a) Valilik ve Vilayetlerin İdaresi
İslâmiyet Medine dışına yayılmaya başlayınca Hz. Peygamber, Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerine, şehirlere ve bazı kabilelere valiler tayin etmiştir. Kaynaklarda bunlara “emîr” ve “âmil” de denilmektedir. Ayrıca valilerin dışında zekat tahsildarları da görevlendirmiştir. Bunlara âmil denilmektedir. Âmiller zekat tahsil ettikleri gibi ganimet ve cizye gibi devlet gelirlerinin tahsili ile de ilgilenirlerdi. Hz. Peygamber herhangi bir sebeple Medine dışına çıktığı zaman yerine vekil bırakırdı. Ordunun veya küçük askerî birliklerin başında kendisi sefere çıkamadığı zaman sahâbîlerden birini komutan tayin ederdi.
Hz. Peygamber memurlarını tayin ederken atandıkları göreve ehil kimseler olmalarına önem verirdi. Eski idareciler Müslüman olduklarında, onları kendi valisi olarak genellikle görevinde bırakırdı. Fakat yeni valiler de tayin ederdi. Kabilelere genellikle kendileri arasından zekat memuru tayin ederdi. Valilerin görevleri, bulundukları yerde Hz. Peygamber’i temsil etmek, davalara bakmak, adaleti uygulamak, emniyet ve asayişi sağlamak, çekişmeleri önlemek, namaz kıldırmak, idarî işlere bakmak, İslâm’ın yayılmasına çalışmak, bazen de zekat toplamak... gibi hususlardı. Nitekim merkezden vergi tahsildarı gönderilmediği durumlarda vali vergileri toplar, bu maksatla memurlar tayin ederdi.
Hz. Peygamber’in vali tayin ettiği bölge ve şehirlerle, tayin edilen valiler şunlardır:
Yemen: Hz. Peygamber, Sâsânîlerin Yemen valisi Bâzân’ı İslâmiyeti kabul etmesi üzerine görevinde bırakmıştır. Bâzân’ın vefatı üzerine Yemen’deki her bölgeye yönetici tayin etmiştir. Bâzân’ın oğlu Şehr’i onun yerine, Amir b. Şehr’i kendi kabilesi Hemdân’a atamıştır. Zebîd, Aden ve Yemen’in sahil bölgesine Ebû Musa el-Eş’arî’yi; Cened’e Muaz b. Cebel’i; Hadramut’a Ziyâd b. Lebîd el-Ensârî’yi tayin etmiştir. Şehr b. Bâzân, Hz. Peygamber’in hastalığı esnasında Yemen’deki irtidat hareketi esnasında Esved el-Ansî tarafından öldürülmüştür.
Bahreyn: Hz. Peygamber İslâm’ı tebliğ etmek, zekat ve cizye toplamak üzere 8/630 yılında Alâ b. Hadramî’yi Bahreyn’e gönderdi. Alâ, Hz. Peygamber’in mektubunu Münzir b. Sâvâ’ya verdi. Münzir, Hz. Peygamber’le birkaç defa mektuplaştıktan sonra Müslüman oldu. Hz. Peygamber Alâ b. Hadramî’yi Bahreyn’e vali tayin etti. Bazı kaynaklarda Alâ’nın, bu görevi Hz. Peygamber’in hayatı boyunca sürdürdüğü zikredilir. Diğer bazı kaynaklarda ise, daha sonra onun yerine Ebân b. Saîd’in tayin edildiği kaydedilir.
Umman: Hz. Peygamber, Amr b. As’ı İslâm’ı tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere Umman’a gönderdi Hz. Peygamber vefat ettiği sırada Amr b. As orada vali olarak bulunuyordu.
