Emin GÜRDAMUR

Yeşilçam filmlerini hepimiz hatırlarız. O filmlerde konular değişir, oyuncular değişir, sonlar değişir ama gerçekte toplumsal alanda daima saygın bir konuma sahip olan dindar insan tipine ve hocalara verilen roller değişmezdi. Tek kanallı televizyonlarını açıp birazcık gülmek, eğlenmek, başka hayatların hikâyesini seyretmek isteyen Anadolu insanı,  kendi değerlerine karşı sergilenen bu itibarsızlaştırmalar karşısında içten içe burukluk yaşardı. Öte yandan dinin ve dindarların tarihsel bir zemine dayalı imajlarına yönelik bu acımasız gözden düşürme gayretleri, nice genç dimağı kendi medeniyetine, kültürel köklerine karşı ön yargılı hâle getirmişti. Bu açıdan Yeşilçam’ın günahı büyüktür. Ama bu yazımızın konusu Yeşilçam filmleri veya sinemada ötekileştirilen dindarlar değil, o filmlerin de ortaya çıkmasına zemin hazırlayan tarihsel kırılma ve bu kırılmanın ilk örneklerini teşkil eden edebî metinler. Bir ucu Tanzimat’a uzayan Batılılaşma krizi, beyaz perdeden çok daha önce Türk edebiyatını ötekileştirici tohumlarla zehirlemişti.

Edebiyat, tarih boyunca insanların sevinçlerine, acılarına, kaygılarına, ideallerine tercüman olmuş; bir halkı bazen destanlarla düşman karşısında derleyip toplamış bazen masallarla derinden derine akraba kılmış bazen türkülerle teselli etmiş bazen mesnevilerle olgunlaştırmıştır. Kadim zamanlardan elimize ulaşan yazılı ve sözlü anlatıların hemen hepsinin edebî bir forma sahip olması, dille güzelleştirilen “anlam”ın daha etkili ve uzun ömürlü olduğunun kanıtıdır.

Şüphesiz ki on dokuzuncu yüzyılın en büyük kitlesel keşfi romandır. Her ne kadar romanın başlangıcı Don Kişot’un yayımlanmasına (1605) dayandırılsa da modern roman sanatı, on dokuzuncu yüzyılda kanatlarını ardına kadar açmış; Fransa’da Standhal, Balzac; Almanya’da Herman Hesse, Hofmann, Thomas Mann; İngiltere’de Charles Dickens, Jane Austen; Rusya’da Dostoyevski, Tolstoy gibi isimler ortaya çıkarmıştır.

Osmanlılar da dünya edebiyatıyla bu yüzyılda tanışacak, düşüşe geçen bir imparatorluğun aydınları üzerinden kurulan bu temas sadece Türk edebiyatını değil, devletin kaderini değiştirecekti. Öncelikle şunu söylemekte yarar var. Osmanlıların tercümeye duyduğu ilgi, baştan beri devletin istikbaline dair endişelerden besleniyordu. 1832’de Hariciye Nezaretinin denetiminde kurulan ve Bab-ı Âlinin yabancı konsolosluklarla yazışmalarını yöneten Tercüme Odası’nın çalışanları arasında Osmanlı aydınlarını görürüz: Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Şinasi…

Osmanlılar, Batı edebiyatıyla hem ilk tercümeler hem de Avrupa’ya gönderilen öğrenciler vesilesiyle karşılaşacaktı. Aslında Osmanlı modernleşmesi, kökleri on altıncı yüzyıla kadar uzanan bir devlet projesiydi. Fakat on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Batılılaşma, devlet için bir hayat memat meselesine dönüşecek; cephelerde üst üste alınan mağlubiyetler, devlet bürokrasisini Batı hayranlığına doğru sürükleyecekti. Bu durum doğal olarak geleneksel değerler ile modern dünya arasında çatışmaya sebep olacak, yaşanan içsel gerilimler aydınların eserlerine ve niyetlerine yansıyacaktı. Kısacası Türk romanı, Batılılaşma sancıları içinde doğacaktı.

