Meryem DALĞIÇ    
DİB Başkanlık Vaizi

Nuh (a.s.) ile ona iman edenler kurtuluş gemisiyle selamet-i sahile ulaşmıştı. Bir çağ kapanmış, yeni bir çağ açılmıştı. İnsanlık tevhid inancıyla yeniden dirilmişti. Tufanın temizlediği yeryüzünde yeni bir hayat başlamıştı. İlahi gazaptan kurtulan, Hz. Nuh’un soyundan gelen Ad kavmi, verimli toprakları olan Ahkaf’ı yurt edinmişti. Ad milleti, kumları üst üste yığarak evler inşa etmişlerdi. O bölgeye kum yığınları anlamına gelen “Ahkaf” denilmişti. (Ahkaf, 46/21.)

Nimetlere gark olan millet: Ad kavmi

Ahkaf, Yemen ile Umman arasında bulunan bir yere verilen addı. (Ad, DİA, I. 333-334.) Yüksek tepelere kurulmuş gösterişli binaları kat kattı. Görkemli sarayları, oğulları, malları ve sürüleri vardı. Muhteşem bağları, rengârenk bahçeleri göz kamaştırırdı. (Şuara, 26/128, 132-134.) Su sarnıçları, pınarları çölde susuz kalmışlara ab-ı hayattı. Müreffeh bir hayatın sürdürüldüğü Ahkaf yurdu, “İrem” ismiyle ün salmıştı. (Fecr, 89/7-8.) Bütün güzelliği, ihtişamıyla İrem şehri yeryüzünün cenneti gibiydi. Burada yaşayan Ad kavmi, uzun boylu, güçlü kuvvetliydi. (Araf, 7/69.) Tüm bu imkânlar içerisinde kendilerine nimetler bahşeden Allah’ı unutmuşlardı. Oysa insan gafil olmamalıydı. Acizliğinin farkına varmalıydı. Alıp verdiği her nefeste, işittiği her seste, gördüğü her şeyde, tattığı her lezzette Allah’ı anmalıydı. Andıkça üzerindeki nimetler artardı. Âdemoğluna doğru yol gösterilmişti. O isterse şükreder, isterse nankörlük ederdi.  (İnsan, 76/3.) Elbette insan nimetleri Rabbinden bilirse şükrederdi. Kendinden bilirse küfre düşerdi. Ad kavmi, kullara teşekkürü Allah’a şükrü unutmuştu. Şüphesiz bu nisyan, onları kibre sevk etti. “Haksız yere büyüklük tasladılar. ‘Bizden daha güçlü kim var?’ diyerek böbürlendiler. Onları yaratan Allah’ın kendilerinden daha güçlü olduğunu düşünmezler miydi?”(Fussilet, 41/15.) Ne çabuk unutmuşlardı! Atalarının büyüklenmelerini, şirke düşmelerini ve tufanla yeryüzünden silinmelerini.

Kibirlendikçe haddi aştılar. Yaratılmışlara zulüm, Yaradan’a saygısızlık ettiler. Kendilerini dev aynasında gördüler. Mallarına, oğullarına, makamlarına, güçlerine, kuvvetlerine güvendiler. Lüks ve gösterişte aşırıya gittiler. Tüm bu nimetlerin geçici birer imtihan vesilesi olduğunu görmezden geldiler. Sımsıkı sarıldıkları dünya nimetlerinin sarhoşluğuyla şımardılar. Azgınlık ve taşkınlıkta bulundular. Büyüklendikçe haksızlık ettiler. Zayıfı, kimsesizi ezdiler. Zorbaydılar, zorbaların emrindeydiler. (Hud, 11/59.) İnsanların mallarını zorla gasbederlerdi.  Onları haksız yere döver hatta öldürürlerdi. Zulümlerini meşru gösterirlerdi. (Beyzâvî Tefsiri, II, 184.) Büyüklük tasladıkça tefekkürden uzaklaştılar. Doğru yoldan şaştılar. Her şeyin maliki olduklarını zannettiler. “Mâlikü’l-Mülk” olan Rablerinden yüz çevirdiler. Putları ilah edindiler. 

