Nermin Taylan Erkutlu 

İnsanlık tarihi biraz da savaşların tarihidir. O savaşlarda yenenlerin ve yenilenlerin tarihi, kazananın da kaybedenin de rakamlar üzerinden ifade edildiği bir tarih… Ölen insanlar çoğu zaman bir rakamdan ibarettir. Çekilen acılar, kaybedilen babalar, öksüz kalan çocuklar, dul kalan kadınlar, yitip giden hayatlar pek yansımaz tarih sahnesine. İlim uğruna ömür feda edenler, insanlık için canından geçenler, bilim ile uğraşıp eser verenler ise yalnızca bir satırlık yazılarla geçer bu sahneden. İşte o tarih, sultanların veya kralların zaferlerin ve yenilgilerin, kazananların ve kaybedenlerin tarihini anlatır. Çünkü kazanan da kaybeden de onlardır. Canlarını feda eden neferler, ilim uğruna ömrünü vakfedenler, şehirler mamur olsun, insanlık yaşasın diye bilim üretenler pek çıkamaz bu tarih sahnesine. Çıksalar da “bilim adamı” denir geçer ve kadın bilim insanları tarihin tozlu sayfalarında fark edilecekleri zamanı bekler.

Ancak bazı istisnalar hariç…

XVIII. yüzyıl sonları, XIX. yüzyıl başlarında Almanların başını çektiği bazı Avrupalı tarihçiler, henüz arkeolojik kazı çalışmaları ve doğu kütüphanelerinde bilimsel çalışmalar başlamadan önce Yunan mitoslarından uydurma bazı tezler ortaya koydular ve neredeyse yüzyıl boyunca bu uydurma tarih anlatımı dünyaya yayıldı. Özellikle Müslüman ülkelerde rağbet gören bu tarih yazımında kazılar ve ilmî çalışmalar bir asır sonra başlasa da iş işten çoktan geçmişti ve dünya bu tarihe çoktan inanmıştı. Bu tarih yazımını değiştirmek ve yeniden yazmak, hem cesaret istediğinden hem de bu uğurda derin çalışmalar yaparak ciddi tezler ortaya konması gerektiğinden nakıs kaldı ve günümüz dünyasına kadar ulaşan hikâyeler ne yazık ki gerçek sanıldı. Müslüman kadınlar üzerinden yazılan yazılar, bize aktarılan bilgiler de bu tarih yazımının bir parçası olduğundan İslam dünyasındaki kadının yerini bizler ya yanlış anladık ya da hakkıyla çalışmadığımızdan İslam kadınlarına tarihteki ve bilimdeki hak ettikleri yeri veremedik. Çünkü tarih kitaplarını başkaları yazan milletler kendi kültüründen habersiz kalacağı gibi Haçlıların kalem oynattığı dinî metinler de sizi kendi dininizin büyüklerinden bihaber kılar.

Nitekim Orta Çağ Avrupası’nda şehir meydanlarında içine şeytan girmiş diye kadınlar diri diri yakılırken “Kadın insan mıdır yoksa değil midir?” tartışmaları tüm Avrupa’yı sarmıştı. Bunun sonrasında ise Papa’nın “Tavuk, gagası ve kanadı var diye nasıl bir kuş değilse kadın da sureten erkeğe benzese de aslen insan değildir.” sözleriyle kadının insan dışı bir yaratık olduğunu vurguladıktan sonra çıkılan cadı avıyla 60.000 kadının idamına sebep olması tarih yazanların kendi tarihlerindeki kadın algısından dem vurmaları gayet normaldi ancak hakikatte İslam kadını hiçbir zaman onların anlattığı gibi olmamıştı.

Cahiliye Devri’nde diri diri toprağa gömülen bir kız çocuğu, İslam medeniyetinde dünyanın ilk üniversitesini kuran Fatima el-Fihri’ye dönüşebildiyse şayet “Işık daima Doğu’dan yükselir, Müslüman bilim kadınları ilimleriyle dünyayı aydınlatmıştır.” sözünün can bulmuş hâlini görmek çok da zor olmuyor ciddi araştırma yapanlar için.