İlk taş, padişahın umut bağladığı bir gençten

Bu doğumun tipik örneği Şinasi’dir. Sultan Abdülmecit döneminde devletin Avrupa’ya gönderdiği talebelerden biri olan Şinasi, Paris’te pek çok yazar ve düşünürle dostluk kurmuştu. Ama onu zikretmemizin sebebi dünya yazarlarıyla kurduğu sıkı dostluk değil, Avrupa’dan döndükten sonra Türk edebiyatının seyrini geleneksel aksından uzaklaştırıp pozitivist bir istikamete çevirmesidir. Şinasi, kronolojik olmasa bile uyandırdığı etki bakımından edebiyatta Batılılaşma maceramızın başlangıç çizgisidir.

Onun, Şair Evlenmesi adlı tiyatro eserinde, Batılılaşan aydının sentetik kapsülden çıkışının ayak seslerini duyarız. 1860 yılında Tercüman-ı Ahval gazetesinde tefrika edilen eserde, İstanbul’un sıradan bir mahallesinde geçen hileli bir evlenme olayı işlenir. Çevrilen dolapların içinde imam da vardır. İmam, rüşvet alan bir kişi olarak resmedilir. Bu, Osmanlı edebiyatı için kırılmanın başladığı andır. Şinasi’nin eseri mizahla yer yer sevimli bir hâle getirmeye çalışması, imam figürüne yönelik cüretini örtmez. Ebullâklaka adındaki karakter, Cumhuriyet Dönemi’nde hem edebiyatta hem sinemada karşımıza çıkarılacak “olumsuz din adamı” imajının prototipidir. Şinasi’nin bu kıyıcı tavrı bize, Avrupa’dayken yakın dostluk kurduğu Ernest Renan’ı hatırlatır. Renan, “İslam’ın bilime mani olduğunu” iddia eden ve “Müslümanları İslam’dan kurtarmak gerektiğini” savunan bir oryantalistti.

Aslında Türk edebiyatı, Asya steplerinde dilden dile dolaşan kam manilerinden Altayların eteklerinde söylenen destanlara, Timurlu saraylarındaki divanlardan Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde kaleme alınan mesnevilere kadar uzanan büyük yolculuğunda din adamlarına yönelik müstehzi bir imada bulunmak şöyle dursun, en ufak bir saygısızlık göstermemiştir. Aksine din bilginlerine; yol gösterici, aksakallı, gök sakallı, bilge, derviş, ulu, ata gibi sıfatları layık görmüştür.

Ne yazık ki Tanzimat’la beraber aydınlara iyice sirayet eden Batılılaşma temayülünün, geleneksel dünyaya ait kurban etmek istediği ilk figür din adamı olacaktı. Henüz katı pozitivist görüşlerin, temel dinî fikirlere cepheden savaş açamayacağı bu geçiş döneminde din görevlilerinin hedef seçilmesi manidardır. Bu entelektüel cinayetler ilerleyen yıllarda roman, öykü ve sinema gibi sanat alanlarında insafsızca tekrar edilecekti.

Geç kalmışlık psikolojisi ve kültür çatışması

Cumhuriyet Dönemi’nde hızlı modernleşme eğilimi ve geç kalmışlık psikolojisi, kültür çatışmasına travmatik boyut katmıştır. Dönemin edebiyat kanonu, aslında çok daha anlayışla meselelere yaklaşabilecek ve toplumsal kutuplaşmaları önleyebilecekken ötekileştirici hatta âdeta şeytanlaştırıcı bir yol izlemiş; Tanzimat’ta kalkınmanın önünde engel görülen geleneksel değerleri, daha popülist bir yönelimle çağdaş yaşamın ayak bağı olarak karikatürize etmiştir. Ayrıca bu çağdaşlaşma çabaları, Türk edebiyatını uzun yıllar propaganda aracına dönüştürmüş, insanlığın evrensel sorunlarına kafiye düşecek millî bir roman geleneğinin ortaya çıkmasını geciktirmiştir.

Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye (1926) adlı romanı ile Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece’si (1928) Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatında dindarlara ve din adamlarına yönelik ötekileştirme sergileyen ilk metinler olarak karşımıza çıkar. Osmanlı’da Şinasi’nin cüretkâr rolünü devam ettiren bu romanlarda dindar tipler bağnazlık ve düzenbazlıkla itham edilir. Vermek istedikleri mesajlar bakımından birbirine yakın duran iki romanın ortak noktası, idealize edilen öğretmen figürüdür. Aslında bu normal ve anlaşılabilirdir: Savaştan çıkmış, eğitim seferberliği ilan etmiş bir ülkede öğretmen tipinin idealize edilmesi hem anlamlı hem de gereklidir. Romanların gerçeklik etkisini ve sağduyusunu sakatlayan ise güya toplumsal alanda aydınlanmanın karşısına dikilen imam tiplemeleridir. Bu tavır, tarihsel olarak da politik olarak da anlamsız, yeni toplumsal fay hatları oluşturmaktan başka işe yaramayacak çabalardı. Nitekim sonraki yıllarda Reşat Nuri de Yeşil Gece’yi kusurlu bir metin olarak değerlendirecekti. (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2015, s. 136.)

Yeşil Gece’deki Hafız Eyüp tipi ve Vurun Kahpeye romanındaki Hacı Fettah tipi ile dindar insanlar üzerinden bir genellemeye gidilmiş, dindar insanın ahlaklı ve vatansever olma hususiyeti gölgelenmişti. Tarih bir kere daha edebiyatın uzlaşı değil çatışma aracı olarak kullanılmasına şahitlik ediyordu.

Burada Halide Edip’in sonraki eserlerinde tarihe ve topluma karşı daha nesnel davrandığını, halkın saf inancına ve geleneksel değerlere karşı saygılı tutumunu teslim etmeliyiz. Belki de tam bu noktada edebiyat kanonunun gücünü ve dönemin atmosferini göstermesi bakımından Reşat Nuri’nin ünlü eseri Çalıkuşu’nun başına gelenleri hatırlamalıyız. Çalıkuşu’nda yine ideal bir öğretmen tipiyle okur karşısına çıkan Reşat Nuri, bütün çabasına rağmen gözüne girmek istediği çevrelere yaranamamış, eserinin sonraki baskılarında pozitivist düzeltmeler yapmak zorunda kalmıştır. Yakın zamanda vefat eden değerli edebiyat araştırmacısı N. Ahmet Özalp, “Edebiyatta Dirijizm: Çalıkuşu Operasyonu” başlığıyla kaleme aldığı yazısında, Çalıkuşu romanının 1928 tarihli baskısı ile bugün elimizde bulunan versiyonu arasında yaptığı karşılaştırmada, romanda dinî ve geleneksel değerlere yönelik olumlu çağrışıma sahip ifadelerin yazar tarafından sonraki baskılarda nasıl kaldırıldığını gözler önüne sermiştir. (N. Ahmet Özalp, Teknik Okumalar: Bağa Destursuz Girenler, İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2017, s. 11-32.) Daha ilginç olanı ise şudur: Reşat Nuri’nin bizzat kendisi sonraki yıllarda devletin edebiyatı güdülemesinden (dirijizm) yakınmıştır: “Bir siyasi ve sosyal inkılâp rejiminin edebiyat ve sanata uzayan dirijizmi? Ancak her yerde devletin sanattan ne isteyebileceği malûm… Mümkün olsa da keşke gölge etmese.” (Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Ankara, Varlık Yayınevi, 1953 s. 41.)

Köylerden bihaber köy romanları

1940-70 arası yıllarda, Köy Enstitüleri etrafında oluşturulan romantizmin de etkisiyle yükselişe geçen köy romanları her ne kadar “toplumcu gerçekçi” akıma sırtını dayamış olsa da büyük oranda toplumun gerçekliğini ıskalamıştır. İstisnai olayların ve tiplerin abartılıp tekrarlandığı, klişe gerilimlerin ikide bir okurun karşısına çıkartıldığı kurgularda, din ve dindarlar yine kurban olarak seçilmiştir. Cumhuriyet Dönemi köy romanları üzerinde çalışma yapan Prof. Dr. Ramazan Kaplan’ın bu konudaki ifadeleri dikkat çekicidir: “Dinin, gerçek veya gerçeğe yakın yönleriyle köy romanlarına girmiş olduğu söylenemez. Dine, din adamına veya dindar insana, dinî kavramlara hücum etme, aşağılama, kötüleme ortak bir tutum hâlindedir. Haksızlığa uğrayan roman kişilerinin dine önem vermeyen kimseler oluşu, ama haksızlığı yapanların her zaman dindar olarak gösterilmesi de dikkat çeken başka bir noktadır.” (Ramazan Kaplan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988, 142.)

