Meryem Dalğıç

DİB Başkanlık Vaizi

Yüce Allah, insanlara rehberlik etmeleri, onları doğru yola iletmeleri için nice hidayet elçileri göndermişti. Elbette hiçbir kulunu başıboş bırakmadığı (Kıyamet, 75/36.) gibi hiçbir ümmetini de peygambersiz bırakmamıştır. (Yunus, 10/47.) Şüphesiz ki her peygamberin görevi birdi: Gönderildikleri toplumları Hakk’a ve hakikate davet. Onlar risalet görevinde ortak sıdk, emanet, fetanet, ismet ve tebliğ gibi niteliklere sahiplerdi. Beraberinde farklı oldukları sıfat, lütuflar ve dereceler vardı. Allah (c.c.), elçilerinden bazılarını diğerlerinden üstün kıldığını bildirmiştir. (Bakara, 2/253.) Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed’e (s.a.s.) “ulü’l-azm” sıfatı verilmişti. Bu, Allah katında, ölçüsünü yalnız kendisinin bildiği bir derecelenme farkıdır. Kişinin sorumluluğu, birini diğerinden ayırt etmeksizin peygamberlerin hepsine de iman etmektir. Kur’an-ı Kerim’de bazı peygamberlerin kıssasından uzunca bahsedilirken bir kısmı da çok kısa ve ismen zikredilir. Onlardan ikisi de Hz. Elyesa ve Zülkifl peygamberdir. Cenab-ı Hak, o iki rahmet elçisini Yüce Kur’an’da şöyle zikreder: “İsmail’i, Elyesa‘ı, Zülkifl’i de an. Hepsi de iyilerdendir.” (Sad, 38/48.)

Hz. Elyesa

Elyesa’nın (a.s.) İslami kaynaklarda şeceresi Elyasa b. Aḫṭûb b. Acûz idi. Ahd-i Atîk’de ise Elişa ismiyle zikredilen peygamber olduğu rivayet edilmişti. İsminin manası İbranicede, “Tanrı benim kurtuluşumdur.” anlamına gelirdi. Kur’an-ı Kerim’de kendisinden iki yerde bahsedilen Elyesa, (a.s.) İsrailoğullarına gönderilmişti. Hz. İlyas peygamberle aynı dönemde yaşamış, onun halefi olan bir peygamberdi. (DİA, “Elyesa”, c.11, s. 69.)

Hz. Elyesa, çocukluğunda şiddetli bir hastalığa yakalandı, İlyas’ın (a.s.) ona dua etmesi neticesinde şifa buldu. Akabinde İlyas’a (a.s.) iman edip ondan Tevrat’ı öğrendi. Hz. İlyas’ı tevhit mücadelesinde yalnız bırakmayıp daima onunla birlikte hareket etti. İlyas’ın (a.s.) vefatından sonra da peygamberlik vazifesi Elyesa’ya (a.s.) verildi. O, Filistin ve Şam bölgelerinde risalet görevini üstlendi. Bir ömür İsrailoğullarının arasında yaşayarak kavmini Allah’a imana davet etti. (M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, II, 144-145.)

Elyesa da tüm Allah’ın elçileri gibi peygamberlik vazifesini hakkıyla yerine getirdi. O, âlemlere üstün kılındı. Kavmine tebliğde bulunan peygamberlerle birlikte Kur’an-ı Kerim’de şöyle anıldı: “İsmail’i, Elyesa’yı, Yunus’u ve Lut’u da hidayete erdirmiştik. Her birini âlemlere üstün kılmıştık.” (Enam, 6/86.) Şüphesiz ki onun üstünlüğü, hayra koşması, ümit ve korku içinde Rabbine yalvarması, ihlasla ve huşu içerisinde kulluk ve nübüvvet görevini ifa etmesiydi. Cenab-ı Hak, hayırlı ve iyi kimseler arasında zikrettiği elçisi Elyesa’dan (a.s.) sonra onunla aynı dönemde yaşayan Zülkifl’i (a.s.) peygamber olarak seçti.

