Mustafa Mirza DEMİR

Suya versün bağbân gülzârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek verse min gülzâre su

“Bahçıvan boşuna yorulmasın; gül bahçesini sele versin, mahvetsin.

Çünkü bin gül bahçesini sulasa senin yüzün gibi bir gül açılmaz.”

Fuzûlî,Su Kasîdesi, 5.

Arapça “edeb” kelimesinden türeyen edebiyat; dolaylı anlatım, hakikati hayallerle süsleyerek ifade etme, imgelerden ve söz sanatları gi bi imkânlardan da faydalanarak olayların, duygu ve düşüncelerin, hayallerin en güzel biçimde söylenmesidir. Kültürel birikimin akışını ve devamını sağlayan, toplumda nesiller arası irtibatı sağlamlaştıran dil ve edebiyattır. Ayrıca tarih, bir milletin hafızası demek oluyorsa edebiyat da o milletin tarih ve hayat karşısında takındığı tavrını, görüş ve duyuşunu ifade eder. Prof. Dr. İskender Pala’nın “Edebiyatsız millet, dilsiz insana benzer.” sözü ve Fransız Yazar Balzac’ın “Millet, edebiyatı olan topluluktur.” ifadesi, bir milletin var oluşunda edebiyatın önemini vurgulamaktadır.

Türklerin, okunabilen ilk yazılı edebiyat metni olan Orhun Yazıtları’yla başlayan yazılı edebiyat yolculuğunun en önemli durağı, şüphesiz divan edebiyatıdır. Klasik Tük edebiyatı, eski Türk edebiyatı gibi isimlerle de anılan bu edebiyatın temelini Kutadgu Bilig (XI. yy.) ve Atabetü’l-Hakâyık (XII. yy.) gibi eserler oluştursa da asıl gelişimi XIII. yüzyılda başlayıp XIX. yüzyıla kadar varlığını devam ettirebilmiştir. Kelamı da kılıç gibi maharetli kullanabilen Türkler, İslam medeniyetinin ve tasavvuf kültürünün de etkisiyle edebî zevkini kemale erdirmiş, zamanla harikulâde eserler meydana getirmiştir. İslam oluşumuzla beraber Arap ve Fars milletiyle kurduğumuz ümmet bağı ve yakın münasebetin tabii neticesi olarak karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Bu irtibatla birlikte haznemize dâhil olan Arapça ve Farsça kelime/terkiplerle de zenginleştirip daha kudretli hâle getirdiğimiz dili ve dolayısıyla divan edebiyatını bugün anlamıyor oluşumuz, onun nakıs oluşundan değil bizim toplum olarak XIX. yüzyıl itibarıyla hayat şartlarımızın başkalaşması ve modernizmin de etkisiyle tecrübe edegeldiğimiz değişimden kaynaklanmaktadır. Zira edebiyat, toplumun ve çağın aynasıdır.

Divan edebiyatı, şiir ağırlıklıdır ve dili Osmanlıcadır. İslam kültüründen, gelenek ve töreden beslenir, böylece dinî ve millî bir hüviyete sahiptir. En güzeli söyleyebilmek amacında olan şairlerin arasında padişah, vezir, vali, kadı, müderris, kâtip, asker, ipekçi, ayakkabıcı, hanende, demirci gibi değişik meslek ve unvan grubundan insanlar bulunmaktadır. Divan, umumi manada herhangi bir konu hakkında yazılan mensur veya manzum eser (ör. Divân-ı Lügâti’t-Türk) anlamına gelse de şairin vezinle yazdığı şiirlerini belli bir tertip üzere bir araya getirdiği mecmuaya verilen addır. Divan şiiri, söz ustaları tarafından bütün hünerlerini sergileyerek zarif ve muazzam bir incelikle işlenir. Şiirin inşasında deyim, darbımesel ve vecizeler gibi sair imkânlardan istifade edilirken, mecaz (eğretileme), mübalağa (abartma), teşbih (benzetme), teşhis (kişileştirme), tezat (karşıtlık), istiare (deyim aktarma), istifham (soru sorma), tariz (iğneleme), telmih (tarihî bir olay, kişi ya da olguyu hatırlatma) gibi birçok söz sanatına da başvurulmaktadır. Âdeta geometrik hesaplarla yapılan edebî sanatlar, şairin üslubunu kuvvetlendirmekle kalmaz, aynı zamanda zekâsının hudutlarını da sergilemesine yardımcı olur.

Divan şiirinin ana teması tabii ki aşktır. [Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak. Fuzûlî] Sevgilinin nazını, âşığın niyazını bize hikâye eden aşk; hiç eksilmeksizin şiddeti artan, mütemadiyen keder veren, dertlerin en büyüğüdür.