Nitekim Fransız tarihçi Maxim Rodinson’un, “Muhammed hiçbir şey yapmamış olsa dahi sırf kadınlarla ilgili yapmış olduğu devrimlerle tarihin en büyük şahsiyeti olarak düşünülmelidir.” sözü, tüm gerçeği ortaya koymaktadır. Çünkü İslam, ilim ve bilimi her şeyin üzerinde tuttuğu gibi kadınlara bu alanda pek çok dünya devletinden ve milletinden evvel öncülük etmiştir. Tam da bu sebeple İslam dünyasında 40.000’den fazla Müslüman kadın âlim ve bilim adamı yetişmiştir.

Asr-ı saadetten Anadolu’ya, Selçuklu’dan Osmanlı’ya Müslüman kadınlar her daim toplumun içerisinde olmuş; ilimle uğraşmış, bilim üretmiş, savaşlarda kılıç sallamış, devletler kurmuş, şehirler inşa etmiştir. Öyle ki X. yüzyılın ikinci yarısında II. Hakem Dönemi’nde Kurtuba’da yaşamış cebir âlimi Lübna gibi. Lübna; matematikçi, şair, dil bilgisi uzmanı olmasının yanı sıra dönemin en zengin eserlerinin yer aldığı Medinetü’z-Zehra Kütüphanesi’nin kurulmasında merkezî bir rol oynar.

Lübna esasında köle bir kızdır ancak kölelere okuma yazma serbestiyeti olduğundan kendisine verilen derslere riayeti, yeteneği ve sebatı sayesinde kısa sürede fark edilerek sarayda yazıcı mertebesine kadar yükselir. Sarayın en entelektüel kişisi olarak tanınır ve görevini iyi yapması, ilmî birikimi ve bilime verdiği önem sebebiyle kısa bir zaman sonra dönemin sultanı II. Hakem’in yazıcısı olur. Saraydaki aktif görevi sırasında Kurtuba Saray Kütüphanesine verdiği önem sebebiyle Sultan tarafından ödüllendirilerek saray kütüphanesinin başına getirilir. Dönemin Avrupa’sına bakıldığında bir kadının böyle bir konuma gelmesi asırlarca söz konusu dahi olamadığı gibi kölelere okuma yazma yasağı dolayısıyla kölesine okuma yazma öğreten efendiler öldürülmekteydi.

Lübna, Kurtuba Saray Kütüphanesinin başına getirildikten sonra yine kendisi gibi âlim olan Kurtubalı Fatma ve Hasday b. Şarput gibi isimlerden yardım alarak bizzat kendi seçmiş olduğu 500 bine yakın el yazması kitabı kütüphaneye getirmeyi başarmıştır. Dönem kronikleri incelendiğinde Lübna’nın görevi gibi o dönemde Kurtuba’da 170 kadın yazıcının olduğu ve bu kadınların ilim dünyasına önemli katkıları olduğu ifade edilmektedir.

İslam medeniyetinde kadınların büyük rol oynadığı, son dönemlerde yapılan çalışmalarla daha da gün yüzüne çıkmaktadır. Mesela İslam medeniyeti ve hadis literatürü alanında çalışmalar yapan İbn Hallikan, eserinde daha evvel bilinenin aksine bir gerçeği belgeleriyle ortaya koyarak 40 bin kadın âlimin asr-ı saadetten XVI. yüzyıla kadar ilim dünyasında görev yaptığını ifade etmiştir.

Yine Muhammed Ekrem Nedvî, 8.000 kadın âlimi keşfedip al-Muhaddithat isimli 53 ciltlik bir biyografi sözlüğü yazmıştır. Eserinde özellikle ünlü erkek hadis ravilerinin kadın hadis âlimi hocalarına veya ders arkadaşlarına atıf yapar. Mesela Sakafî’nin 68, İbn Hacer’in 53, Suyûti’nin 33 kadın ile birlikte ders aldığını söyler. Nitekim İbn Asakir’in rivayetine göre Orta Çağ İslam dünyasında kadınlar erkeklerle eşit şekilde eğitim alabiliyor, âlim unvanı alarak erkeklerle birlikte eğitim kurumlarında ders verebiliyorlardı.