Hz. Zülkifl

Kur’an-ı Kerim’de övgüyle bahsedilen Allah’ın elçilerinden biri de Zülkifl peygamberdir. Zülkifl; “sahip, malik” anlamındaki zû ile “nasip, kısmet, eş, benzer kefâlet” gibi anlamlarına gelen kifl kelimesinin terkibidir. Dolayısıyla isminin manası “nasipli ve kısmetli” veya “kefalet sahibi” anlamına gelir. (DİA, “Zülkifl”, c.44, s. 569.) Müfessirler tarafından “Zülkifl” onun isimlerinden biri olabileceği gibi ona verilmiş bir sıfat ya da lakap olma ihtimali de rivayet edilmiştir. Rivayete göre Zülkifl (a.s.) gündüz oruç tutar, geceyi de ibadetle geçirirdi. O, insanlara öfkelenmeyen sakin bir gençti. İsrailoğullarına gönderilen Elyesa (a.s.), peygamberlik vazifesi ve devlet işlerini yönetmek üzere kendisine bir vekil tayin etmek istedi. Halefinin; gündüzü oruçla geçiren, geceyi de ibadetle ihya eden ve öfkesine yenilmeyen bir kimse olmasını arzu etmişti. Nihayetinde Hz. Zülkifl’e bu görev verildi. Zülkifl (a.s.) insanların ihtiyaçlarını karşılarken, onların davalarına bakarken ve işlerini yürütürken daima sabırla davranır, öfkesine yenilmezdi. İsrailoğulları arasında Allah’tan aldığı emirleri uygular, tüm vazifesini layıkıyla yerine getirirdi. (Hayat Rehberi Kuran, Konulu Tefsir, 440.)

Kur’an-ı Kerim’de Zülkifl (a.s.) ismi iki kez geçti. Bir kez Elyesa (a.s.) ile anılırken (Sad, 38/48.) diğer ayette ise şöyle zikredilir: “İsmail’i, İdris’i ve Zülkifl’i de yâd et. Hepsi de sabreden kimselerdendi. Onları rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdi.” (Enbiya, 21/85-86.) Zülkifl (a.s.) daima salih ameller işler, etrafına sabırla hüsnü muamele ederdi. Yüce Kitap’ta methedilen en bariz niteliği ise sabrıdır.

Sabır, nebevi istikamettir

Sabır, zorluklar karşısında insanı ayakta tutan, ona güç katan erdemdir. Sabır, bela ve musibetler karşısında isyan etmemek, dirençli olmaktır. Olayların altında ezilip aciz kalmak değil hayırlı sonuçlara ulaşabilmek için gereken mücadele ve gayreti gösterebilmektir. Sabır, nebevi bir istikamettir. Allah’ın elçilerinin hayatı sabırla ilmek ilmek örülmüştür, her biri nice zorluklara göğüs germiştir. Farklı imtihanlara tabi tutulmuşlar ancak karşılaştıkları zorlukları sabır, azim ve dua ile aştılar. Sabırları neticesinde dereceleri arttı, Allah katında yüce bir makama ulaştılar. Nihayetinde hem dünyada hem ahirette selamete eriştiler. Allah’ın rahmetine ve lütfuna mazhar oldular. Böylece onlar gönderildikleri toplumlar ve tüm ümmetler için en güzel örnekliği teşkil ettiler.

İnsan sıkıntısız, refah bir yaşantıyı arzu eder. Ancak dünya hayatı bir imtihan yeridir. Kul, Rabbi tarafından çeşitli imtihanlarla denenir. Mesele karşılaştığı imtihanları sabırla göğüsleyip üzerine düşeni yapmak ve mücadele etmektir. Elbette, “Sabır ilk sarsıntı sırasında gösterilen metanettir.” (Buhari, Cenaiz, 32.) Hayatı yaşanır kılan erdemlerden biridir. Sabır, refaha ulaşmada enerjidir, ferasettir. Bilelim ki kimseye sabırdan daha hayırlı, geniş bir ikram verilmemiştir. (Buhari, Zekât, 50.)

Peygamberler, insanlara halifelik misyonunu hatırlattı

Âdem (a.s.) ilk insan, ilk peygamberdi. Mükerrem kılınmıştı, kendisine ve nesline yeryüzünü imar etme vazifesi verilmişti. İnsan ne ağır bir yükü yüklenmişti! Oysa bu göklerin, yeryüzünün ve dağların kabul etmekten kaçındığı ağır bir emanetti. Emanet neydi? Din, tevhit, akıl, iman, ibadet kısacası mükellefiyetti. Korunması gereken tüm nimetlerdi. Şüphesiz Âdemoğlu bu emaneti yüklenecek kabiliyet ve yeteneğe sahipti. Lakin bu hususta şuursuz ve bilgisizdi,  sorumluluğunun farkında değildi. Oysa insan taşıdığı emaneti fark etmeli, hakkını vermede gayret etmeliydi. Kuşkusuz bunu vahyin ışığında, peygamberlerin rehberliğinde gerçekleştirebilirdi.

