Doç. Dr. Raşit GÜNDOĞDU
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Hamidiye Sağlık Hizmetleri MYO

Döneminin hak dini olan Hristiyanlık adına inşa edilen Ayasofya, fetihten sonra da cami olarak yine hak din mabedi olarak kullanılmaya devam etmiştir. Kuruluş dönemindeki adına Megale Ekklesia (Büyük Kilise) denilmekte idi. Ancak daha sonra teslisin ikinci unsuru olan oğulun vasfı olan sofia (ilahi hikmet) adına Ayasofya denilmeye başlanmıştır.

Günümüzdeki Ayasofya, aynı yerde mabet olarak kurulmuş üçüncü binadır. Daha önce de burada bir pagan tapınağı bulunduğu rivayetleri vardır. İlk bina ahşap çatılı bir bazilika biçiminde yapılmıştır. İnşasına I. Konstantinos döneminde başlanmışsa da oğul Konstantinos döneminde bitirilmiş ve 15 Şubat 360 tarihinde ibadete açılmıştır. Bu ilk bina inşasının bitiminden kırk dört yıl sonra 20 Haziran 404’te İmparatoriçe Evdoksia ve Patrik Krisostomos arasındaki anlaşmazlıktan dolayı çıkan isyanda yakılarak harap edilmiş ve onun yerine II. Thedosius tarafından yeni bir bina inşa edilerek 10 Ekim 415’te tekrar açılmıştır. Bu ikinci mabet de Justinianos ve karısı Teodora aleyhine 13-14 Ocak 532 gecesi çıkan bir ayaklanmada, Nika ayaklanmasında tahrip edilmiştir. Kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanmadan sonra İmparator tahrip edilen bu iki binadan daha büyük ve daha muhteşem bir mabet inşa etmeye karar verir. Trallesli (Aydın) Anthemios ile Miletoslu (Milet-Balat) İsidoros’u yeni binanın inşası için görevlendirir. 537 yılına kadar süren inşaatta geniş imparatorluğun her tarafından malzeme getirilmiş, bizzat Justinianos’un gayret ve teşvikleriyle inşaat hızlandırılmış 10.000 usta ve işçi istihdam edilmiş ve nihayet bu muhteşem mabet altı yıl içinde tamamlanarak 27 Aralık 537 tarihinde büyük bir törenle açılmıştır. Bu tören esnasında çok heyecanlı olan İmparator Justinianos’un atıyla Ayasofya’nın kapısına kadar gelip içeri girerek “Ey Süleyman seni geçtim.” diye haykırdığı rivayet edilir.

Kuruluşunda kubbe çapı 31-33 metreyi bulan Ayasofya, İstanbul’un deprem kuşağında olmasından dolayı gerek Bizans döneminde gerekse Türkler döneminde epeyce zarar görmüş ve akabinde hemen tamir edilmiş, duvarlara dışarıdan eklenen büyük destek payandaları yardımıyla bugüne kadar ayakta durabilmiştir. 

Nitekim 557 yılındaki depremin de tesiriyle 7 Mayıs 558’de kubbenin doğu tarafının çökmesi üzerine önceki mimarlardan İsidoros’un yeğeni genç İsidoros tarafından tamir edilerek 24 Aralık 562’de ibadete açılmıştır. 869 depreminde kubbede beliren çatlaklar ertesi yıl İmparator Basileios tarafından tamir ettirilmiş fakat II. Basileios zamanında 26 Ekim 986’da vuku bulan depremde kubbenin yine bir kısmı çöktüğünden derhal gerekli tedbirler alınmıştır. Ermeni mimar Tiridat’ın eliyle altı yıl süren tamirden sonra kilise 13 Mayıs 994’te açılmıştır.

1204’te IV. Haçlı Seferi ile İstanbul’u işgal eden Latinler burada Ayasofya’nın tarihinde görebileceği en büyük tahribata ve hakarete sebep olmuşlardır. Bütün zenginlikleri çalınıp Avrupa devletlerine götürülmüş, türlü rezaletlere şahit olmuştur Ayasofya.

İstanbul tekrar Bizans idaresine geçtikten sonra da tamir gören Ayasofya İstanbul’un Türkler tarafından fethine kadar üzerindeki harabiyyeti bir türlü atamamıştır. Hatta Evliya Çelebi’ye göre, İstanbul’un fethinden birkaç yıl önce yine bir depremde zarar gören Ayasofya’nın kuzey tarafını tamir etmek üzere Ali Neccar adındaki Türk mimarı Edirne’den İstanbul’a gönderilmiştir. Gerekli takviyeyi yapan mimar Edirne’ye dönüşünde müstakbel minarenin kaidesini de hazırladığını açıklamıştır.