Hz. Hud’un daveti 

Eşi ve benzeri olmayan Yüce Allah, Ad kavmine, kardeşleri Hud’u (a.s.) peygamber olarak gönderdi. O, kardeşleriydi çünkü aynı kabiledendi. Ancak yaşayış tarzı aynı değildi. Temiz ve soylu bir ailedendi. Arap kavminden gelen peygamberlerin ilkiydi. (Hud,  DİA, XVIII, 279.) Hz. Hud onları tevhid inancına davet ederek şöyle dedi: “ Ey kavmim! Allah’a kulluk edin,  sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Siz sadece uydurmaktasınız.” (Hud, 11/50.) İlahi çağrı karşısında kalbi perdelenmiş kavmi, ‘Bizden ne istiyorsun? Ey Hud!’ dediler. O seçilmişti. Allah’ın elçisiydi. Niyeti belliydi. Milletini Hakk’a davet etti. Hiç karşılık bekler miydi? Hud (a.s.) hayretle, şefkatle cevap verdi: “Bunun karşılığında ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Hâlâ akletmez misiniz? (Hud, 11/51.)

Akıl, insana verilen en büyük nimettir. Doğru ve yanlış, akılla ayırt edilir. Allah’ı tanıma, vahye muhatap kılınma vesilesidir. Rabbini bilme yolculuğunda, salt akıl kâfi değildir. Peygamberlerin rehberliği, vahyin ışığı gereklidir. İlahi çağrıya uyan, tefekkür eden ve selamete eren kişi ise aklıselimdir. Yaratılmışların en şereflisi olan insandan da aklını kullanması istenilir. (Rad, 13/4; Nahl, 16/12.) Bu nimeti zayi edenler de zemmedilir. (Furkan, 25/44.) 

Hud (a.s.) sabırla, azimle tebliğine devam etti. Bu sefer de kavminin aklına hitap etti. Sahip oldukları nimetleri zikretti. Onları şükre, tefekküre davet ederek şöyle dedi: “Siz boş şeylerle uğraşarak her yüksek yere bir bina mı dikersiniz? Temelli kalacağınızı umarak mı büyük konaklar yaparsınız? Gücünüzü hep zalim zorbalar gibi mi kullanırsınız? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size veren, size sürüler, oğullar, bağlar, pınarlar ihsan eden Allah’a karşı gelmekten sakının. Doğrusu sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum.” (Şuara, 26/128-135.) 

Ad kavminin ilahi davete tavrı

Sapkın kavim, Hud’un (a.s.) ikazlarını algılayamadı. İnkârcıların ileri gelenleri ilahi çağrıya hadlerini aşarak cevap verdiler: “Biz seni kesinlikle bir akılsızlık içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz.” (Araf, 7/66.) Böyle bir söz söylenir miydi? Akılsızlık da neydi. Bu ancak ahmakların niteliğiydi. Asıl akılsızlık kendi yaptıkları değil miydi? Peygamberi akılsız ve yalancılıkla itham etmek ne büyük hadsizlikti! Hud, inkârcıların küstahlık ve ithamları karşısında şöyle dedi: “Ben akılsız değilim. Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Size öğüt veren güvenilir biriyim” (Araf, 7/67-68.) 

Müşrikler inatçıydılar. İnanmamakta kararlıydılar. Uyarılara kulak asmadılar. Umarsızca inkârlarını aşikâr kıldılar: “Sen öğüt versen de vermesen de bizce birdir. Bu, öncekilerin tuttuğu yoldan başkası değildir. Bu yüzden azaba uğratılacak da değiliz.” (Şuara, 26/136-138.) dediler. Atalarının gittiği yol doğru muydu? İnkârları, neticesinde helak edilişleri hiç unutulur muydu? Sorumsuzca yaşadıkları hayat tarzını değiştirmemek için atalarını öne sürmüşlerdi. Onları bahane etmişlerdi. 

Ad kavminin ileri gelenleri, halkın Hud’a iman etmesinden korkuyorlardı. Zira onların ilahi davete uymaları, inkârcıların kurdukları düzenin yıkılması demekti. Bu, işlerine gelmezdi. O hâlde insanları manipüle etmek için her yol denenmeliydi. Başvurdukları yollardan biri de Allah’ın elçisini itibarsızlaştırmaktı. Taptıkları putların onu çarptığını bu sebeple de delirmiş olduğunu iddia ettiler. (Hud,11/54.) Putperestler küstahlıkta zirvedeydiler. Onların bu davranışları karşısında Hud (a.s.) kendisinin hak peygamber olduğunu hatırlattı. İddialarını çürüterek onlara şöyle meydan okudu: “Haydi, hepiniz bana tuzak kurun, bana aman vermeyin!” (Hud, 11/55.) 