Mekke: Hz. Peygamber, Mekke’nin Fethi’nde Müslüman olan Ümeyyeoğullarından Attâb b. Esîd’i buraya vali olarak atamıştır. Kendisine günlük bir dirhem de ücret tahsis etmiştir. Attâb bu göreve getirildiği sırada yirmi yaşlarındaydı. Muaz b. Cebel’i de Kur’an, sünnet ve fıkıh öğretmek üzere Attâb’ın yanında bırakmıştır.8
Taif: Hz. Peygamber, Sakîf kabilesinin İslâm’a girişini arzetmek üzere Medine’ye gelen heyet üyeleri arasında bulunan Osman b. Ebü’l-As’ı Taif’e vali tayin etmiştir. Heyetin en genç üyesi olan bu şahıs, heyetin Medine’de bulunduğu sırada Hz. Ebû Bekir’in dikkatini çekmiş; “Ben bu genci liyakatlı olarak görüyorum. Kur’an’ı diğerlerinden fazla ezberledi. Dinin esaslarını yaşamada heyecanlı ve samimidir” diyerek Hz. Peygamber’e övmüştür. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu Taif’e vali tayin etmiştir. Hz. Ebû Bekir döneminde de Taif valiliğini sürdüren Osman b. Ebü‘l–As’ı Hz. Ömer Umman ve Bahreyn valiliğine atamıştır.
Necran: Hz. Peygamber Necran’daki Hâris b. Ka’boğullarına Amr b. Hazm’ı vali tayin etmiş ve kendisine orada yapacağı işleri de belirten bir talimatnâme vermiştir. Amr b. Hazm Hz. Peygamber’in vefatı esnasında Necran’da bulunuyordu.
Hz. Peygamber, bu geniş idârî ve mâlî yetkilerle donatılmış valilerin dışında çeşitli bölgelere ve kabilelere vergi memurları, zekat tahsildarları tayin etmiştir. Zekatın farz kılınışını takip eden yıllarda zengin Müslümanlar zekatlarını bizzat getirip Hz. Peygamber’e teslim ediyorlardı. Ancak İslâmiyet Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerine ve Medine’ye uzak yerlere yayılınca zekatları toplamak için memurlar tayin edilmiştir. Bazı zekat memurları ve tayin edildikleri yerler şunlardır: Adiy b. Hâtim: Tay ve Esed kabilelerine; Mâlik b. Nüveyre, Temîm’in Benî Hanzala koluna; Kudâî b. Âmir ed-Düelî ve Sinân b. Ebû Sinân, Esed kabilesine; Abdullah b. Ebû Revâha ve Sevâd b. Gaziyye el-Belevî, Hayber’e; Ziyâd el-Bâhilî, Bâhile kabilesine; Sa’d ed-Devsî, Devs kabilesine; İmriü’l-Kays b. Asbağ, Kelb kabilesine; Zibrikân b. Bedr, Sa’doğullarına; Amr b. Saîd, Teymâ’ya; Uyeyne b. Hısn, Fezâreoğullarına; Ebû Süfyan, Necran’a; Ya’lâ b. Ümeyye, Cened’e; Velîd b. Ukbe, Mustalikoğullarına...