Ayasofya, İstanbul’un fethinden sonra dönemin örf ve âdetleri gereği şehrin büyük kilisesi olarak camiye çevrildi. Fetihten hemen sonra Ayasofya’ya kadar gelip avluda şükür secdesine kapandıktan sonra kubbeye kadar çıkarak İstanbul’u seyreden Fatih Sultan Mehmet, yapının ve çevresinin harap görüntüsü karşısında çok üzülmüş ve şu meşhur Farsça beyti söylemiştir:

“Perdedârî mîküned der kasr-ı Kayser ankebût
Bûm nevbet mîzened der târem-i Efrâsiyâb”
(Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor,
Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu.)

Fatih, burada ilk namazı kıldıktan sonra hem camiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetmiş hem de İstanbul’un imarı ve Müslümanlaştırılması için kolları sıvamıştı. Ayasofya artık İstanbul’un ulu camii olmuş, “Ayasofya Cami-i Kebiri” olarak isimlendirilmişti. Papaz odaları medreseye çevrilmiş, batı tarafına hemen ahşaptan bir minare ilave edilmişti. Bu medrese daha sonra epeyce değişikliğe uğrayacak ancak fetihten sonra ilk medrese olma unvanını her zaman koruyacaktır. Minare ise uzun yıllar ahşap olarak kalacak daha sonra yapılan ilavelerle sayısı dörde çıkarılacaktır. Minarelerin hangi sultanlar döneminde yapıldığına dair kaynaklarımızda farklı bilgiler yer almaktadır. Caminin güneybatı köşesindeki tuğla minare II. Bayezid zamanında, güneydoğu köşesindeki minare II. Selim zamanında, kuzeydeki iki minare ise III. Murat zamanında ilave edilmiştir. Caminin içinde mihrabın iki tarafındaki şamdanlar Kanuni’nin Budin seferinden sonra oradan getirdiği şamdanlardır. Ayrıca camiin içerisindeki iki adet mermer küp ise III. Murat tarafından Bergama’dan getirtilip oraya yerleştirilmiş, içerisi normal zamanlarda su ile doldurulup abdest almak için kullanılmış ancak kandil gecelerinde bu küplerin içerisine bal şerbeti veya diğer şerbetler konularak cemaate ikram edilmiştir.

1651 yılında Teknecizade İbrahim Efendi tarafından yazılan hatların camiyi süslediğine şahit olmaktayız. Daha sonra 1849’da bu yazıların yerini Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmış olan eşsiz hat levhalarının aldığını görmekteyiz ki bu levhaların çapı 7,5 metredir. Ayasofya müze olduktan sonra bu levhalar dışarıya çıkarılmak istenmiş, kapıya sığmadıkları için içerde bırakılmış ve günümüze kadar gelmişlerdir. Ayrıca mihrabın hemen sağ tarafında yer alan ve hat sanatında eşsiz örnekler olan yazılar ise sırasıyla II. Mustafa, III. Ahmet ve II. Mahmut tarafından yazılmışlardır.

Fetihten sonra burası kilise iken kubbenin tam ortasında; “İsa yeryüzünün nurudur.” şeklinde yer alan yazı değiştirilmiş onun yerine Nur suresinde yer alan “Allah yerlerin ve göklerin nurudur.” manasına gelen 35. ayet yazılmış ve buna ek olarak bugünkü minberin yerinde bulunan ve üzerinde “İsa Allah’ın oğludur.” manasına gelen yazının yer aldığı papazların vaaz ettikleri kürsü kaldırılmış, yerine ise “Allah sameddir, doğmamıştır, doğurulmamıştır.” manasına gelen İhlas suresinin yazıldığı minber konmuştur.

I. Mahmut döneminde Ayasofya’ya pek çok eklemelerde bulunulduğunu görüyoruz ki bunları kapılarında “Ya Fettah” yazan kütüphane, muvakkithane, sıbyan mektebi, şadırvan ve imarethane şeklinde sıralayabiliriz. Kütüphane kurmakla ünlü olan bu sultanımız bizzat kendisi bu kütüphaneye 2000 civarında kitap bağışlamıştır. Şadırvan gerçekten bir sanat şaheseridir. Barok tarzında yapılmış olan şadırvanın üzerinde Kaside-i Bürde’nin ilk on altı beyti, bir tarih beyti ve ayrıca “Biz her şeyi sudan yarattık.” (Enbiya, 21/30.) ayet-i kerimesi yazılmaktadır. 

