Derya BULUT

“Örneğin ev kıskançlığından muzdarip insanlar var. Bu kişiler; başkalarının evine adım attıkları anda, kendilerini eksik ve yetersiz hissederler, âdeta kanları çekilir, sararıp solarlar, gözleri sadece kendilerinin sahip olamadığı şeyleri görür: şu perdeler, şuradaki biblo, şu granit tezgâh veya paslanmaz çelik buzdolabı.”

Kıskançlık… Kimi zaman eşler kimi zaman dostlar arasında ve çoğunlukla sosyal çevre içinde ortaya çıkan, kontrol edilmediği zaman mutsuzluktan psikolojik sorunlara kadar bir dizi sonuçlara sebep olabilen bir duygu. Onu besleyen faktörler zamana, çevreye ve kişiye göre değişiyor. Masum olan yüzü kadar korkunç yüzü de var. İnsanoğlunun yeryüzündeki ilk günahının kıskançlığa dayandığını hatırlamamız, sanırım meramımızı ifade etmede bize kolaylık sağlayacaktır. Nasıl ki insan neslinin ilk hatası, Hz. Âdem’in (a.s.) şahsında şeytanın teklif ettiği sonsuzluk vaadine aldanmaksa; ikinci hatası da yeryüzünde Kabil’in şahsında kıskançlık yüzünden işlenen cinayet olmuştur. Kur’an’da anlatılan bu kıssalar, bizim yeryüzünde nesiller boyu yaşayacağımız hayatların ve tabi tutulacağımız imtihanların da çekirdeğini, özünü teşkil eder. Nitekim Cenab-ı Hak; bu kıssaları, düşünüp ibret almamız için anlattığını buyurmaktadır.

İnsanın doğasında arzular, istekler geniş yer tutar; hatta onu insan kılar. Arzuların tamamen ortadan kalkması tehlikelidir. Tarihçi sosyolog Christopher Lasch, Narsisizm Kültürü kitabında, narsisizmin temelinde arzulardan muaf olma amacının yattığını, tamamen ortadan kalkan isteklerin, sınırların da ortadan kalkmasına, tatmin eşiğinin de kaybolmasına yol açacağını söyler. Buradan hareketle denilebilir ki arzu ve istek, hem bir yandan insanı insan yapan hem de onu kolayca insanlıktan çıkarabilen reflekslerdir. İnsanın kendi kimliğini ve kişiliğini özgün olarak inşa etmesi, arzularını reklamlardan ve çevresindeki kişilerden, yani dış tesirlerden ne kadar koruyup koruyamadığıyla ilgilidir. Çevremiz, bizi sosyalleştirdiği, hayata bağladığı gibi biçimlendirir de. Bu hem mekân hem insan planında böyledir. Irvine William, “Eğer komşularımız pahalı kol saatleri, cipleri, 1500 metrekarelik malikâneleri olan kişilere hayranlık duymak yerine onlarla dalga geçselerdi, büyük olasılıkla biz de bu tür şeyler edinmek için çaba sarf etmezdik.” diyor. Bu ifadede, kıskançlık dürtüsünün, insanı nasıl başkalarının beğenilerine bağımlı hâle getirdiğinin izahı saklı. Çevre tarafından kuklalaştırılan insan, neresinden bakarsak bakalım irade sahibi birey için acı bir sonu temsil eder. Doğrusu insanın kuklalaşması, salt istek ve arzuları tarafından gerçekleşmez. Taklit yetisi de burada psikolojik açıdan denkleme dâhil olur ve insanın aleyhine çalışır. İstediğimiz şeyin doğru ya da yanlış, gerekli ya da gereksiz olduğuna bakmaksızın peşinden gitmek, biraz da taklit kazalarından kaynaklanıyor. Elizabeth Farrelly, Mutluluğun Sakıncaları adlı kitabında, çocukluğumuzdan itibaren, başlıca öğrenme aracımızın taklit olduğuna işaret ediyor ve ekliyor: “Taklit en samimi dalkavukluk şekli olmanın ötesinde, kültürel iletimin en iyi yolu ve toplumu bir arada tutan başlıca unsurlardan biridir. Dolayısıyla beynimiz, imrenmeye olduğu kadar taklit etmeye de programlanmıştır.” (Mutluluğun Sakıncaları, YKY, s. 37) İnsanoğlunun kadim bilgisi, taklidin müspet ya da menfi anlamda insan yaşamında büyük bir işleve sahip olduğunu ortaya koyuyor zaten. Örneğin, görerek öğrenmenin hiçbir zaman nasihatin yerini tutamayacağı Dede Korkut Hikâyelerinde şöyle geçer: “Korkut Ata şöyle dedi: Kız anadan görmeyince öğüt almaz. Oğul babadan görmeyince sofra açmaz.”

