Taha KILINÇ

apladığı fiziksel alanın mütevazı ölçülerine rağmen Lübnan, 18 ayrı din ve mezhebin iç içe yaşadığı, nazik dengeler üzerinde ayakta duran, son derece renkli ve kozmopolit bir ülkedir. Çeşitli mezhepleriyle Hristiyanlar, Sünniler, Şiiler, Dürziler ve diğerleri, yüzyıllardır Lübnan’ı diğer tüm ülkelerden farklı ve özgün kılan rengârenk mozaiğin parçalarıdır.

Lübnan’da en son nüfus sayımı, Fransız mandası döneminde, 1932’de yapılmıştır. O zamandan günümüze, yani tam 87 yıldır, Lübnan’da kaç kişinin yaşadığı bilinmiyor. Bazı tahminler, Lübnan’ın nüfusunun 4 milyona yaklaştığını ifade etse de resmî sayım yapılamadığı için kesin sayıyı bilmek mümkün değil. Lübnan’da nüfus sayımı yapılmamasının, Fransızların o dönemde kurduğu siyasi yapıyla yakından alakası var.

1923’ten 22 Kasım 1943’teki bağımsızlığa kadar, tam 20 yıl boyunca Lübnan’ı manda yönetimiyle idare eden Fransızlar, 1930’ların başında, ülkedeki farklı din ve mezheplerin birbiriyle çatışmaması adına bir düzenleme getirmişti. Buna göre Lübnan cumhurbaşkanları Katolik Maruni Hristiyanlardan, başbakanlar Sünni Müslümanlardan, meclis başkanları da Şii Müslümanlardan seçilecekti. Bu dağılım, Lübnan’ın o dönemki nüfusuna göre yapılmıştı. 1930’larda Hristiyanlar çoğunluğu teşkil ettiği için cumhurbaşkanlığı Hristiyanlara verilmişti örneğin. İkinci sırada Sünni Müslümanlar geldiğinden başbakanlık onlara kalmış, nihayet üçüncü sıradaki Şii Müslümanlara da meclis başkanlığı taksim edilmişti. Aradan geçen zamanda nüfus oranları değişmesine rağmen, sırf bu siyasi düzenleme olduğu gibi kalsın ve zaten ip üstünde yürüyen ülkede dengeler yerinden oynamasın diye 1932’deki son nüfus sayımıyla yetinilmektedir. Fransızların kurduğu sistemin günümüze yansıyan bir sonucu olarak Arap dünyasında, devlet başkanlığını bir Hristiyanın yaptığı tek ülke Lübnan’dır.

Lübnan’ın ismi, bu güzel ülkenin olağanüstü tabiat güzelliklerini yansıtır. Sözlüklerin ve tarihî kaynakların verdiği bilgiler, “Lübnan” kelimesinin eski İbraniceden Arapçaya, oradan da diğer dillere yayıldığını gösteriyor. Levanon (İbranice), Lübnân (Arapça), Lübnan (Türkçe), Lebanon (İngilizce), Liban (Fransızca) kullanımlarında da görüldüğü gibi ülkenin ismi, her dilde yaklaşık olarak birbirinin aynısıdır. Mana da ortaktır: Beyaz ülke. (Aynı kökten gelen “leben” kelimesi, günümüz Arapçasında ayran anlamındadır, ancak “süt” kelimesinin de direkt karşılığıdır. Artık Türkçeleşmiş bulunan “labne peyniri” de ismini, bembeyaz renginden alır.) Lübnan’a neden “beyaz ülke” dendiğini araştırdığımızda ise karşımıza ülkenin sırtını yasladığı karlı ve ulu dağlar çıkar. Gerçekten de kuzeyden güneye, Lübnan’ın doğu kesimleri yüksek dağlarla kaplıdır. Bu dağların zirveleri ise yılın önemli bir bölümünde bembeyazdır. Lübnan’ın yıl boyu fotoğraflarını çeken bir kimse, elindeki karelerin çoğuna beyaz rengin hâkim olduğunu gülümseyerek fark edecektir.   

Ta Fenikelilerden itibaren Ortadoğu coğrafyasının en önemli ve ihtimam gösterilen noktalarından biri olan Lübnan, tabiat güzelliklerinin tarihî derinliğe eşlik ettiği, üst üste katmanlar hâlinde kültürel mirasın hâlâ canlı biçimde seyredilebildiği bir ülke. Yolu Lübnan’a düşeceklere bir nevi rehber de olsun diye en kuzeyden güneye, bu güzel ülkenin bağrında sakladığı bazı güzelliklere işaret edelim.

Lübnan’ın kuzey kesimindeki en önemli şehir, yüzyıllardır aynı zamanda işlek bir liman olarak da karşımıza çıkan Trablus’tur. İslam dünyasındaki iki Trablus’tan biridir burası. Diğeri, Libya’nın başkentidir malum. Bu ikisini birbirinden ayırt etmek için Libya’dakine Trablus-u Ğarbî (Türkçede kısaca: Trablusgarb), Lübnan’dakine de Trablus eş-Şâm denmiş. Günümüzde bu kullanım, yalnızca Lübnan’daki Trablus için geçerli. Libya’nın başkentine Trablus deniyor, Lübnan’daki kardeşine ise Trablusşam. Türkçede ise bu ayrım genellikle bilinmediğinden, her ikisi de Trablus tesmiye olunuyor.