İnkârcı kavim şiddetle Allah’a kulluk etmekten kaçınıyordu. Yüz çevirmeleri hırçınlıklarını daha da artırdı. Felaketlerini kendileri hazırlıyordu. Cahilce Hud’a,  “Doğru söyleyenlerden ise, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir!” dediler. İnsan azabı nasıl isterdi? Azgınlıkta bu son evreydi. Güçlerine inananlar, azabın kendilerine gelmeyeceğinden emindi.(Ahkaf, 46/22.) Hz. Hud, onlara “Azabın ne zaman geleceğini Allah bilir.” (Şuara, 26/138.) dedi. Ad milletinin niyeti kesindi. İnkârlarından dönmeyeceklerdi. Bu tavra, Hud (a.s.) şöyle cevap verdi: “Üzerinize Rabbinizden bir öfke ve bir azap inmektedir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” (Araf, 7/71.) 

Beklenen akıbet: rüzgârla helak

Çok geçmeden azabın alametleri belirdi. Önce akan sular çekildi. Meşhur İrem bağları sararıp soldu. Kuraklık ortalığı kasıp kavurdu. Güçlü, kuvvetli insanlar yiyecek ekmeğe, içecek suya muhtaç oldu. Hz. Hud merhametle onlara bir kez daha davette bulundu. İşledikleri günahlar sebebiyle kavminin Allah’tan bağışlanma dilemelerini söyledi. Böyle yaparlarsa üzerlerine bolca yağmur yağacaktı. Kuvvetlerine kuvvet katacaktı. (Hud,11/52.) Lakin onlar kibirliydi. Bu çağrıya da kalpleri kilitliydi. İnatlarından vazgeçmediler. Putlarından yüz çevirmediler.

Gökyüzünü kara bulutlar kapladı. “Bu yağmur bulutudur, kuraklık sona erecek.” dediler. Sevindiler. Bulutların azabın habercisi olduğunu göremediler. O aceleyle bekledikleri can yakıcı azaptı. Allah’ın emriyle her şeyi silip süpüren rüzgârdı. (Ahkaf, 46/24-25.) Rüzgâr gittikçe şiddetlendi. Ortalığı kasıp kavuran fırtına yedi gece sekiz gün devam etti. Öyle bir kasırgaydı ki uğradığı yerde hiçbir şey bırakmadı. Her şeyi kül gibi savurup attı. (Zariyat, 51/42.) İnsanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere fırlattı. (Hakka, 69/7.) İman etmeyenlerin kökleri bir rüzgârla kesildi. Müminler ise bu gazaptan Allah’ın rahmetiyle kurtuluşa erdi. (Araf, 7/72.)  Ad milleti dehşetli bir kasırgayla helâk edildi. Böylece onlar hem dünyada hem de kıyamet gününde lanetlendi. (Hud, 11/60.) 

İnsan, Rabbini unutursa…

Ad kavmini helake sürükleyen neydi? Kendilerini sayısız nimetlerle donatan Allah’tan yüz çevirmeleriydi. O’nun emir ve yasaklarını çiğnemeleriydi. Sorumsuzca bir yaşam sürdürerek ahireti inkâr etmeleriydi. İnsanın Rabbini unutması ne büyük felaketti! Onlar Allah’ı unutmuşlardı, Allah da onları.

İnsan, Allah’ı unuttuğunda hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılır. Dünyevileşme hastalığına yakalanır. Kazanma ve daha çok biriktirme hırsına kapılır. Bütün ilişkilerini menfaate dayandırır. Fâni dünyanın nimetlerine aldanır. Aklını kullanamaz, ahmaklaşır. Aklını ilahlaştırır. Kendini kaybeder, yolunu şaşırır. Yolunu şaşıranlar ise ahirette unutulanlardır. 

İnsan, Allah’ı unutmamak için daima O’na yönelerek niyazda bulunmalıdır.

“Rabbimiz! Unutur ve hata edersek bizi sorumlu tutma!” (Bakara, 2/286.)

“Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok ki lütfu bol olan yalnız sensin.” (Âl-i İmran, 3/8.)

Editör: Mehmet Çalışkan