Reklamlar Kıskançlığı Kamçılıyor

Reklamlar, tam anlamıyla insanın arzularını hedef alır. Bunu yaparken de insanın kıskançlık ve taklit gibi temel, doğal zaaflarını kullanır. İstemenin, sahip olmanın ölçüsü başkalarıdır. Bilbordlardaki simgeler, resimler, metaforlar arzuları uyandırmayı amaçlar. İnsanın bildiği tatlarından hareketle bilmedikleri ayartılır. Çok lezzetliymiş gibi jest ve mimikler onun lezzet bilgisini; bir meşrubatın etrafındaki mutlu aile sahnesi mutluluk özlemini kullanır. “Ben neden olmayayım? Benim neden olmasın?” Sorular ve sorgulamalar ardı ardına gelir. Öğrenmenin, alışverişin ve reklamcılığın temelinde taklit güdüsünün yattığını tespit eden Farrelly, insanın gördüğü şeye sahip olma isteğini şöyle örneklendirir: “Kırmızı spor arabadaki genç çiftin resmini gördüğümüzde, âdeta farkında olmadan düşünürüz: Ben olabilirdim. Bunu ben yapıyor olabilirdim. Taklit, yani başkalarını kopyalama dürtü ve yeteneğimiz, imrenmeye de yol açar. Bu da bizi tekrar yedi ölümcül günaha götürüyor.” (Elizabeth Farrelly, age, s. 38.) Sonrasında alışveriş süreci başlıyor ki burada iş, alışveriş merkezlerine ve marketlere kalıyor. Literatüre “Yönlendirilmiş Kaybolma Etkisi” adıyla giren süreç tıkır tıkır işlemeye başlıyor. Nedir yönlendirilmiş kaybolma etkisi? Müşterinin alışveriş merkezine girdiği andan itibaren kaç saniyede gerçek amacını unutarak avare biçimde gezmeye başladığını hesaplayan bir tür kuram. Müşteri artık yarasını açık eden bir savaşçı gibi dezavantajlı konumdadır. Kolay avdır. Alışveriş merkezleri ise barbar toplayıcılar.

Kıskançlık temel bir yanılgıdan beslenir: Arzu duyulan elde edilirse mutluluk kaçınılmazdır. Gerçekten böyle midir? Arzular reklamların, komşuların ve arkadaşların güdümüyle biçimlendiği için elde edilen şeyler kişide asla doyum meydana getiremeyecektir. Elde edilen kısa mutluluklar, âdeta saman alevi gibi parlayıp sönecek, kişi kendi yoksunluğuyla, mutsuzluğuyla baş başa kalacaktır. Bu açıdan kişi, kıskançlık zaafı nedeniyle kapitalizmin tam da istediği biri olacaktır. Her ulaştığında hayal kırıklığı yaşayan, sonrasında başka şeyleri amaç edinen, gerçekte istemediği şeyleri isteyen, isteme ihtimali olan şeyleri bile önceden edinen bir tüketim canavarı, kapitalizm için bitmek tükenmek bilmeyen kar demektir.