Kadınlar üzerine araştırma yapan bir diğer isim Ayşe Abdurrahman Bewley’in Türkçe çeviri ile Müslüman Hanımlar Sözlüğü de yine hicri I. asırdan XIII. asra kadar Müslüman kadınların kapsamlı bir referans kaynağıdır. Delilli ve kaynaklı bir şekilde hazırlanmış bu İngilizce eser, Müslüman kadının tarihte neler yaptığını en bedihi şekilde ortaya koymaktadır. Eser özellikle Müslüman kadınların bilim insanları ve iş kadınları olarak başarılı oldukları son 400 yıldır toplumdaki eş ve anne olarak rollerini anlatır.

Bewley bir diğer eserinde yalnızca fıkıh ve hadis ilminde değil pek çok alanda ilme ve bilime katkı sunan kadın âlimlerden bahseder; Mesela Endülüs’ün en büyük ve önemli kütüphanelerinden birine sahip olan Endülüslü Prens Ahmed’in belagat ustası ve kafiye uzmanı kızı Ayşe gibi. Yine 994 ile 1091 yılları arasında yaşamış Endülüs’ün en ünlü şairleri arasında sayılan, şiir ve retorik bilgisi ile herkesi hayran bırakan kadın şair ve âlim Wallada bint al-Mustakfi bunlardan biridir. Wallada, döneminde öylesine iyi bir şairdir ki katıldığı neredeyse bütün şiir ve edebiyat yarışmalarında erkekleri geride bırakıp birinci olmuştur. Sonrasında Sevillalı el-Hassania da yine Endülüs’ün dâhi şair ve retorik ustaları arasında yer almaktadır. El-Fasulî’nin kızı Meryem ise Endülüs’ün en önemli hiciv sanatçısı olarak zikredilir. Endülüslü Şair Sevillalı Safiye ve XII. yüzyıl âlimi Zeynep el-Şahda, İslam medeniyetinin en ünlü kaligrafi uzmanları arasında baş sırada gelmektedirler.

X. yüzyılda Bağdat’ta yaşamış kadın fakih, cebir âlimi Sutayta el-Mahamali, Arap edebiyatı, fıkıh ve hadis ilminin yanı sıra matematik ilminde de kimselerin çözemediği denklemleri çözerek dikkat çekici bir seviyeye ulaşmış, aritmetik ve feraiz (miras hesaplaması) noktasında uzmanlaşmış ve döneminde rakibi olmayan bir âlim seviyesine ulaşmıştır. Özellikle İbn Kesir ve Hatîb el-Bağdâdî gibi ünlü tarihçiler kendisinden övgü ile bahseder.

Gök cisimlerinin konumlarının belirlenmesinden kıblenin tespitine, namaz vakitlerinin belirlenmesinden bulunulan yerin konumunun belirlenmesine kadar bir sürü pratik problemde kullanılan önemli bir astronomik cihaz usturlabın âlimi Meryem el-İcliyye, dönemin en önemli astronom ve mühendislerindendir. Meryem, kendi dönemi içinde en hassas usturlapları yapması ile ün salmıştı. Öyle tasarımlar yapmaktaydı ki dönemin yöneticisi Sayf el-Davla kendisini bizzat davet ederek baş astronom olarak işe almıştır.

Yine Fatıma el Mecritiye matematik ve astronomi konusunda uzman olan âlimlerin başında gelir. Ümmü Varaka bin Halis, Bedir Savaşı’nda görev yapmış ve Kuran-ı Kerim’i bir araya getirme noktasında büyük katkılar sağlamış sahabe âlimelerindendir. Bir başka âlime hanım Fatıma bin Saad el Hay, efendimizin soyundan gelir, Yemenlidir ve hadis âlimidir. Şam’da yaşarken rıhle dediğimiz ilim yolculuğuna çıkar. Bugünkü İspanya’nın Valensiya şehrinden çıkıp Çin’e kadar süren bir hadis toplama yolculuğu yapar ve günümüze kadar ulaşan bir hadis külliyatı bırakır.

Matbaanın henüz olmadığı dönemlerde kitaplar elle çoğaltılıyordu (istinsah) ve İslam dünyasında bu alanda kadınlar yine ön plandaydı. Mesela yalnızca Endülüs’te 170 müstensih hanım görev yapmıştır.

Zübeyde bint Ebu Cafer, Abbasi halifesi Harun Reşid’in eşidir. Şair ve edebiyatçıdır. Bağdat’ta Mekke’ye su kuyuları projesini yapar ve kuyular hâlâ görünmektedir. Sonrasında Mihrimah Sultan gibi Osmanlı hanım sultanları bunların bakımını yapmıştır.