Hâlinden memnun olan âşık, aşkından şikâyet etmez bilakis devamlı aşk ile aşina olmayı, bir an bile aşktan ayrı kalmamayı ister. Şairi vecde getiren iman ve aşkın odak noktası ve en önemli tezahürü Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.s.). Âlem, onun nurundan yaratılmıştır ve bütün varlık onun sevgisine muhtaçtır. Arap dilinde ortaya çıkan sîre, siyer gibi türlerde olduğu gibi İslam etkisiyle şekillenen Türk edebiyatında da Hz. Peygamber sevgisi ile demlenen bir şiir geleneği meydana gelmiştir. Bu şiirin oluşmasında; Allah’a ve Hz. Peygamber’e itaat edilmesi (Muhammed, 47/ 33.), emrine muhalefet edilmemesi (Nur, 24/63.), ona salât ve selam getirilmesi (Ahzab, 33/56.) gibi Kur’an ayetleri gereği Hz. Peygamber’e ittiba etmek ve onun şefaatine mazhar olabilmek gayesinin tesiri büyüktür. Kur’an, hadis, fıkıh, İslam tarihi ve peygamberler tarihi gibi İslami ilimlerin yanı sıra tasavvuf da divan edebiyatının beslendiği kaynaklardandır. Divanlarda, Allah’ın varlığı ve birliğinin anlatıldığı kısımlar tevhidi, âlemlerin Rabb’ine yakarışın ifade edildiği kısımlar münacaatı oluştururken; naat adı verilen bölümler ise Peygamber sevgisini işleyen, özellikle kokusu ve güzelliği sebebiyle Hz. Peygamber’i güle ve daha birçok güzel varlığa benzeten, risalet öncesi kendisine verilen “el-emîn” sıfatına ve kendisinden sâdır olan birçok mucizeye göndermeler yapan, Peygamber Efendimizin iştirak ettiği gazaları ve İslamiyet’in ilk dönemlerinde çektiği sıkıntıları anlatan, bazı peygamberlerin (Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Yusuf gibi) vasıflarını anlatmak suretiyle onun bütün vasıflarda diğer peygamberden üstün olduğunu belirten beyitlerle bezenmiştir. Sadece onu bütün yönleriyle ve vasıflarıyla konu edinen manzum ve mensur müstakil türler mevcuttur. (Hilye, Naat, Mevlid, Esma-i Nebî, Gazavât-ı Nebî, Siyer, Miraciye, Mucizât, Şefaatnâme, Kırk Hadis, Yüz Hadis, Bin Hadis türleri gibi.) Divan şairi büyük bir aşka yakalanmıştır, hastadır, çaresizdir, muhtaçtır. Derde müptela olan bu aşığın gece gündüz gözyaşı dökmesine sebep olan kişi aynı zamanda derdin de biricik dermanıdır. Âşığın aşk ateşini söndürmeye hiçbir su güç yetiremez. [Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su / Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su. Fuzûlî] Onun güzelliği ve nuru, gören herkesi aşka ve hayrete düşürür; kendisine hayran bırakır.

Sevgilinin nurundan nasibini alabilen gözler, onunla öyle aydınlanır ki artık ne güneşin ziyasına ihtiyaç duyar ne de ayın parıltısına. [Senün nurun gören gözler ne ay gözler ne yıldızlar / Senünle gece gündüzler ziyâdur ya Rasûlallah. Şeyyad Hamza] Âşık, sevgilinin güzelliğini ve büyüklüğünü anlatabilmek ve ona olan aşkını âleme ispat etmek ister; bunun için ne kadar ustaca çabalar sarf etse de gül yüzlü sevgiliye olan aşkını anlatmada aciz kalır. Bütün şairlik yeteneğine rağmen sevgilinin güzelliğini anlatmada kendini yetersiz hissedişini ve ona yaraşır söz bulamayışını itiraf eder. [Görse cemâlin gözüm pâyine sürsem yüzüm / Yok sana lâyık sözüm sallî ve sellim aleyh. Bağdatlı Ruhî] Yalnızca kendisinin değil bütün beşeriyetin tek kurtuluş vesilesi olarak gördüğü sevgiliyi o kadar yüceltir ki; kendi acizliğini, onun “ayı ikiye bölmesi” gibi mucizelerine telmih yaparak ifade ettiği de olur. [Yûsuf’ı gerçi görenler ellerini kestiler / Gün yüzün gördü senin şakk oldı ayın ayesi. Zatî]. Divaneye dönen âşık, sevgiliyi hatırlatan her hatıraya hürmet eder ve mâşukunun adını taşıyan herkese muhabbet besler. [Sen Mustafâ’ya şol kadar oldı muhabbetüm / Cânum sever kimün ki ola adı Mustafâ. Hayretî]