Valilerin maaşları daima merkez tarafından tespit edilmiş; onların vilayet gelirlerinden istedikleri kadar maaş almalarına müsade edilmemiştir. Hz. Peygamber, valileri doğrudan kendisi tayin ettiği gibi, aynı zamanda onları denetlerdi.9
b) Hac Emîrliği
Bu görev Mekke’nin Fethi’nden sonra ihdas edilmiştir. Mekke’nin fethedildiği yılda Hz. Peygamber’in özel olarak hac emîri tayin etmediği, bu görevi Mekke Valisi Attâb b. Esîd’in yerine getirdiği görülmektedir. 9/631 yılına gelindiğinde, haccın farz kılınması üzerine Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir’i hac emîri tayin ederek 300 kişilik bir kafilenin başında Mekke’ye gönderdi. Ertesi yıl, yani 10/632 yılında Hz. Peygamber bizzat haccetti. Hz. Peygamber’in vefatından sonra hac farîzasının emniyet içinde yerine getirilebilmesi işini halifeler üstlenmişlerdir. Halifeler bu görevi ya bizzat kendileri yürütmüşler, kendileri hacca gidemedikleri zaman ise güvendikleri bir şahsı hac emîri tayin etmişlerdir.10
c) Elçilik
Hz. Peygamber’in çevre ülkelerin hükümdarlarına ve bazı kabilelere elçiler göndermesinin başlangıcı Medine döneminin ilk yıllarına dayanır. Mekke müşrikleri, daha önce Habeşistan’a hicret etmiş olan Müslümanların kendilerine teslim edilmesi için Necâşî’ye elçilik heyeti göndermişlerdi. Hz. Peygamber onların planını sonuçsuz bırakmak ve hükümdarın muhacirler lehine hüküm vermesini sağlamak için o sırada henüz Müslüman olmamış bulunan Amr b. Ümeyye edDamrî’yi Habeşistan hükümdarı Necâşî’ye göndermiştir. Bu olay Bedir Gazvesi’nden kısa bir süre sonra gerçekleşmiştir. Bu durum, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in görevli tayin etmede göz önünde bulundurduğu temel ilkenin ehliyet olduğunu bir kere daha ortaya koymaktadır.
Daha önce gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber 6/628 yılında gerçekleşen Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra o dönemin nüfuzlu hükümdarlarından altısına elçiler ve İslâm’a davet mektupları göndermiştir. O, elçilerini sahâbîlerin en liyakatlı ve muktedir olanları arasından seçerdi. Elçilerde ahlâk, yüz güzelliği, hitabet, ikna kabiliyeti, dürüstlük, bilgi vs. gibi hasletleri arardı. Siyâsî görevle gönderdiği elçiler arasında henüz Müslüman olmayan da vardı. Mesela Amr b. Ümeyye ed-Damrî biraz önce bahsettiğimiz göreve gönderildiğinde henüz İslâm’ı kabul etmemişti. Hz. Peygamber, Suriye, Irak ve Habeşistan’a elçi gönderirken daha önce o bölgelere gitmiş olanları tercih ederdi. Elçilerin, gönderildikleri ülkelerin dilini bilmelerine özen gösterirdi. Dinî vazife ile gönderilen elçilerin hepsi de İslâmî konulara vâkıf ve dinî hükümleri titizlikle yerine getiren sahâbîlerdi.11
d) Kâtiplik
Hz. Peygamber ümmî olduğundan, nâzil olan Kur’an ayetlerini yazıya geçirmek; özellikle Medine döneminde komşu devletlerin hükümdarlarına ve diğer kabile başkanlarına mektup yazmak ve Arap kabileleriyle yapılan antlaşmaları kaleme almak için sahâbîlerden yazı bilenleri kâtip olarak vazifelendiriyordu.
Kaynaklarımız genellikle Hz. Peygamber’in vahiy, mektup ve antlaşma yazan kâtiplerinin isimlerini herhangi bir tasnife tabi tutmadan karma olarak vermektedirler. Bunun yanında vahiy kâtipleri ile sair işlerde kâtiplik yapanları ayrı ayrı zikredenler de vardır. Hz. Peygamber’in kâtiplerinin sayısı hakkında çeşitli görüşler vardır. Bunların sayısını on ile sınırlandıranlar bulunduğu gibi, otuzdan fazla olduğunu ve hatta kırk üçe ulaştığını söyleyenler de vardır ki bunların isimlerini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Hz. Osman, Hz. Ali, Übey b. Ka’b, Zeyd b. Sâbit, Hâlid b. Saîd, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in en meşhur kâtipleridir.12
e) Adlî İşler
Medine Vesikası, antlaşmaya dahil grupların siyâsî, askerî ve mâlî hususlarda takip edecekleri hareket tarzını tespit ve tanzim ediyordu Bu vesîka ayrıca adlî alanda da çok başarılı bir yenilik sayılır. Fertlerin ve hatta kabilelerin kendi haklarını kendilerinin koruması usulünü kaldırmıştır. Hükümleri infaz etmek üzere merkezî otorite yetkili kılınmıştır. Allah ve Resûlü, diğer bir deyişle Kur’an ve Hadis, her ikisi birden yüksek hakemler olarak kabul edilmiştir.