850’li yıllarda Fes şehrinde yaşayan Fatıma el-Fihri, eşi ve babasından kalan mirasla dünyanın ilk üniversitesini yaptırmıştır. Bugün hâlâ aktif olan bu üniversite (Karaviyyin Üniversitesi), muhteşem bir mimariye sahiptir.

Kadın âlimler, Efendimiz döneminden itibaren tıp alanında da kendilerini göstermeye başlamışlardı. Savaşta yaralananları tedavi etmede büyük rol oynayan sahabe kadınlardan Rufeyde bint Sa’d, Umm İmara el-İslamî, Nuseybe bint Haris el-Ensarî ve Leyla el-Şifa gibi isimler İslam dünyasının ilk hemşireleri sayılabilirler. Bu dönemde kadın tıp bilim insanı El-Şifa, karınca ısırıklarına karşı bir tedavi keşfetmiştir. Efendimiz bunu duyduğunda çok sevinmiş, el-Şifa’dan bunu diğer kadınlara da öğretmesini istemiştir. Bunun sonrasında ise İslam dünyasında özellikle tıp ve şifalı bitkiler alanında kadınlar daima ön planda tedavi edici hekim olmuşlardır. Ünlü Türk hekimi Sabuncuoğlu Şerafeddin, XV. yüzyıla tarihlenen ünlü eseri Cerrahiyyetu’l-Haniyye’de kullandığı çok sayıda minyatürde kadın cerrah resimlerine yer vermiştir. Çünkü o dönemde Avrupa’nın tam aksine kadınlar tıp alanında oldukça aktif olmalarının yanı sıra cerrahi alanda da çığır açmaktaydılar.

Tıp alanında en büyük örneklerden biri de Tunuslu Türk hanım Azize Osmana’dır. Azize Osmana, küçüklük yaşlarından itibaren oldukça iyi bir eğitim alır, hadis ve fıkıh bilginidir. Hacca gidip geldikten sonra tüm köleleri azat eder ve yaşadığı yerde herkesin bunu yapması için çaba gösterir. 1662 yılında hâlen kendi ismiyle anılan bir vakıf kurar ve bu vakfın içerisine bir tıp fakültesi açar. Son derece zengin olan Azize Osmana, varlığının üçte birini bu vakfa harcar. 41 bölümden oluşan tıp fakültesindeki akıl hastanesinde hâlâ her gün iki saat ud, rebap ve saz heyeti tarafından fasıl verilir. Müzikle ruh tedavisi hâlen devam eder.

Muhtaç hastaların ücretsiz tedavi oldukları bir hastanenin vakfiyesine Azize Osmana bir madde koydurur. Vakfiyenın 8. maddesinde hasta hastaneye girerken tüm elbiselerini çıkartıp hastanede dezenfekte edilmiş yeni kıyafetler giymek zorundadır. Sonrasında hasta şifa bulur ve hastaneden çıkarken yine kendi kıyafetleriyle çıkabilmektedir.

Azize Osmana 1669 yılında ölür ve her gün mezarına taze gül, menekşe ve yasemin çiçeklerinin konulmasını vasiyet eder. Bugün hâlâ bu çiçekler mezarına konulmaya devam ettiği gibi tamamen ücretsiz olan vakfı da hizmetine devam etmektedir. Ancak gerek Azize Osmana’nın gerekse kurduğu tıp fakültesinin dünya tıbbına bir hediyesi vardır; Fransız bakteriyoloji âlimi Chars Nikol bu hastanede eski elbiselerin tamamen dışarıda bırakılarak sıcak suda dezenfekte edilmiş yeni elbiselerin giyilmesini ve gün aşırı bu uygulamaya devam edilmesini uzun uzun araştırır. Nihayet tifüsün insandan insana vücut bitinden geçtiğini ispatlayarak 1928 yılında Nobel Tıp Ödülü alır. Esasında bu ödülü hak eden Nikol değil Azize Osmana’dır ve o, görüldüğü üzere yalnız hayırsever bir kadın değil döneminin tıp âlimelerinden biridir.

Editör: Ömer Ceylan