Hatice KAHYAOĞLU

DİB Diyanet İşleri Uzmanı

Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile “yeryüzünün halifesi” olarak görevlendirilen insanoğluna, yeryüzünün imar ve ıslah sorumluluğu verilmiştir. (Enam, 6/165.) Bu vazifesini en güzel şekilde yapabilmesi için de Cenab-ı Hak, insanı birtakım duyularla ve akıl ile donatmış, ayrıca ona kendi külli iradesinden de bir pay vermiştir. Kur’an’da yer yer göz, kulak ve kalbin birlikte anılmasının yanında kalbin akledici fonksiyonunun vurgulanması dikkat çekicidir. (Araf, 7/179; Yunus, 10/31; Nahl, 16/78.) Çünkü imanın akla, aklın iradeye, iradenin de doğru ve ilahi bilgiye ihtiyacı vardır. İnsanoğlu iradeyi doğru kullanabilme yeteneğini de ancak Allah’ı tanıyarak ve yaratılış amacını bilerek geliştirebilir. Bilginin temeli ise bilginin yegâne sahibi olan Allah’ı bilmekle başlar.

Allah’ı bilmek, O’nun isim ve sıfatlarını öğrenmekle olur. Allah’ı bilmek ve tanımak olan “marifetullah”, kelam âlimlerince de itikadın temel konusu olarak kabul edilmiştir. Hatta ehl-i sünnet uleması, “Allah’ın, kullarını, kendisini bilmek ve tanımakla mükellef tuttuğu” üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Hatta marifetullahın, O’na yakınlaşma ve en çok sevaba vesile olma konusunda da icma vardır. Nitekim Ebu Hanife’nin, “Âlemdeki varlık mucizelerini, ayetlerini gören kimse için Yaratıcı’yı tanımada özür kabul edilmez.” dediği nakledilmektedir. (Mehmet Şaşa, “İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin Marifetullah Nazariyesi”, İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 8(2), İstanbul 2017, s. 179-198.)

Kullar, Allah’ı bilmek ve tanımakla mükellef ise “İnsan O’nu nasıl tanıyacak?” sorusu ayrıca bir merak konusudur ki insanoğlu O’nu, yarattığı kâinat kitabıyla, insanlığa peygamberleri aracılığı ile gönderdiği vahiyle ve O’nu en iyi tanıyan ve dostluk makamını elde eden peygamberlerin örnekliğiyle tanır.

Konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de geçen, “Yüceler yücesi Rabbinin ismini tesbih et; O’nu her türlü kusurdan ve ortaktan uzak tut. O ki her şeyi yarattı ve onları güzel ve düzgün bir şekilde biçimlendirdi. O ki her şeye belli bir ölçü takdir etti; buna göre onlara yol gösterdi. O ki yeşillikleri, otlakları, meyve ve ekinleri çıkardı. Sonra da onları çürüyüp kararmış artıklara çevirdi.”(A’la, 87/1-5.) ayeti âdeta muhteşem bir güzellik ve derinlikle marifetullahı kalplere nakış nakış işler. Bunun gibi nice ayet, Allah Teâlâ’nın yüzlerce isim, sıfat ve fiillerinden bahseder, celal ve ikram tecellilerini insanoğluna haber verir.

Yine bu bağlamda, Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamber, O’nun eşsiz güzellikte olan 99 ismini bize haber verir ve O’nu bize tanıtır: “Allah’ın, yüzden bir eksik, doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri (öğrenip gereğiyle amel ederek) sayarsa, cennete girer.”... (Tirmizi, Deavat, 82.)

Esma hadisinde zikredilen isimler, bir bütünün parçası gibidir ve insanın zihnindeki Allah tasavvurunu tamamlayan unsurlardır. Her bir isim, bir okyanustan çıkıp bütün kâinata hayat verdikten sonra yine aynı yere dökülen sayısız ırmaklar misalidir.

Allah, âdeta bir tespihin imamesi gibi bütün ilahi isim ve sıfatları lafza-i celalinde toplar. Her bir isim “Allah” ism-i celilinin sıfatıdır ve Allah lafzının farklı yansımalarını ve boyutlarını ifade eder. Yani Allah; dünyada bütün mahlûkata merhamet ve ihsan eden Rahman’dır, Allah ahirette sadece müminlere merhamet ve ihsan edecek olan Rahim’dir, Allah esenlik sahibidir ve selâmete ulaştıran Selam’dır, Allah günahları çok bağışlayan Gaffar’dır, Allah her varlığın rızkını veren Rezzak’dır.

Cenabıhakk’ın bize tanıtıldığı “en güzel isimler” anlamındaki “esma-i hüsna”, ismin çoğulu olan “esma” ile en güzel anlamındaki “hüsna” kelimelerinden oluşan bir terkiptir ve Kur’an-ı Kerim’de dört ayette geçmektedir.

“Allah, kendisinden başka ilah yoktur; en güzel isimler O’na aittir.” (Taha, 20/8.)

“O, takdir ettiği gibi yaratan, canlıları örneği olmadan var eden, biçim ve özellik veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerdekiler ve yerdekiler hep O’nu tesbih ederler. O üstündür, hikmet sahibidir.” (Haşr, 59/24.)

“En güzel isimler Allah’ındır; bu güzel isimlerle O’na dua edin…” (Araf, 7/180.)

“İster Allah diyerek ister Rahman diyerek yakarın; hangisiyle yakarsanız olur, çünkü bütün güzel isimler O’na mahsustur.” (İsra, 17/110.)