Her türlü dava ve ihtilaflar Hz. Peygamber tarafından çözüme kavuşturuluyordu. O, gerek hukûkî ve gerekse cezâî davaları Kur’an hükümleri çerçevesinde çözüyor, Kur’an’da bulunmayan hususlar için de hükümler koyuyordu. Hz. Peygamber’e gelen hırsızlık, zina, sarhoşluk, adam öldürme, yaralama vb. olaylarda suçlulara Kur’an’ın tespit ettiği cezalar uygulanıyordu. Bu arada davaları karara bağlarken, gelecek yüzyıllarda uygulanacak muhâkeme usulü hakkında prensipler ortaya koyuyordu.
Ceza davalarının yanında Hz. Peygamber’e hukuk davaları da getiriliyordu. Ona gelen bu tür davalar arasında miras ihtilafları, toprak meseleleri, su kuyusu mülkiyeti davaları, su hakkı ihtilafları, neseb, borç vs. gibi davalar bulunuyordu.
Hz. Peygamber’in hayatında vuku bulan ve kendisinin hüküm verdiği olaylara dair İslâm tarihinde müstakil eserler bile kaleme alınmıştır. İbn Tallâ el-Endelüsî(ö. 497/1104)’nin Kitâbu Akdiyeti’rResûl adlı eseri bunlardan biridir. Bazı siyer kitaplarında (meselâ Şâmî’nin Sîresi’nde) Hz. Peygamber’in hükümlerinde, fetvalarında izlediği hareket tarzına dair özel kısımlar ayrılmıştır.
Hz. Peygamber’in görevlendirdiği valiler görev yaptıkları bölgelerde bazen kazâî işleri de yürütüyorlardı. Hz Peygamber vilayetlerde kazâî işlere bakmak üzere özel olarak bazı sahâbîleri de görevlendirmiştir. Hatta Medine’de davaların çoğalması sebebiyle, önceden hâkim sıfatıyla yürütmekte olduğu görevlerden bir kısmını sahâbîlerine devretmiştir. Kendisi de temyiz yetkisini kullanmıştır. İki kardeşe ait arazi parçası üzerine yapılan bir evin kime ait olduğu hususunda varisler, ihtilafa düşerler. Meselenin halli için Hz. Peygamber’e başvururlar. O da davaya bakmak için Huzeyfe b. Yemân’ı görevlendirir. Huzeyfe bizzat evin yanına giderek keşif ve incelemelerde bulunur. Şahitleri ve bilirkişileri dinler. Sonunda verdiği kararı Peygamber’e bildirir. O da Huzeyfe’nin verdiği kararı onaylar.
