Dr. Bünyamin OKUMUŞ

DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Arapça çoğulu eslaf olan selef, kelime olarak “eski âdem, ced; ecdat, geçmişler, eski âdemler”, “Bir hâl ve durumda diğerinden evvel bulunmuş olan kişi, geçmiş, eski.” demektir. Mesela, “Halef selef yolda buluştular; Onunla filan memuriyette halef selef olduk.” denir. “Eslafın/öncekilerin eserine tabiiyet etmek; onları örnek alıp izlerinden gitmek.” anlamına gelir.

“Selef” kelimesi İslam literatüründe ilk dönemlerden beri kullanılagelmiştir. Kelime Kur’an-ı Kerimde sekiz yerde geçer. (Bakara, 2/275; Nisâ, 4/22-23; Maide, 5/95; Enfal, 8/38; Yunus, 10/30; Hakka, 69/24; Zuhruf, 42/56.) Bir ayette şöyle buyrulur: “Onları sonrakiler için bir selef ve bir örnek kıldık.” (Zuhruf, 43/56.) Bu ayetteki “selef” kelimesiyle, kendileriyle sonrakilere vaaz edilen ve ibret alınan öncekiler kastedilir. (İbn Manzûr, Lisanu’l Arab, s-l-f kelimesi.) Zira ayette geçen “mesel/örnek” kelimesi sonrakiler için ibret kılma ve nasihat etme anlamı taşır. (Taberî, Muhammed İbn Cerîr, Câmi’ul-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut-Lübnan 1987, c. 24, s. 51-52.) Kur’an-ı Kerimde dikkat çekildiği üzere kıssalar, geçmişe dair haberler ve önceki kavimlerin hayat hikâyeleri de akıl sahipleri için ibret kılınmıştır. (Yusuf, 12/111.) 

En güzel örnek

Hz. Aişe’den rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimizin vefatına sebep olan hastalığı sırasında bir gün Hz. Fatıma çıkagelir. Hz. Aişe, Hz. Fatıma’nın yürüyüşünün babasının yürüyüşüne ne kadar çok benzediğini hayranlıkla izler. Allah’ın elçisi kızı Fatıma’yı görünce “Hoş geldin.” der, sağ yanına oturtur. Kulağına da bir şey fısıldar. Fatıma hüzne gark olur, teessürle ağlar. Bunu gören Allah’ın elçisi kızının kulağına bir şey daha fısıldar. Fatıma bu defa da sevinçle tebessüm eder. Bu durum Hz. Aişe’nin merakını celbeder. Hz. Fatıma’ya der ki: “Resulüllah, hanımlarına değil de sana bir sır verdi; bunun üzerine sen de ağladın. Bana söyler misin Resulüllah sana ne dedi?” Hz. Fatıma, Resulüllah’ın sırrını hiçbir kimseye açmayacağını belirtir. Hz. Aişe’nin merakı ise Resulüllah’ın vefatından sonra da devam eder; Hz. Fatıma’ya “Ahdettim, bana haber ver, Resulüllah o gün sana ne demişti?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Fatıma der ki: “Evet! Şimdi Allah’ın elçisinin bana verdiği sırrı ifşa edebilirim: O gün Resulüllah kulağıma şunu fısıldamıştı: Cebrail Kur’an’ı her yıl bir defa okurdu, ben tekrar ederdim. Bu sene ise bana iki defa okudu. Öyle sanıyorum ki ecelim yaklaştı. Senin için ne güzel bir selefim ben!” Hz. Fatıma “İşte beni hüzünle ağlatan Allah’ın elçisinin bu haberiydi. O anda Allah’ın elçisi benim hâlimi görünce ikinci defa kulağıma şunu fısıldadı: ‘Kızım Fatıma! Bu ümmetin hanımlarının efendisi olmak istemez misin? Ehlibeytimden bana ilk kavuşan olmak istemez misin?’ Bunun üzerine tebessüm etmiştim.”  (Müslim, “Kitabu Fezaili’s-Sahabe”, 15/97 (2450); Buhârî, “Menâkib” 61/25 (3523-3625).)