Divan şairinin aşkı ve güzel söz söyleyebilme kabiliyeti yeterli değildir. Her fırsatta gönlündeki aşkını dile getiren ve sevgiliye methiyeler düzen âşık, aynı zamanda başkaca ilimlere de malik olmalıdır. Hz. Peygamberi, risâlet vazifesine yaraşır bir şekilde methedebilmesi için onu öven Kur’an’ı da iyi bilmelidir. Nitekim şiiri inşa ederken başvurulan iktibaslar (alıntı) ve telmihler (hatırlatma) bahsettiğimiz Kur’an bilgisinin ürünüdür. [Oldı ta’zîm-i hitâb-ı müstetâb-ı Kibriyâ / “Mâ remeyte iz remeyte” şânhına şâfi cevâb. Müştak Baba]. Kur’an ayetlerinin yanı sıra hadislere de şiirlerinde yer veren şair bu telmihlerini güzel bir edeple gerçekleştirir. Hz. Peygamber’in “Ashabım yıldızlar gibidir…” diye başlayan hadisini hatırlatan bir örnek zikretsek gerek. Deryada ancak bir katre... [Ol risâlet bâğınun anlar gül-i gül-zârıdur / Cümle ashâbı hidâyet râhınun envârıdur. Niyâzî-i Mısrî] Hz. Peygamber kâinatın yaratılış sebebidir, âlemin özüdür ve bütün methiyeleri hak etmektedir. [Âlemin cism ü cânı senden ötrü oldı bil / Seyyid-i kevneyn-i âlem yâ Muhammed Mustafâ. Nesimî]. En güzel ahlaka sahip olan ve güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilen Hz. Peygamber’e olan sevginin coşkunluğunda bir edepsizlik hâsıl olmadığı gibi şahit olduğu bir saygısızlık esnasında hemen diliyle düzeltiverecek hassasiyet ve samimi bir aşk vardır. [Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdur bu / Nazargâh-ı İlâhîdür makâm-ı Mustafâdur bu. Nabî] İslam sancaktarlığıyla şereflenen bir milletin dinî ve millî şuurla hafızalara ve gönüllere nakşettiği divan şiirinde; Hz. Peygamber’in zatına, çok sayıda teşbih ve tavsif yakıştırılmıştır. Gül, onun, kendisine benzetildiği varlıkların başında gelir ve zarif misalleri de bulunmaktadır.

Benzetme için itina ile seçilen varlıklardan biri de “dürr” yani incidir. Bu kelimenin kullanım alanlarına genel itibarıyla baktığımızda sevgilinin dişleri, teri, vuslatı, âşığın gözyaşı, şairin şiiri ve güzel söz anlamında kullanıldığını görürüz. (İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü) Fakat naatlarda inciden maksat Sevgililer Sevgilisi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Divan edebiyatında artık “Dürr-i yektâ”, “Dürr-i şâhvâr” ve “Dürr-i yetîm” gibi sıfatlar yalnızca onun için kullanılır. Nasıl ki nisan yağmurunun feyz, rahmet ve bereketinden nasiplenmek isteyen cümle nebatat ve hayvanatın ağzını açıp beklediği gibi denizin dibinde kapakçıklarını açıp bekleyen istiridyenin içerisine düşen bir yağmur damlası, orada zamanla inci tanesine dönüşüyorsa; yer ve gök kapaklarından oluşan bir istiridyeye benzetilen dünyaya rahman ve rahim olan Allah’ın (c.c.) yağdırdığı rahmet yüklü nisan yağmurudur Hz. Muhammed (s.a.s.). Yüce Allah’ın, güzel ahlakla donatarak ve çileli imtihanlardan geçirmek suretiyle dünyanın biricik incisi hâline getirdiği Hz. Peygamber’in dünyaya teşrifiyle beraber Mecusilerin ateşi sönmüş, Tâk-ı kisrâ yıkılmış ve putlar devrilmiştir. Tıpkı suyun ateşi söndürdüğü gibi. Divan şairlerinin inci benzetmesinde bir değişiklik yapan Fuzûlî ise denizin incisi değil “saflık incilerinin denizi” ifadesini kullanmak suretiyle Hz. Peygamber’in dudaklarından dökülen her söze ayrı bir inci kıymeti vermiştir. Sözü, mezkûr telmih ve mecazlarla beraber bediî zevkin şahikası hâline getirilmiş bir “Su Kasîdesi” beytiyle nihayete erdirelim:

Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yı dürr-i ıstıfâ

Kim sepüptür mu’cizâtı âteş-i eşrâra su

(Fuzûlî, Su Kasîdesi,17.)

Editör: Mehmet Çalışkan