Ayasofya, Sultan Abdülmecid döneminde de büyük bir tamirat geçirmiştir. Bu tamirat, Osmanlı döneminde ilk defa yabancı mimarlar yani Fossati kardeşler tarafından gerçekleştirilmiş olup mozaikler gün yüzüne çıkarılmış ve tamirat esnasında yere düşen mozaik parçaları ile camiin girişindeki meşhur Sultan Abdülmecid’in tuğrası işlenmiştir. Bu tamiratın bütün masrafları Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi’nin vasiyeti gereği devlete kalan mirasından karşılanmıştır.

Camimiz, avlusunda ve içinde II. Selim, III. Murat, III. Mehmet, I. Mustafa ve Sultan İbrahim olmak üzere beş padişah türbesi ve ayrıca pek çok şehzade ve sultanları barındırmaktadır. Cumhuriyete kadar genellikle padişahlar cuma namazlarını burada kılmışlar kandil geceleri burada ihya edilmiş, bilhassa Kadir gecesinde teravih namazlarını hep burada eda etmişlerdir. O gün iftara bütün yabancı elçilik mensupları ve ruhani liderler davet edilir, iftardan sonra da teravih için Ayasofya Camii’ne gelinirdi. Birkaç defa ruhani liderlerin de padişahla birlikte burada teravih namazı kıldıklarına dair rivayetler vardır. Divan toplantıları yapılacağı gün divan üyeleri sabah namazlarını bu camide kılarlar, akabinde Topkapı Sarayı’na giderek meşhur Kubbealtı denilen yerde divanlarını toplarlardı. Padişah özellikle Kadir Gecelerinde ve Cuma Selamlıklarında burada halk ile buluşma imkânı bulur ve halk da padişaha burada arzlarını sunar, dileklerini iletirdi.

1931 yılında Amerikan Bizans Enstitüsü adına Thomas Whitmore’un Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya’nın mozaiklerini ortaya çıkarma iznini aldığını görüyoruz. Bu şahıs 1932’de çalışmalarına başlar ve bu çalışmalar sonucunda; şimdiki güney tarafı girişi üstünde Meryem, Konstantin ve Justinianos’u tasvir eden mozaik, İmparator Kapısı üstündeki alınlıkta VI. Leon’u İsa önünde secde eder vaziyette tasvir eden mozaik bulunmuş, apsis yarım kubbesinde büyük bir Meryem ile önündeki kemerin alt kısımlarında iki baş melekten biri meydana çıkarılmıştır. Yukarı katta ise kuzey galerinin kuytu bir kemer aralığında İmparator Alexandros’un portresi, kuzey kemeri içindeki kalkan duvarının alt kenarında üç aziz, güney galerinin ortalarında İsa, Meryem ve Joannes üçlüsü, nihayet aynı galerinin dip duvarında İmparatoriçe Zoe ve IX. Konstantin Monomakhos ile II. İoannes Komnenos’un karısı ve oğlunun resimleri bulunmuştur.

Bu çalışmalardan sonra Ayasofya 24 Ekim 1934’te Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye çevrilerek Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. Bundan sonra da medresesi yıktırılmış, içerideki halılar kaldırılmış, pek çok kıymetli hat levhaları yerlerinden indirilmiş, eşyaları dağıtılmıştır. Pek çoğunun da akıbeti bilinmemektedir. Bu levhalardan, sadece yukarıda bahsettiğimiz çapı 7,5 metre olan levhalar geri yerine asılmış ancak diğerlerinden bir haber yoktur. 

1934’ten sonra müzeye çevrilen Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesine dair pek çok müracaatlarda bulunulmuş ancak hiçbir sonuç alınamamıştır. Ta ki 10 Temmuz 2020 tarihine kadar. Bu tarihte, daha önce yapılmış bir müracaatı değerlendiren Danıştay 10. Dairesi; buranın vakıf olduğu ve vakfın kuruluş amacından gayrı kullanılamayacağı gerekçesi ile tekrar camiye çevrilmesine karar vermiş ve 86 yıllık bir aradan sonra Ayasofya Camii esaretten kurtularak tekrar cami olarak ibadete açılmıştır.

Editör: Mehmet Çalışkan