Hz. Fatıma’nın adımlarının Hz. Peygamber’in adımlarına benzemesi ve Hz. Peygamber’in kendisini kızı için güzel bir selef/öncü olarak nitelendirmesi selefin değerinin vurgulanması bakımından önemlidir. Zira selef örneklik bakımından önce gelen olduğu gibi aynı zamanda yolundan gidilen, izi sürülen kimsedir.   

Asrısaadet  ve Selef

Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Ümmetimin en hayırlısı benim asrımda olanlardır. Sonra onları takip edenler gelir. Sonra da onları takip edenler gelir.” (Buhârî, Sahîh, “Kitâbu Fezâilu’s-Sahabe/Fazâili Eshabi’n-Nebiy” 61/29-1 (3650))

Bu hadiste Hz. Peygamberle birlikte İslam’ın inşasında rol almış sahabeden ve onların izini süren ikinci ve üçüncü nesil olan tabiin ve tabiinin tabiilerinden söz edilir. Bunlar selef-i salihin olmakla birlikte onların gitmiş olduğu yolu takip edenlere de selef denir.

İslam’ın ilk asrına nispetle asrısaadet vurgusu, selef olma önceliği/şerefi, zaman ve mekândan ziyade bizzat Hz. Peygamber'le birlikte İslam dininin inşasında rol almış olmaktan kaynaklanır. Bu bakımdan halef için ashab her şeyden önce özlemle yâd edilen bir selef/geçmiş ve onların yaşadığı zaman dilimi de “asrısaadet” olarak anılır. 

Bir mezhep olarak Selef

Ehlisünneti hassa tabiriyle de ifade edilen Selefiyye, mütekaddimûn/öncekiler ve müteahhirûn/sonrakiler olmak üzere bir tasnife tabi tutulur. Buna göre mütekaddimun/ilk dönem Selefiyyesi, ashab-ı kiram, tabiin ve tebautabiinden ibarettir. Ebu Hanife, İmam Malik, Şafii ve onların mezheplerinin ilk imamları da öncekilere dâhil edilir. Ahmed İbn Hanbel ve kendisine tabi olunan imamları da Selefiyye’den sayılır. Bu demektir ki mütekaddimun seleften söz ederken İslam dininin inşasında ve İslam ilimlerinin tedvin sürecinde etkin olan ilk nesiller kastedilir. (İzmirli, İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, haz. Sabri Hizmetli, Ankara 1981, s. 66.)

XI. yüzyılda Ebû Hamid Gazâlî, İlcâmu’l-A’vâm an İlmi’l-Kelam adlı eserinde mezhebu’s-selef tabirinden söz ederken onların itikadi konulardaki bazı özelliklerini sayar. Selef özellikle itikatla ilgili müteşabih meselelerin izahında; takdis, tasdik, aczi itiraf, sükût, imsak, keff ve marifet ehlini teslim gibi kavramlara müracaat ettiler. Bundan maksat, halkı itikadi meseleleri tartışmaktan sakındırmaktır. Zira Selefiyye, Allah’ın zatını azametine layık olmayan şeylerden tenzih ederek “takdis” ettiler. Yüce yaratıcıyı Kur’an’da ve sünnette nasıl vasfedilmiş ise öylece “tasdik” ederlerdi. Müteşabih ayet ve kavramları yorumlamada “acziyeti itiraf” ederek bu konudaki suali “sükût” ile geçiştirirlerdi. İlahi metinlerdeki müteşâbihâtı/yoruma açık meseleleri tevilden/yorumdan “imsak etmek” yani uzak durmak lazım gelir. Böylece kalpte arız olabilecek fikirlerden “keff/kaçınmak” için “ehl-i marifete teslim olmak” en uygun yoldur. Bu kavramlar sistematik bir mezhepten söz etmek için yeterli olmasa da selefi bir anlayışın baskın karakterini özetler. (İzmirli, a.g.e. s. 15.)

