

İyi de, bu kötülüklerin bir hesabı olmayacak mı?

Tabii ki olacak. Hiç kimsenin yaptığı kötülük yanına kâr kalmayacak, zarara veya mağduriyete uğrayanlar da haklarını tam olarak alacaklardır. Öte dünyada kurulacak adalet terazisinin anlamı ve gereği de budur. Bununla zalimler cezalarını bulacaklar ve mağdurlar haklarına kavuşacaklar. Orada sadece görünene ve görüntüye bakılmayacak, herkesin içindeki kin ve nefret ortaya çıkarılacaktır. Çünkü hiçbir şey Allah’a gizli değildir. O, kalplerden geçeni de bilendir.

Editör: Mehmet Çalışkan