Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ
Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

İslam ve şehir olgusu 

Kur’an’ın ruhu temel olarak şehirli, anti-kabilevidir. Ayrıca İslam’ın beş şartının düzenli bir şekilde yerine getirilmesi göçebe değil yerleşik bir hayatı gerektirir. Kısaca şehir, inancın ve Müslümanca ideal yaşamın kalesi ve garantisidir. Bu zaviyeden bakıldığı zaman Kur’an-ı Kerim, İslam’ın bir toplum olarak ortaya çıktığı dönemde, Arabistan Yarımadası’nda yaşayan ve insanın ilk yerleşik hayata geçtiğinden beri çok az mesafe katetmiş, asgari düzeydeki temel ihtiyaçlarını karşılamakta olan; doğal olarak bu sert ve tabiatla iç içe süren yaşantının içinde birtakım insani hassasiyetlerin de az geliştiği bedeviler ile kendi arasına bir çizgi koyar. Onun terminolojisi açıkça şehir hayatını ve ortamını yansıtır. Bedevileri anlatmak için Kur’an, “el-‘Arab” tabirini on üç farklı yerde kullanmakta, bunların sekizine olumsuz bir anlam yüklemektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in pek çok hadis-i şerifinde de sık sık bedeviliği yeren ve dışlayan, buna karşılık cemiyet yaşantısını ve yerleşik hayatı öven, hatta yerleşik hayatın daha ileri bir aşaması olan şehir hayatının İslami bir yaşam için daha uygun ve elverişli olduğuna dair bolca vurgu bulmak mümkündür. İslami şehir hayatının en önemli prensibi olan namaz, cami veya mescitte yapılan bir ibadettir; toplu olarak kılınması teşvik edilmiştir. Bir bütün olarak yerleşik hayat tarzını gerektirir. Namazın kılınabilmesi için gerekli olan bazı şartlar İslam şehirlerinin yapısını büyük ölçüde etkilemiştir. Dolayısıyla Kur’an ve hadis, genel olarak göçebeliği değil vahdaniyet anlayışı içerisinde bir Müslüman cemaat organizasyonuna dayanan bir şehir dinini temsil etmektedir.

İslami bakış açısından şehirleşme süreci, sadece askerî ve siyasi konuma bağlı gelişen sosyolojik bir süreç değil fakat aynı zamanda İslam inancına dayalı bir ideadır. Çünkü İslamiyet esas yapısı, ibadet şekilleri ve öz değerleri itibarıyla bir şehir dinidir. Bundan dolayı İslam düşüncesinin değişik damarlarında da şehir hayatı ile ilgili, İslam ile şehirlilik arasında organik bir bağ kuran oldukça dikkat çekici teoriler geliştirilmiştir. Bu düşünürlerden en dikkat çekici fikirleri geliştirenlerin başında Farabi ve İbn Haldun gelmektedir. Farabi insan topluluklarını sınıflandırırken ihtiyaç, dayanışma ve ahlaki yetkinliği gerçekleştirebilme imkânını bir ölçüt olarak daima göz önünde bulundurur. Buna göre insan toplulukları tam gelişmiş ve az gelişmiş olmak üzere ikiye ayrılırlar. Tam gelişmiş olan topluluklar küçük (şehir), orta (devlet) ve büyük (birleşik devletler) diye üç gruba ayrılır. Az gelişmiş topluluklar da aile, sokak, mahalle ve köy olmak üzere dörde ayrılır. Farabi’ye göre en yüce iyiye ve en son yetkinliğe şehirden daha iyi bir toplumda ulaşılamaz. Bu şehrin belli bir gayesi olmalıdır. Bu gaye de tanrının maksadını taklit olmalıdır. Şehir düzeyinde bir toplum olmadan insanın yetileri ve aklı gelişmemekte, buna bağlı olarak da ahlakı olgunlaşamamaktadır. 