XIII. yüzyıla gelindiğinde aradan geçen zaman zarfında İbn Teymiyye selefi din anlayışından uzaklaşıldığı gerekçesiyle selefi öğretiye yeniden dönüşü savunur. O, selefe müracaatla bir ıslahatçı rolünü üstlenmiş oldu. Buna rağmen İbn Teymiyye’nin bu çağrısı geniş bir kabul görmedi. Ta ki XVIII. yüzyılda Muhammed İbn Abdülvehhâb, İbn Teymiyye’nin fikirlerini yeniden gündeme taşıdı. Ancak Abdülvehhâb’ın kullandığı katı ve ayrıştırıcı dil sadece İbn Teymiyye’nin değil selefin de bir kavram olarak zihinlerde olumsuz algılanmasına yol açtı. Ameli tevhit vurgusu sebebiyle emirleri yerine getirmeyenleri küfürle itham etti. Onların mallarının ve canlarının muvahhidlere helal olacağını ileri sürdü. (Yörükân, Yusuf Ziya, “Vahhabîlik” AÜİFD, 1953, sayı 1, s. 51-67.) 

Denebilir ki Vehhabilik İbn Teymiyye’ye nispetle ne sonraki Selefiyye’nin ne de önceki Selefiyye’nin karakterini taşır. Zira İbn Teymiyye ve onun izinden gittiği önceki Selefiyye idaresi altında yaşadığı siyasi otoriteye karşı bir isyana kalkışmadı; Hariciler gibi de “siyasi-tekfir” söylemine girişmedi. (İbn Teymiyye, Derü Teâruzi’l-Akl ve’n-Nakl, Lübnan 1998, s. 54-55.) Vehhabilik ise dini anlamda her yeniliği bidat, dini değerlere ve selefe gösterilen her tür hürmeti de şirk addeden bir karaktere büründü. Vehhabiliğin bu özelliği itibarıyla, olsa olsa ilk dönem Hariciliğine kıyasla bir tür “tekfirci Selefilik” olarak adlandırılabilir. Bugün Vehhabiliğin gündelik hayattaki karşılığı, İslam tarihi bilincinin yok edilmesi ve halk nezdinde dini şiarın zayıflaması olmuştur. Bunun en dikkat çeken örneği özellikle harem/kutsal belde olarak ilan edilen Mekke’de bidat ve şirk bahanesiyle İslam’ın tarihi mirasının ve şiarının pervasızca yok edilmesi oldu.

Günümüzde din istismarı ve selef: DEAŞ örneği

1980’lerde Sovyetler Birliğinin Afganistan’ı işgaline karşı Taliban sergilediği direnç “cihadi Selefilik” kavramını ortaya çıkardı. Afganistan-Pakistan sınırında inşa edilen medreselerinde verilen eğitim selef kavramının anlam kaybına uğramasına sebep oldu. Bununla birlikte Sovyet ordusunun Afganistan’dan çekilmesinin ardından Taliban’a yeni bir hareket alanı açılmış oldu.

1988 yılında cihatçı selefi örgüt El-Kaide ortaya çıktı. Örgüt 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan terör saldırısı sonrasında dağılma sürecine girdi. El-Kaide’den geriye kalan Taliban artığı El-Nusra da kendi içinde parçalandı. 2014 yılında Ebu Bekir el-Bağdadi Kuzey Irak’ı hedef seçerek halifeliğini ilan etti. Bu terör örgütlerinin ortak özelliği İslam tarihinde “Hariciler” örneğinde görüldüğü gibi tekfirci bir dille hareket ederek terör eylemelerine selefin dini söyleminde meşruiyet arayışlarıdır.

XXI. yüzyılın başında yeni yönelişlerin Selefi sürecin tarihsel karakterini istismar ederek değiştirdiği görülür. Bu istismarın ortaya çıkışında dış sebepler kadar iç sebeplerin de etken olduğunun analiz edilmesi ayrıca ele almayı gerektiren ciddi bir meseledir. Ancak şu kadarını belirtmek gerekir ki Selefiyye, tarihsel süreçte öncekiler ve sonrakiler olarak tasnif edilen selef-i salihinden ibaretti. Günümüzde ise selef “cihatcı Selefilik” “tekfirci Selefilik” gibi tabirler altında terör örgütlerinin dilinde istismar edilerek kirletildi.  