Hz. Peygamber hâkimliğe, hukûkî konuları iyi bilen, hasım tarafların delillerini ve hilelerini en güçlü bir şekilde kavrama kabiliyetine sahip olan sahâbîleri tayin ederdi. Tayin ettiği kadılarda yaşı büyük olma şartı aramazdı. Meselâ Hz. Ali ile Muaz b. Cebel’in, kadı tayin edildiklerinde yaşları yirmi beş civarında idi. Zeyd b. Sâbit’in yaşı ise daha küçüktü. Hz. Peygamber’in zamanında Hz. Ömer, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Abdullah b. Mes’ud, Übey b. Ka’b, Zeyd b. Sâbit, Ebû Musa el-Eş’arî, Ukbe b. Âmir, Huzeyfe b. Yemân kadılık yapmışlardır. Hz. Peygamber tarafından sırf adlî görevle tayin edilen ilk kadı Hz. Ali’dir. O, bu görevle Yemen’in Necran bölgesine gönderilmiştir. Hz. Peygamber Hz. Ali’den, davalı ve davacının her ikisini de dinlemedikçe hüküm vermemesini istemiştir. Muaz b. Cebel’i de Kur’an ve İslâm esaslarını öğretmek ve yargı görevini yürütmek üzere Yemen (Cened)’e göndermiştir. Hz. Peygamber’in, Hz. Ömer’e kendi huzurunda hüküm verdirdiği de olmuştur. İslâm’dan önce fertler ve kabileler arasında cezaların tatbikinde farklı muamele yapılırken, İslâm’da nesil, soy ve bölge ayırımı yapılmaksızın adalet önünde herkese eşit haklar tanınmıştır.
Hz. Peygamber zamanında adlî duruşmaların yapıldığı muayyen bir bina, duruşmanın günü ve saati yoktu. O, camide, pazarda, evde, tarafları kabul ediyor ve hemen davaya bakıyordu. Bunun yanında, Mescid-i Nebevî’nin bir köşesinin duruşma salonu olarak kullanıldığı da söylenmektedir. Hz. Peygamber, Medine ve çevresinin adlî işlerini yürütmekle beraber, Arap Yarımadası’nın her tarafından kendisine davalar getiriliyordu.
İslâm devletinde gayri müslim tebaa dinî, hukûkî ve adlî muhtariyete sahiptir. Kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına tabi olarak yaşarlar. Buna rağmen, Hz. Peygamber’e davalarını getirdiklerinde, kendi kanunlarını tatbik ediyordu. Zimmîlerle Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda İslâm mahkemeleri yetkili idi.
Safvân b. Muattal, hakkında söylediği bir hiciv dolayısıyla Hassân b. Sâbit’i kılıçla yaralar. Olay Hz. Peygamber’e intikal eder. O, her ikisini de huzuruna çağırır ve ifadelerini alır. Tahrikinden dolayı Hassân b. Sâbit’i kınar. Fakat suç sabit olduğu için Safvân’ın tutuklanmasını; şayet Hassan aldığı yaradan dolayı ölürse ona kısas uygulanmasını emreder. Bundan sonra araya Sa’d b. Ubâde girerek “Resûlüllah’ın affı daha çok sevdiğini; ancak aralarında adaletle hükmettiğini” söyledi. Hassân b. Sâbit’i ve akrabalarını ikna ederek davadan vazgeçmelerini sağladı. Bunlar Hz. Peygamber’e gelerek davadan vazgeçtiklerini bildirdiler. Safvân b. Muattal serbest bırakıldı. Hz. Peygamber bu gelişmeden çok memnun oldu ve Hassân b. Sâbit’e bir Beyraha malikanesini bağışladı. Ayrıca Mısır’dan Mukavkıs’ın kendisine hediye ettiği iki kardeş câriyeden biri olan Sîrîn’i verdi. Sa’d b. Ubâde de bir bahçe bağışladı.13
f) Askerî Teşkilat
Hz. Peygamber, savunma ve gerektiğinde İslâm davetinin önündeki engelleri kaldırmak için ordusunun başına geçerek savaş meydanlarında kahramanca çarpışmıştır. Onun sağlığında özel olarak, devamlı ve muvazzaf bir ordu mevcut değildi. İç güvenliği sağlamak için polis teşkilatı da yoktu. Eli silah tutan her Müslüman, dinin hizmetinde, askerlik görevi ile mükellefti. Bir sefer tertiplemek veya bir saldırıya karşı koymak gerektiğinde Hz. Peygamber gönüllüleri çağırır, bir kayıt defteri açılır ve her aday buraya adını kaydettirirdi. Tespit edilen günde, gönüllüler, silahları, binekleri, sefer azıkları... ile şehir dışında bir karargâhta toplanırlardı. Hz. Peygamber oraya gelir, askerleri teftiş ederdi. Her sefer için gerekli asker sayısını kendisi kararlaştırırdı. Kendi imkanlarıyla kendini techiz edemeyenleri devlet bütçesinden donatırdı. Asker toplama işi kabile başkanları vasıtasıyla yapılırdı. Hemen her seferde, gideceği bölgeye orduyu en kısa ve emniyetli yoldan ulaştıracak bir kılavuz araştırır, uygun kişiyi bulduğunda kılavuz tayin eder, onun rehberliğinde hareket ederdi.