İbn Haldun ise şehir ve medeniyet meselesini derinlemesine ilk analiz eden düşünürdür. Şehir hayatı “el-hadara” kavramı ile ifade edilir. İnsanlığın gelişim seyri içinde göçebelikten bedeviliğe, bedevilikten de “hadariliğe” yükselmişlerdir. Bu kavram ile göçebelikten yerleşik hayata geçen ve şehirde yaşayan, üretim, paylaşım ve iş bölümü içindeki insanları kasteder. Ancak İbn Haldun, ideal manada şehirlilik için bu kavramı yeterli görmez. Muhtemelen Farabi’nin felsefesinden etkilenerek bu şehirli yaşamın belli değerler ekseninde erdem, anlayış ve incelikle çoğaltılması, güç kazanması “ümranı” oluşturur. Hadarilik, şehirde yaşadığı hâlde ruhu, yaşantısı, alışkanlıkları vs. şehir ile hiç alakası olmayan ara bir durumu ifade ederken ümran herkes tarafından içselleştirilmiş değerlerin haricî bir zorlama olmadan hayata katılımını ifade eder. Yani şehirli olmak (hadari), daha geniş bir ifadeyle yerleşik olmak ümran için yeterli değildir. Yerleşik olanlar, göçebelikten ya da köylülükten gelenler, nispi bir zarafet ve incelik kazanabilir ama “ümran” seviyesine ulaşmada yetersiz kalabilirler. Şehirler nüfus ve maddi olarak büyürken insani ve ahlaki vasıflar itibarıyla aynı nispette gelişmeyebilir. Dolayısıyla saf insan fıtratının erdemlerle oluşturduğu hamule, toplumsal zaruretlerin düzenlediği örgütlenmeyi içselleştirmiş anlayış ve davranış biçimleri ve gönüllülük esasları ile kendiliğinden sürdürülebiliyorsa ileri bir medeniyet demek olan ümrana ulaşılmış olur. Onun gerçek anlamda şehirlilikten kastettiği kavram, ümrandır. Ümran, şehirde yaşarken aynı zamanda bilim ve sanatla uğraşan, şehirli bir yaşam tarzının gereklerini hakkıyla yaşayan kimseleri kasteder. Dolayısıyla ümran; gerçek anlamda rafine bir şehir kültürü geliştiren veya bu kültürü benimseyen durumu ifade eder. İbn Haldun bu kavramları geliştirirken diğer düşüncelerinde olduğu gibi burada da özellikle İslami geleneği ve şehirleşme sürecini dikkatle gözlemleyerek insani değer üretmeyen bazı şehirleşme tipleri ile şehirlileşme arasındaki farka dikkat çeker.   

İslam, eski dünyada yayılırken yayılışına bir dizi şehrin kurulup gelişmesi eşlik etti. Bir anlamda İslam ile şehir eş anlama geldi. Sasani ve Bizans dönemine göre İslami dönem, şehirlerin gerek sayısı gerekse hacmi bakımından daha ileri bir düzeyi gösterir. R. M. Adams, Irak coğrafyasındaki şehirlerin arkeolojik belgelere dayanarak büyüklüğünün İslam öncesi ile karşılaştırmasını yaptı. Ayrıca İslam öncesi başkentler arasında da bu karşılaştırmayı yaptı. Buna göre Selefkoslar zamanında şehirlerin ortalama büyüklüğü 430 hektar iken Sasaniler devrinde bu miktar 1834 hektardır. Sasanilerin efsane başkenti Medain (Ktesifon) 162 hektarlık bir alanda kuruludur. İslami dönemde kurulan şehirler ile İslam öncesi İran coğrafyasında kurulan şehirlerin topografik yayılımı ile ilgili yapılan bir karşılaştırmada, İslami dönem şehirlerinin İslam öncesi şehirlerine nispetle daha geniş alanlara yayılmış olduğu görülmüştür. Abbasilerin 760 yılında kurdukları Bağdat, İslami dönemde kurulan en büyük şehirlerin ortalamasından iki buçuk kat daha büyük bir hacme sahipti. Bağdat’tan sonra o dünyanın en büyük ikinci şehri olan Bizans başkenti Kostantiniyye ile dokuzuncu yüzyılda karşılaştırıldığı zaman; Doğu Roma başkenti Kostantiniyye 1.500 hektar iken Bağdat 7.000 hektarlık alanı ve 800.000 nüfusu ile her bakımdan Kostantiniyye’nin beş katı büyüklüğündeydi. 