Sultan İkinci Abdulhamid’in tahta çıkışının 25’inci yılı anısına, 1902 ve civarında imparatorluğun dört bir yanına inşa edilen saat kulelerinden biri de Trablus’ta bulunuyor. Geçirdiği ciddi restorasyonların ardından günümüze oldukça sağlam biçimde ulaşan kule, uzun Osmanlı asırlarının tatlı bir hatırası olarak ziyaretçilerini selamlıyor. Trablus eski çarşılarını adımlarken göreceğiniz Cami-i Kebir, Taynal Camii, Mevlevihane ve çok sayıda eski medrese, sizleri Eyyubi, Memlük ve Osmanlı medeniyetlerinin izlerinde uzun soluklu bir gezintiye çıkaracak. Türk kahvesini çok seven Trablus halkının yemek ve tatlı konusundaki tercihleri de bizimkine oldukça yakın.

Güneye doğru yolumuza devam ederken, bir kolyedeki inci taneleri gibi Akdeniz’in kıyısına sıra sıra dizilmiş kasabalar göreceğiz. Bunlardan en önemli ikisi Cubeyl ve Cunye. Her ikisi de Fenikelilerden kalma birer liman şehri olan bu kasabalar, Osmanlı döneminde özenle muhafaza edilmiş. Cubeyl’de Sultan Abdulmecid’in emriyle inşa edilen şirin cami, hâlâ duruyor ve Sultan’ın adıyla anılıyor. Cunye ise hep bir sayfiye ve dinlenme mekânıymış. “Feylesof” namıyla bilinen ünlü şairimiz Rıza Tevfik Bölükbaşı, yakın dostu Ürdün Kralı Abdullah’ın danışmanı olarak görev yaptıktan sonra, 1934-36 arasında burada yaşamış mesela.

Ve nihayet Beyrut’tayız. 1975-90 arasında tam 15 yıl süren yıkıcı iç savaş öncesinde “Doğunun Paris’i” olarak bilinen, deniz ve dağların birbiriyle kucaklaşıp eşsiz bir kıvam oluşturduğu, barındırdığı çeşitlilik ve zenginlikle modası hiç geçmeyecek bir şehir burası… “Beyrut” kelimesinin eski İbranicede “Beerot” yani “kuyular” kelimesinden türediği varsayılıyor. Eski dönemlerde gerçekten de Beyrut’un içinde ve çevresinde sayısız kuyu ve su kaynağı varmış. Sırtını yasladığı ulu dağları düşününce, bu durum oldukça tabii. Bugün plansız yapılaşma, aşırı nüfus ve siyasi problemler nedeniyle ihmal edilmiş bir görüntüsü olsa da Beyrut hâlâ nefesleri kesecek kadar etkileyici bir şehir.

Merkezi Akdeniz kıyısına yakın olan Beyrut’ta, birçok eser birbirine yürüme mesafesinde. Arapçada “Ravşa” olarak isimlendirilen “Güvercin Kayalıkları”, Muhammed el Emin Camii, Ömer Camii, Şehitler Meydanı, Hamra Caddesi ve diğerlerini, aynı gün içinde yürüyerek gezmeniz ve görmeniz mümkün. Biraz daha vakit ayırırsanız, şehrin kuzeyindeki yeraltı mağaralarında (“Ceita” olarak bilinir) sandalla gezintiye de çıkabilirsiniz. Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında keşfedilen mağaralar, aynı zamanda Beyrut’un içme suyunu sağlayan ana kaynaklar.

Beyrut’tan aşağı doğru devam ettiğimizde, yine iki tarihî şehir görürüz: Sayda ve Sûr. Fenikelilerin liman şehirleri olan bu yerleşimler, geçtiğimiz yıllarda İsrail’in saldırıları nedeniyle dünyanın siyasi gündemine de girmişti. Bugün ise nispeten sakin ve sessiz liman şehirleri görünümünde ikisi de. Sayda, Lübnan’ın sabun üretim merkezi. Sayda çarşılarında geleneksel usullerle üretilmiş binbir çeşit sabuna rastlamanız sizi şaşırtmasın. Şehirde, bir sabun müzesi bile mevcut.

Lübnan, elbette sadece kıyı şeridinden ibaret değil. Ülkeye ismini veren ulu dağları ve vadilerin kenarlarına serpiştirilmiş birbirinden muhteşem kasabaları da mutlaka görmelisiniz. Bunlar arasında Beytuddin, Deyr el Kamer ve Bşarri bilhassa önemli. Beytuddin’de “Ortadoğu’nun Elhamra’sı” olarak bilinen gösterişli bir saray mevcut. Deyr el Kamer, muazzam taş işçiliğiyle inşa edilmiş tarihî evleriyle ünlü. Kadişa Vadisi’nde kurulu Bşarri kasabası ise ünlü şair Halil Cibran’ın memleketi. 1883’te buradaki bir köyde dünyaya gelen Cibran, 1931’de ABD’deki ölümünün ardından yine Bşarri’de, bir mağaranın içine defnedilmiş. Mezarı bugün müze olarak ziyaret edilebiliyor.

Ortadoğu’nun onca karmaşa, kaos ve gürültüsü içinde Lübnan, birbirinden çarpıcı sürprizler sunuyor izleyenlere. Beyaz Ülke, aslında âdeta Ortadoğu denilen coğrafyanın küçük bir özeti konumunda. Zenginliği, gerilimleri ve çelişkileriyle…   

Editör: Mehmet Çalışkan