Selefi-i salihin ve din istismarı örneği: FETÖ

Türkiye Cumhuriyetinin son yarım asrında yaşanmış olan dehşet verici din istismarının bir örneği daha önce Türk ve İslam tarihinde görülmedi. FETÖ/PDY elebaşı Fethulllah Gülen, ilk planda din görevlisi olarak çalışmış ve bu görev hem kendisi hem de çevresi açısından bir güven unsuru oluşturmuştu. İkinci olarak ise kendisine İslam dininin güçlü geleneğinin kolları altında yer edinmeye çalıştı. Bu maksatla vaazlarında sıkça hadis literatürüne müracaat ettiği gibi duygusal dil vurgusuyla sahabeden örnekler de veriyordu. Kendisini yenilikçi ve hoşgörülü göstermek için de İslam geleneğindeki tecdit/yenilikçilik kavramına sığındı. Büyük bir tevazu gösterisi altında müritlerini “seçilmişler”, “altın nesil”, “ışık erleri” gibi tabirlerle isimlendirdi. Hatta onlardan her birini, metaforik olarak selef-i salihinle özdeşleştirip ilerde kurulacak ütopik dünyanın sözde erleri olarak Hz. Peygamber’e (s.a.s.) takdim edeceği vaadiyle avuttu. 

Onun, müritlerini boş vaatlere nasıl inandırdığı konusu insanın psişik yapısıyla ilgili tahlile muhtaçtır. Ancak kendi ifadesiyle o bunu bir “metafizik gerilimin iki buuduyla” gizemli bir biçimde örmeye çalıştı. İşe öncelikle Hz. Peygamber ve ashabını konu alarak girişti. Ona göre Hz. Peygamber, kendi adına toplanan her meclise gelir. Onları tebrik eder. Başlarını okşayıp öper. “Davranın, çoğu gitti azı kaldı.” diye moral verir. Oradaki cemaat da zahiriyle görünmeyen bu mübarek gelişi dem tutup “Tala’al-bedrü aleyna” kasidesiyle karşılar. Bu tasvir, metaforik ya da metafizik boyutta kurgulanmış bir sapmadır.

Sonuçta mesafeler aşılmış olunca aradaki fark bir isim farklılığı olarak kalmıştır. Bu buluşmada “altın nesil”, “ışık erleri” sahabeden bir diğerine özdeş ya da müradif gibi sunulmuştur. Müritler, FETÖ tarafından Resulüllah’a “Ben diyeceğim ki bu Ebu Bekir değil ama Ebu Bekir gibi…” takdimiyle arz edilecektir. (Şadırvan Camii Pazar Vaazı 4, İman ve Aksiyon 2. 25 Mart 1990.)

FETÖ elebaşı Gülen’in vaazlarından anlaşıldığı üzere müntesiplerini ashab-ı kiram ya da selefin şahsıyla özdeşleştirme girişimi gelecek inşasına yönelik bir ütopyadır. O bu türden  “batınî/ezoterik” aşırı bir yorumla kendisine ve cemaatine bir alan açıp örgütlenmişti. Örgüte mekân olarak belli bir yer değil, bütün bir kozmos ya da evren hedef olarak seçilmiştir. Ancak başlangıç noktası Türkiye olmuştur. Asıl önemli karargâh ise ancak bir “fırsatlar ülkesi” olabilirdi: Zira ona göre “19 ve 20. asırda yaşayan Aynştayn (Einstein) Almanya’da yüz bulamadığı için Amerika’ya yöneldi. Çünkü fevkalade istidat ve kabiliyetleri orada mükâfata mazhar olamıyordu. Onun için hayatını Amerika’da sürdürdü. Orada hüsnükabul gördü. Fevkalade istidat ve kabiliyet fevkalade muamele ister…” (Vaazlar, “İktisadi Mülahazalar” 1979 İzmir.)

Neredeyse yarım yüzyılı alan hazırlık safhasında örgütsel faaliyetinin temel karakteri mübalağalı bir tanıtım ya da reklam yoluyla devlete ve topluma pozitif mesaj vermekti. Onun bu uygulamada başarılı olduğu, elemanlarının devletin içine sızmış olmasından anlaşılır. Ancak “De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.’” (İsra, 17/81.) ayetinde ifade edilen ilahi hüküm gereği sonunda 15 Temmuz’da bir ihanet şebekesi olarak kendisini izhar etmek zorunda kaldı. Batın zahir oldu.

Editör: Mehmet Çalışkan