Sefere çıkacak bir ordunun kumandanını Hz. Peygamber tayin ederdi. Şayet bizzat sefere çıkmışsa, kendisine bağlı komutanları tayin ederdi. Ordu klasik şekilde öncü, ardcı, sağ kanat, sol kanat ve merkez olmak üzere beş kısma ayrılıyordu.
Askerî birlik ve kıtaların toparlanması ve teşkili genellikle kabilelere bırakılırdı. Şayet bazı kabilelerden gelenler çok az ise, bunlar diğerleriyle birleştirilirdi. Sefere çıkan ordu içinde, kesin çizgiler olmamakla birlikte, çeşitli komuta kademeleri vardı.
Ordunun karargâhı, nöbetçiler vasıtasıyla gece-gündüz korunurdu. Esirler sorguya çekilerek veya ileri keşif kolları gönderilerek sefere çıkılmadan önce düşmanın durumu hakkında bilgi toplanırdı. Keşif birlikleri vasıtasıyla düşmanın izini sürme, pusu kurma ve casusluk gibi savaş taktikleri biliniyordu. Hz. Peygamber bilgi toplamak için casus kullandığı gibi, düşman casuslarına karşı da gerekli tedbirleri alıyordu. Üsâme b. Zeyd’i Suriye’ye sevkederken ondan kılavuzlar kiralamasını, önden casuslar ve gözcüler sevketmesini istemiştir.14 Düşmanın kan dökülmeksizin boyun eğmesi için, gerekli tedbirlere başvuruyordu.
Hz. Peygamber, düşmanı şaşırtma metotlarını uygulardı. Medine’den ayrılmadan önce asıl gayesinden başka bir amacı varmış gibi bir şâyia yaydırırdı. Başlangıçta, asıl hedefinden başka bir istikamette yürürdü. Sonra bir dönüş yaparak yolunu değiştirirdi. Tahmini mümkün olmayan tenha yolları seçerdi. Tebük Seferi hariç, asıl hedefini genellikle gizli tutmuştur.
Hz. Peygamber, hicret yürüyüşü de dahil, katıldığı savaşlarda ve gönderdiği seriyyelerde bayrak (livâ) ve sancak (râye) kullanmıştır. Her zaman savaştan önce düşmanı yeniden ve bir kere daha İslâm’a davet ederdi. Şayet kendisi sefere çıkmıyorsa, gönderdiği komutanlara bu kurala uymaları için kesin talimat verirdi. Savaş genellikle mübâreze (teke tek dövüşme) şeklinde başlardı.
Hz. Peygamber, rüzgarın ve güneşin, savaşan askerler üzerindeki tesirlerini biliyordu. O dönemde savaşlar -Hendek, Taif ve Hayber kuşatmaları hariç- , genellikle yarım gün sürmüştür. Hz. Peygamber, savaş esnasında güneşin Müslüman askerlerin gözünü rahatsız etmemesi için, ordusunu ona göre mevzilendiriyordu. Düşmana karşı arazi üstünlüğünü sağlayabilmek için uygun bölgeyi seçiyordu.