Peygamberler, insana sorumluluğunu hatırlatan, ilahi buyrukları eksiksiz tebliğ eden elçilerdir. Ancak insan hafıza-i beşerdir. Hak’tan yüz çevirendi. Âdemoğlu ne vakit yaratılış gayesini unutsa Allah (c.c.), gönderdiği resulleri vasıtasıyla ona halifelik misyonunu tekrar hatırlattı. Allah, hiçbir topluluğu ilahi çağrıdan yoksun ve nebisiz bırakmadı. Bazen art arda bazen de aralıklarla bazı dönemlerde ise birkaç peygamberi aynı zaman diliminde gönderdi. Böylece onlar, birbirlerine destek olup milletlerini uyardı. Şüphesiz ki resullerin ilahi davetine koşanlar da vardı, onları yalanlayıp kulak tıkayanlar da. Kur’an-ı Kerim’de her iki topluluğun da akıbetlerine yer verildi. Peygamber kıssalarında inananlar kurtuluşa ermekle müjdelenirken inanmayanların ise nasıl helâk edildiklerinden bahsedildi.

Peygamber kıssaları bize ne söyler?

Tarih, mekân, zaman fark etmeksizin insan her çağda insandır. Fıtratında var olan nitelikler aynıdır. Yüce bir varlığa inanma, sevme, sevilme takdir edilme, ait hissetme gibi duygular her insanda vardır. Elbette onun yapısında inkâr, nefret, hırs, kıskançlık vb. hisler de mevcuttur. Nitekim Âdemoğlu, hayra ve şerre yönelecek temayül ve zihnî yeteneklerle donatılmıştır. Kuşkusuz bu zıtlıklarla kaim bir varlığın istikamet üzere kalabilmesi zordur. Zira sırat-ı müstakim yolunun üzerine oturan ve onu saptırmaya ahdeden bir düşmanı vardır. Şeytan; sağdan, soldan, önden, arkadan, yani her cihetten her lisandan bir yol bularak insana yaklaşandır. Peki, insan böylesine tuzak kurucu, caydırıcı, saptırıcı etken karşısında pusulasını kaybetmeden nasıl istikamet üzere kalabilir, fıtratını koruyabilir? Elbette tabiatına uygun bir tebliğ ve terbiye sayesinde insan, şerden yüz çevirip hayra yönelir. Dolayısıyla her ne kadar zaman değişse toplumlar dönüşse de Âdem (a.s) ile başlayan insanın yeryüzündeki hikâyesi her çağda benzerdir. Çünkü fıtrat, hisler ve caydırıcı etmenler aynıdır.

Kur’an-ı Kerim’de zikredilen peygamber kıssaları, geçmiş ümmetler için geçerli olan sünnetullahın, (Allah’ın koyduğu kanun, nizam) bugün de geçerli olduğunu bize hatırlatır. Çünkü Kur’an dilinde “sünnetullah” adı verilen yasalarda asla değişim olmaz. Elbette bu kıssalara “eskilerin masalları” olarak bakmak kesinlikle doğru değildir. Aksi takdirde bu perspektif kişiyi yanıltarak aynı hatalara sevk eder. Oysa bize düşen maziden ders almak ve benzer akıbeti yaşamamak olmalıdır. Allah Teâlâ da bu hususa ibret nazarıyla bakılmasını öğütler ve ayet-i kerimede şöyle buyurur: “Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı?...” (Rum, 30/9.) Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlerin tevhit mücadelesine değinilirken beşerî özelliklerine de vurgu yapılmıştır. Allah’ın elçileri de diğer insanlar gibi aile kurup evlat sahibi olmuşlar ve çeşitli zorlu imtihanlara tabi tutulmuşlardır. Dolayısıyla insanoğlunun karşılaşacağı problemlere çözüm reçeteleri sunan ve her biri ibret örneği olan peygamber kıssaları birer masal değil bilakis hayatın ta kendisidir.

Her biri hayatın içinden olan bu sınavlar, günümüz dünyasında bizlere yol gösterdiği gibi karşılaştığımız sıkıntılarda ümitvar olmamızı sağlayarak imanımızı diri tutacaktır. Geçmişten ibret alıp dünya ve ahiretimizi mamur ederken nebiler silsilesinin son halkası Sevgili Peygamberimizin şu duasıyla niyaz edelim: “Ey kalpleri bir hâlden bir hâle çeviren Rabbim, benim kalbimi dinin üzere sabit kıl. ” (Tirmizi, Deavat, 89.)

Editör: Ömer Ceylan