Sahabe şehirleri ya da fatihlerin şehirleri

İslam 610 yılında Mekke’de doğdu, 632 yılında Medine’de siyasi ve toplumsal bir hüviyet kazandı, takriben bir asır içinde Atlas Okyanusu ile Amuderya arasındaki yerleşik medeni dünyayı (ekümen bölgeyi) fethetti. Fetihler sadece askerî bir hareket ile sınırlı kalmadı, aksine fetihleri bir şehirleşme dalgası takip etti. Hz. Peygamberin sahabeleri önderliğinde gerçekleştiren fetihlerde ilk Müslüman liderler, başta Hz. Ömer olmak üzere hâkimiyeti altına aldıkları bölgelerdeki şehirleri tahrip etmediler, aksine bir taraftan onları şenlendirirken aynı zamanda çölden fetihler için çıkarılmış olan bedevi kabileleri tekrar çöle ve bedeviliğe dönememesi için yeni kurdukları garnizon şehirleri iskân ederek medenileştirmeye çalıştılar. Her ne kadar Hz. Ömer zamanında kurulan Basra, Kufe, Fustat, Musul gibi şehirler askerî amaçlı olarak kurulmuş görünse de bu garnizon şehirlerin kurulmasındaki uzun vadeli hedefler, daha yeni Müslüman olmuş bedevi Arap kabilelerini tekrar çöle ve bedeviliğe döndürmemek, tam aksine İslam’ın ideal insan tasavvuruna uygun olarak söz konusu bedevileri medenileştirmek maksadıyla kurulmuşlardı. Başlangıçta yeni Müslüman olmuş kabileler yerleştirildiğinden uzunca bir süre bu şehirlerde ideal manada şehirli bir hayat tarzının geliştiğinden bahsedilemez. Başlangıç dönemlerinde en az yarım asır şehirlerin havasına bedevi-kabilevi karakter ağır basmıştır. İbn Haldun’un bu şehirlerin bedevi karakterli şehirler olduğunun ısrarla altını çizmesi bu özelliğinden dolayıdır. Hatta onların bedevi özelliği, kabileciliğin ve bunların üzerine oturan hizipçiliğin gelişmesine de zemin hazırlamıştır. Bu yüzden onların medenileşme süreci çok sancılı geçmiştir. İlk dönem İslam tarihindeki bütün hizipleşmelerin, isyanların, iç çatışmaların bu şehirlerden çıkmış olması bu büyük değişimin sancılarıdır.  

Elbette İslam tarihinin bu fetihler çağında toplumsal düzeyde kurulan ilişkiler ekseninde başlayan şehirlerdeki kültürel mayalanma daha sonra boy veren İslami kültürün özünü ve temelini teşkil etmiştir. Devam eden bu süreç özellikle sekizinci asrın ortalarında yeni bir aşamaya gelmiştir. Dikkatlice incelendiği zaman sekizinci asrın ikinci yarısında, Emevilerden sonra ortaya çıkan Abbasiler, Endülüs Emevileri ve İdrisiler olmak üzere üç yeni devlet ortaya çıkmıştı. Tam da bu dönemde Abbasiler 760 yılında Bağdat’ı kurarlarken İslam dünyasının en batısında Endülüs Emevileri ise asırlarca başkentlik yapacak olan efsane şehirleri Kurtuba’yı kurmaktadırlar. Aynı zaman diliminde ise Mağrib’de İdrisiler Rabat şehrini kurmuşlardır. 