Savaşlarda koruyucu silah olarak zırh, kalkan ve miğfer; yaralayıcı ve öldürücü silah olarak da kılıç, ok, yay, mızrak ve kargı; yardımcı silah olarak mancınık ve debbâbe; binek hayvanı olarak daha ziyade at ve deve kullanılıyordu. Askerlerin silah arkadaşlarını düşmandan ayırabilmesi için her seferde ayrı olmak üzere bir parola (şiâr) seçiliyordu. O dönemde henüz üniforma mevcut değildi.
Şüphesiz düşmanın canına ve malına zarar verme, savaşta tabiî bir durumdur. Düşman öldürülebilir, esir edilebilir. Fakat insan haysiyetine yakışmayan hareketler ve ölülere işkence yapmak, Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Ölülerin, canlı varlıkların yakılması gibi davranışlara müsade edilmemiştir. İnsanın sağ iken veya öldükten sonra bir organının kesilmesi (müsle) yasaklanmıştır. Çünkü bu tür bir uygulama, insan onuruna yakışmayan, sadece kin ve nefreti artıran bir davranıştır. Bazı azılı düşmanlarına müsle yapmasını isteyenlere Hz. Muhammed (s.a.s.) “Ben ona müsle yapmam. Peygamber bile olsam Allah da beni aynı şekilde cezalandırır” demiştir15 Hz. Peygamber gönderdiği askerî birliklere, insanlara sağ iken de öldükten sonra da işkence yapmalarını yasaklamıştır.16
Düşman tarafta savaşan erkekler dışında kalan sivillerin, yani çocukların, yaşlıların, din adamlarının, işçilerin, hizmetçilerin, sakatların, kadınların ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer kimselerin, savaşa iştirak etmedikleri müddetçe öldürülmeleri yasaklanmıştır. Savaş esirlerine, öldürülme, fidye karşılığı veya mübadele, yani Müslüman esirlere karşılık serbest bırakma, şartlı serbest bırakma, köleleştirme ve karşılıksız serbest bırakma (ki Hz. Peygamber döneminde en fazla uygulanan usul budur) gibi muameleler yapılırdı. Hz. Peygamber esirlere iyi davranılmasını istemiş, onlara eziyet ve işkence yapılmasını yasaklamıştır. Kendisinden bilgi almak için bile olsa esire baskı yapılmasının uygun olmadığına işaret etmiştir.17
KAYNAKÇA:
8. İbn Hişâm, II, 500.
9. İbn Hişâm, II, 600.
10. Taberî, III, 122.
11. İbn Hişâm, II, 606-608; İbn Hadîde, I-II, 143-428; (Bu eserde Hz. Peygamber’in kırk sekiz elçisinin biyoğrafisi ve mektuplarla ilgili geniş bilgiler yer almaktadır).
12. Cehşiyârî, Kitâbü’l-Vüzerâ’ ve’l-Küttâb, tah. Mustafa es-Sakkâ’ ve dğr. Kahire 1980, s. 12-14; İbn Hudeyde, el-Misbâhu’l-Mudî, s. 21-142; Mustafa A’zamî, Asr-ı Saadette Yazı ve Vahiy Katipleri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, I, 368-462.
13. Vâkıdî, II, 436-438; İbn Hişâm, II, 305-306; Hz. Peygamber döneminde adlî teşkilat için bk. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 970-994; Fahrettin Atar, “Asr-ı Saadette Adliye Teşkilatı”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, III, s. 105 vd.
14. Makrîzî, s. 536.
15. Vâkıdî, II, 570.
16. Vâkıdî, I, 107.
17. Hz. Peygamber’in askerî yönüyle ilgili olarak bk. Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 227-290; Mahmud Şît Hattâb, Komutan Peygamber, çev. Ahmet Ağırakça, İstanbul 1988; Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi (et-Terâtîbu’l-İdâriyye), çev. Ahmet Özel, I-III, İstanbul 1990; Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 881-994.
Next