Öykülerde de durum farksızdır. Kemal Bilbaşar’ın 1939 yılında Aramak dergisinde yayımladığı “Kel İmam’ın Fesleri” öyküsünde imam, kasabaya yeni gelen nahiye müdürüyle okul, nikâh ve fes gibi meseleler etrafında sürtüşme yaşayan, menfaatçi ve yeniliğe kapalı bir tip olarak resmedilir. Fahri Celal Göktulga’nın 1943 yılında yayımlanan “İstiskal” öyküsünde, din adamları istihzanın merkezine oturtulur. Şemsettin Kutlu’nun aynı yıl yayımlanan “Çoban Suyu” öyküsünde yine aynı bayat konu işlenir: Öğretmen-imam çatışması. Fakir Baykurt’un, daha sonra sinemaya uyarlanan Yılanların Öcü adlı romanı da bu acımasız geleneğe eklenir.

Anadolu insanını hem seven (bunca romanın, öykünün başka izahı olmasa gerek) hem de onun değerlerini aşağılayan bu nevrotik tutum gerçekten düşündürücüdür. Merkezin taşrayla arasındaki sevgi ve nefret ilişkisinin köklerini, onun millî romantizmi ve modernist ilerlemeciliği aynı anda benimsemiş olmasında arayan Prof. Dr. Mehmet Narlı, Türk romanında olumsuz hoca ve ağa tiplemelerini de bu paradoksal benimseyişin bir sonucu olarak görür. Merkez, kurduğu devletin tabanı olarak Anadolu’yu hem yüceltir hem değiştirmek ister. “Onu yüceltir; çünkü yeni devletin kültürel, ekonomik ve estetik enerji kaynağıdır. Değiştirmek ister; çünkü modernist karakteri ondaki her türlü muhafazakârlığa ve taassuba tahammül edemez. Psikanalitik bir yaklaşım denersek belki de onda kendi köklerini gördüğü ve bu köklerle istediği yaşama biçimine ulaşamayacağını bilinçaltında taşıdığı için ondan nefret eder. Bu çelişkiden nasıl kurtulacaktır? Soyut bir millet ve Anadolu üreterek onu yüceltecek; onun bu yüceliğini ortadan kaldıran yapıyı da bağnaz ve çıkarcı tipler üzerinden aşağılayacaktır. İşte ilk kuşak Cumhuriyet romancılarından köy romanlarına uzanan; hoca, ağa, zengin ve işbirlikçileri şeklindeki olumsuz tipler şematiğinin kaynağı budur.” (Mehmet Narlı, “Romanlar ve Taşralar: Türk Romanında Taşra Algıları Üzerine Bir Değerlendirme”, Bilig, Kış 2013, Sayı 64, s. 297.)

İlkel kabilelerde rastlanan manilerden modern dünyada ortaya çıkan roman sanatına kadar geniş bir vadide edebiyat, insana ve topluma hem ayna tutmuş hem yol göstermiştir. İnsanların duygu, düşünce ve davranışlarını etkileme konusunda bu denli güce sahip bir sanat dalının, tarih boyu muhtelif çevrelerce istismar edilmeyeceğini beklemek elbette saflık olur. Edebiyat, insandan uzaklaşıp politik amaçlara dayanak yapıldığında özgünlüğünü yitirir. Kurgu, araçsallaştığında yaralanır, irtifa kaybeder ve nihayet yere çakılır. Zaten insanları günübirlik tartışmaların, siyasi saplantıların zihinleri felç eden cereyanından koruyup kollaması gereken edebiyatın bizzat saplantı üreten bir kuluçka makinesine dönüşmesi, onun ruhuna aykırıdır.

Editör: Ömer Ceylan