Bağdat, Kurtuba ve Fas/Fez’ın kurulması ve kısa zamanda büyük metropoller olarak hızla gelişmesiyle İslam medeniyeti yeni bir evreye girdi. Bu dönem İslam tarihinin “ümran çağı” olarak tanımlanacak bir şehirleşme dönemidir. Başta Bağdat olmak üzere İslam dünyasındaki kalabalık nüfusları barındıran bu şehirler, bütün dünyanın kozmopolit nüfus yapısını ve Antik çağın köklü entelektüel geleneklerini kendine çekmesi neticesinde, İslam bilim, düşünce, kültür ve medeniyetinin bütün yönleriyle geliştiği merkezler hâline geldi. Aynı zamanda bu şehirler kanalizasyon sistemi, taş döşeli caddeleri, sokak aydınlatmasına sahip ve hamamları olan ilk şehirlerdi. Bir anlamda İslam’ın hedeflediği ve İslam medeniyetinin ana kalıplarını teşkil eden “medeni ümran” bu şehirlerde ortaya çıktı. Özellikle Bağdat bu dönemde bütün antik çağın yaşayan mirasını devralarak âdeta Perikler dönemi Atina’sı, Selefkostlar İskenderiyesi, Sasaniler Cündişapur’u, İtalyan Rönesans’ı, XVII. yüzyıl Avrupa aydınlanmasına muadil büyüklükte, insanlık tarihinin en dikkat çekici entelektüel hareketlerinden birine şahit oldu. Bu bakımdan İslam Mekke’de indi, Medine’de siyasi bir düzen aldı, Basra ve Kûfe’de fetihler yaptı, Bağdat, Kurtuba ve Fas/Fez’de ise önce “ümrana”, ardından da uygarlığa dönüştü diyebiliriz.

İslam şehirlerinin bazı karakteristik özellikleri

İslam, bu şehirlerde elbette Müslüman ideasını yansıtan kendine özgü bir mekân ortaya koydu. Bu mekânların karakteristik özelliklerine baktığımızda merkezde cami/mabet vardır. Yunan şehirlerindeki agoranın, sosyalist şehirlerdeki meydan, kapitalist şehirlerdeki iş merkezi ve pazarların yerini burada ulu cami almıştır. Bu durum İslam şehirlerinin ana karakterinin tevhide dayandığını temsil eder. İslam şehri, bir bakıma Müslümanların, Allah’ın kendileri için öngördüğü ideallerine bağlı olarak biçimlenen mekândır.

İslam şehirlerini derinden belirleyen bir başka özellik “mahremiyet” meselesidir. Mahremiyet hem birey hem ailevi hem de bütün gündelik hayatı kuşatan bir etkiye sahiptir. Bu yüzden mahremiyet meselesi anlaşılmadan İslam şehri anlaşılamaz. Yüksek avlu duvarları, çıkmaz sokaklar, mesleklere göre ayrılmış bedestenler, dışarıya kapalı içe dönük evler, pencerelerin yönü ve şekli... Yüzlerce ince detaylar ile mahremiyet hassasiyeti İslam şehirlerini derinden ve âdeta görünmez bir el gibi dokur ve şekillendirir. Osmanlı binaları ve sokakları, İslam hukukunun kural ve düzenlemelerine sıkı sıkıya bağlıydı ve buraların kontrolü şehrin kadısıyla birlikte ser mimar (baş mimar), şehir emini gibi memurlara aitti.

Avrupa şehirleri, kapitalizmi ve sermaye birikimini ortaya çıkaran, gösterişin, eşitsizliğin ve kibrin şehri iken buna karşın İslam şehri daima “tevazunun”, eşitliğin ve kozmopolitliğin mekânı olarak işlev görmüştür. Bu yüzden İslam şehirlerinde mabetler son derece görkemli ve mimari bakımdan ne kadar ihtişamlı ise onu kuşatan mahallelerde yaşayan bireylerin mekânları da bir o kadar sade ve mütevazıdır. Dinî ve siyasi yapıların haricinde İslam şehirlerinde insan ölçeğini aşan ve karşısında insanın ezildiği ve küçüldüğü özel mimari yapıların gelişmemiş olması tesadüf değil bir dünya görüşünün gereğidir. Ayrıca bu şehirler modern ulus devletlerin ortaya çıkışına kadar her türlü mezhep, tarikat ve din mensubunu içinde barındırabilen ve uzun asırlar bir arada barış içinde yaşatabilen çok kültürlü şehirlerdir. 

Sonuç olarak İslam şehri, Avrupa şehirlerini var eden tarihsel gelişmeler ve oynadığı roller üzerinde anlaşılabilecek bir olgu değildir. Bu bakış açısı, kırık aynada kendi resmini görmeye alışmak kadar çarpıtıcı, olumsuz bir etki yapar. İslam şehri, ancak kendini belirleyen dinamikler, tarihî şartlar üzerinden anlaşılabilecek ve yorumlanabilecek bir olgudur. İslam medeniyetini anlamak ancak İslam şehrini anlayarak başlar.   

Editör: Mehmet Çalışkan