Dr. Hafsa Fidan VİDİNLİ

Kelimeler, sessiz zannederiz. Oysa değildir. Her bir kelimenin, elbette yazılı hâlini de kastediyorum, bir sesi vardır. Bu yüzden, seni sevdiğimi söylediğimde duyduğun ses ile sevmediğimi söylediğimde duyduğun ses birbirinden farklıdır. Nefretten bahsetmiyorum, o sesi hiç sevmem.

Bilenlerin söylediğine göre, kalpler arasındaki mesafe ne kadar açılırsa konuşurken söylediğimiz kelimelerin sesi de o kadar yüksek çıkar. Ve belki yazarken de… Örneğin çocuğumuza bağırıyorsak, onunla aramızdaki kalbi mesafe arttığı için, o mesafeyi kapatmak için bağırıyoruzdur. İş arkadaşımızla konuşurken karşılıklı bağırıyorsak, aynı odada birbirimizi duymak için zorlandığımızdan değildir, birbirimizi anlayan kalplerimizin arasındaki mesafe büyüdüğündendir. O mesafeyi kapatmak, ancak kelimelerin yüksek sesle telaffuzu ile mümkün zannederiz. Oysa kelimelerin yüksek sesle telaffuzu arttıkça, mesafeyi kapatma imkânı azalır.

Bağırarak konuşmayı hiç sevmedim. Hatta ortada “konuşmak” varsa, bağırmak yoktur derim. Hepimizin bildiği gibi en güzel konuşma da sessiz olandır, öyle değil mi? Anlaşmanın en güzel yollarından biri, kelimeleri mümkün olduğunca sessize almaktan geçer öyleyse.

Kelimeleri sessize almanın yolu da egolarımızı sessize almaktan geçiyor galiba. Geçenlerde bir haber dinledim, haberlerin sesi yüksektir bilirsiniz. Hatta haber dinlerken kanalın sesini ne kadar sessize doğru azaltsanız da bir süre sonra koskocaman bir bağırma dinlemiş olduğunuzu fark edersiniz. Bir haberden diğerine geçerken, haberlerin içeriğine göre, kanallar beynimizde alarm verecek içerikte tonlar kullanırlar haber aralarında. “Bak, gör, dinle!” diye bağırır o haberler ve haber arası alarmlar, seslerini daha çok duyurmak istedikleri için. Oysa hem bakıp hem görüp hem dinlemek zordur, duymak değil kastettiğim elbette, “dinlemek”.

Duymak ile dinlemek arasında bir fark mı var derseniz, “ararsanız bulunur” derim. Dinlemek için, benliğimi bir anlamda sessize doğru çekmem gerekir. Mesela bana bağırırsanız duyarım, ama bağırmalarınızı dinleyemem. Çünkü bağırmayı duyduğumda, benliğimi sessize doğru çekmekten çıkarım bir derviş de değilsem... Bu yüzden, çoğu zaman bağırana karşı bağırırız, susan karşısında da susarız bir süre sonra da olsa. Ve belki de bu yüzden, en iyi konuşmamızı, bazen susarak yaparız.

Ne diyordum? Geçenlerde bir haber dinledim. Haber daha çok duyulur aslında ya neyse. Habere göre, bir zamanlar birbirini seven iki genç, billboardlarda aşklarını ilan ederek evlenmişlerdi. Delikanlı, şimdilerde merhum olan eşine sürpriz evlilik teklifi yapmış, bu sürprizi de canlı yayın ile arkadaşlarıyla paylaşmıştı. Yine düğünlerinde canlı yayınlar yaparak evlenmişler, evlilik yıldönümlerinde, çocukları dünyaya geldiğinde pastalar keserek herkese birbirlerini ne çok sevdiklerini, ne özel olduklarını göstermişlerdi. Bu çift her ne olduysa -canlı olmayan yayından duyduğuma göre- artık hayatta değiller. Haberin verdiği bilgiye göre, billboardlarda ilanıaşk eden adam, bir kriz geçirip sevgili eşini silahla öldürmüş, sonra kendini de silahın hedefine koymuş. Bu kanlı son anlatılırken, merhum eşlerin sevgililer gününde kırmızı güller arasında nasıl da gülümsediklerini, birleştirdikleri elleriyle kalp işareti sergiledikleri görüntüler de haberde bir yandan servis ediliyordu.  

“Bu kadar çok sevgiyi bitiren ne?” diye sormak istiyor insan. Ama galiba başlangıç sorumuz yanlış. Bu kadar çok sevgi var mı aralarında? Bir sevgiyi “bağırdığımızda” “herkes duyarken” acaba kendimiz sevgimizin sesini dinliyor olabilir miyiz?

“Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez. Gönülden gönüle gider yol gizli gizli.” diyen ozanın fısıldadığı hikmete kulak kesilmek gerek. O, “gönül dağı”ndan bahsederken gönlün doğasından da bahseder. Gönüller dağ gibi büyüktür ve aralarındaki anlaşma görülmez, gizlidir. Ortada bir anlaşma varsa elbette üzerinde uzlaşılmış kelimeler de vardır. Gönüller arasında konuşan kelimeler, ancak fısıltı yolunu kullanır…

“Kalp”, sert sesli bir kelime. Üstelik kelimenin anlamında gizlice var olduğu üzere kalp “değişken”. Kalbin atış hızı bile öyle, bazen çok hızlı atıyor, sesini kulaklarımla bile duyuyorum. “Gönül” kelimesi ise gönlümüzü okşuyor. Bizim kültürümüzde gönül, kalpten evladır. O yüzden gönlün bir resmi de çizilmez. Gönlün bir sesi de yoktur çünkü. Belki de bu yüzden, arasındaki yollar da gizlidir. O hâlde, şimdilerde kalp görüntüleri eşliğinde ilan ettiğimiz sevgimizin, gönülden gelip gelmediğine kulak vermek gerek belki de. Evet, sessizce kulak vermek gönlün sessizliğine…

Kalpten yola çıkıp “gönül”e vardık. Yazının başlığını da değiştirmek evla olacak gibi. Beraber değiştirelim mi? Gönülden gönüle sükût vardır.

Mevlana “Mesnevi” kitabına “dinle” diye başlamış, “söyle” diye değil. Kendi sesimizi kısmaya çalışarak dinlemeyi başarırsak, başka seslere gönlümüzü açarsak, kendi sesimizi de gönülden “duymaya” başlayabiliriz belki. İç sesimizi, içimizden gelen geçenleri duymaya daha doğrusu dinlemeye… Sustum.

Editör: Mehmet Çalışkan