Özgürlüğümüzü Geri Almak

Psikolog William James, sahip olmaya önem veren kişilerin yapmaya ya da olmaya önem veren kişilere kıyasla daha az özgür olduklarını söyler. İlgilerimizin ve arzularımızın başkaları tarafından belirlendiğini anladığımız zaman, kıskançlığın, sonu gelmez bir kölelik olduğunu da fark etmiş oluruz. Bir insan nasıl ki gündelik yaşamında dürtülmeyi, itilip kakılmayı, sürekli ihtar edilmeyi ve güdülmeyi asla kabul etmez ve bunu kişilik onuruna ve gururuna bir saldırı olarak görürse kıskançlık duygusu üzerinden çevresi tarafından şekillendirilmeyi, sınırlandırılmayı da kabul etmemesi gerekir. Her insanın yaşamı ona özgü bir tablo gibidir. O tabloyu insan kendi tercihleri, kendi özgür iradesiyle ahenkle tamamlayabilir. Başkalarının beğenileri ve tercihlerine güdümlü yaşamak, insanın hayatını onun elinden alıp başkalarının eline verecektir. Tıpkı o tabloya yabancı ellerin hoyratça fırça darbesi atması gibi.

İnsanın hayatı gibi imkânları da kısıtlıdır. Çevresinden, çevresinin biçimlendirmesinden kolayca kurtulamaz. Bunun için evvela kendi öz yaşamının kıymetini bilmesi, özgünlüğünün farkına varması gerekmektedir. İnsan; zaaflarıyla, yetenekleriyle, iyilik ve kötülükleriyle birlikte insandır. O ne bir melek ne de bir robottur. Bazen ufka bakar bazen maziye, bazen önünü göremez düşer, sonra kalkar tekrar yürür, hayatındaki insanlardan etkilenir, onları etkiler, farkında olmadan üzer, üzülür.

Eşiyle dostuyla inişli çıkışlı ilişkiler yürütür. Sever, nefret eder, özenir, kıskanır. Bütün bunlar insan olmanın kaçınılmaz hasletleri. Fakat yolun sonunda, geriye dönüp hayatına baktığında insanın en son görmek isteyeceği şey, başkaları tarafından inşa edilmiş bir yaşam olacaktır. Çünkü ömür bir hastane odasında veya bir pencere kenarında son viraja girdiğinde hiçbir şeyin tamiri, telafisi mümkün olmayacak, hatalar düzeltilemeyecek, kum saati bir tanecik kumu bile kişiden esirgeyecektir. Henüz fırsat elimizdeyken yaşamımızı başkalarının arzularının, saman alevi zevklerinin pençesinden söküp almamız gerekiyor. Bize emanet edilen ve tekrarı mümkün olmayan hayatlarımızı; gündelik, genel geçer ilgilerin, durumların, duyguların esaretinden kurtardığımız ölçüde kendi gerçek isteklerimize ve arzularımıza erişebileceğiz. O isteklerimize eriştiğimiz zaman, başkalarının evine adım attığımızda eksik ve yetersiz hissetmeyecek, gerçek bir insan, kendine has bir şahsiyet olarak yaşamımızı sürdüreceğiz. Bu noktada Jim Carrey’nin kendi yaşamına dair pişmanlık içeren sözlerini anmanın isabetli olacağı kanaatindeyim: “Umarım bir gün herkes ünlü ve zengin olur, hayal ettiği şeye kavuşur, böylece asıl cevabın bu olmadığını anlar.” Tarihin hiçbir döneminde insan için asıl cevap şan, şöhret, para, şatafatlı ve büyük evler, göz alıcı kıyafetler, lüks arabalar olmamıştır. 

Çünkü bunlar, insanın özünden gelen istekler değil; başkaları tarafından ona dayatılan, kıskançlıkla alevlendirilen, elde edilince büyük hayal kırıklıkları yaşatan, yolun sonunda hiçbir anlam ifade etmeyen kazanımlardır. Gerçek cevaplarla ancak kıskançlığın bizi hapsettiği kafesten kurtulduğumuzda karşılaşabileceğiz. Nasıl bilmiyorum. Ama bunun için her şeyden önce o zindandan dışarıya doğru bir adım atmamız gerekiyor.

Editör: Mehmet Çalışkan