O’nu tanımak isteyenler için bu isimlerin büyük bir önemi vardır. Çünkü insan O’nun zatını göremez, duyularıyla O’nu idrak edemez, Allah’ı ancak mahlûkat ile ilişkisi açısından tanıyabilir ki esma-i hüsna, bize hem bu ilişkiler üzerinden hem de bizzat O’nun zatına ait özelliklerinden haber verir.

İslam âlimleri, esma-i hüsna hakkında rivayet edilen hadislerde zikredilen isimleri sadece ezberlemeyi ve saymayı değil aynı zamanda kişinin ilahi isimlerin ifade ettiği anlamları benimsemesini, bu isimlerin anlamlarına uygun ahlaki özelikleri kendisinde geliştirmesini ve bunları davranışlarına yansıtmasını tavsiye ve teşvik etmektedirler.

İmam Gazali de, el-Maksadü’l-Esnâ adlı kitabında, esma-i hüsnayı sadece okumak, dinlemek ya da anlamlarını öğrenmekle yetinenlerin bu isimlerden nasibinin son derece az olduğunu ifade etmiştir. Gazali’ye göre “Müminler, bu isimlerin anlam ve içerikleriyle deruni hayatını imar etmeli ve bu isimlerde ifadesini bulan ilahi ahlak ile ahlaklanmaya gayret etmelidir.” (Gazali, el-Maksadü’l-Esnâ, s. 45.)

Bu noktadan hareketle insanoğlunun ileriye doğru bir adım atması, olgunluğa ulaşması hayatta somut bir değişim meydana getirebilmesi için Cenab-ı Hakk’ın isimlerini öğrenmesi, anlaması ve O’nu tanıması çok önemlidir. Çünkü yaratan, yaşatan, rızıklandıran yaratıcıyı tanımadan; kendini bilmek, hayatı anlamlandırmak, nereden gelip nereye gideceğinin şuuruna varmak kolay değildir. Çünkü O’nu bilmeden hiçbir şey tam anlamıyla bilinemez.

Hayatın gayesi, ilahi rızayı kazanmaktır. Bütün ibadetler ve güzel ahlak esasları insanı Allah’ın rızasına ulaştıran yollar ve vasıtalardır. İşte esma-i hüsnayı öğrenmek ve Cenab-ı Hakk’ı kemal isim ve sıfatlarıyla tanımak, insanlara bu şuuru kazandırmakla birlikte Allah sevgisinin tohumunun yüreklere atılması anlamına gelmektedir. Bir yüreğe bu tohum atılırsa orada muhabbet ağacı biter, bu ağacın meyveleri de kalpte, ruhta, davranışlarda ve hayatın her alanında kendisini gösterir.

Esma-i hüsnayı bilmek, aslında insanın kendisini de bilmesi anlamına gelmektedir. Tasavvufi bir vecize olan “Kendini bilen Rabbini bilir.” sözünün mefhum-i muhalifi olarak “Rabbini bilmeyen kendini nasıl bilebilir?” demek yanlış olmaz. Zira Rabbini bilen, tanıyan, O’nun nasıl bir ilah olduğunu, gücünü, kuvvetini, kudretini, her an hayata müdahil olduğunu bilen bir insan kendini, haddini ve kul olduğunu bilir.

Nitekim insanlık tarihi, Rabbini tanımayan insanların nasıl yoldan çıkıp azdıklarına şahit olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de bu konuya dair örnekler vardır ve Firavun bunlardan birisidir. İnsan olduğunu unutan, makamı ve servetiyle dünyaya hâkim olduğunu zanneden Firavun’un ayette geçen “Ben sizin rabbinizim!” sözü, Allah’ı tanımadığının en büyük delilidir. (Naziat, 79/24.) Çünkü Rab ancak Allah’tır.  O mahlûkatı yaratan, terbiye eden, kulları üzerinde yönetici ve otorite olandır. Bunu bilmeyen bir insan haddini aşar, ilahlığa soyunur. Her şeyi yöneteceğini, her şeye gücünün yeteceğini ve tek otorite olduğunu zanneder.

Yine Kasas suresinde bahsi geçen Karun bizlere, hazinelerinin anahtarlarını ancak güçlü bir topluluğun taşıyabildiği, zenginliğiyle mağrur bir kişi olarak anlatılır. Karun gösterişi sevmekte, kavminin arasında ihtişamla dolaşmakta ve kavminin, servetiyle böbürlenmemesi gerektiği yönündeki uyarılarına karşı kulak tıkamakta ve bu serveti kendi bilgisi sayesinde kazandığını iddia etmektedir. (Kasas, 28/76-82.) Oysa mülkün sahibi Allah’tır. Her şey onun elindedir. İnsanoğlu ise sadece emanetçidir ve sahip olduğu şeyleri Allah ona bahşetmiştir. O’nun er-Rezzak olduğunu bilmeyen, O’nu el-Muğni olarak tanımayan haddini aşar, elde ettiği servetini, geçici dünya malını kendisinin zanneder; malıyla, bilgisiyle, gücüyle şımarır durur.

Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere insanın haddini bilmesi, bencillikten uzak durması, şımarmaması, kibirlenmemesi, mütevazı olması kısacası insan olması için Rabbini ve kendini bilmeye ihtiyacı vardır.

İnsan, Allah’ı tanıdıkça O’na olan bağını daha da güçlendirir. Karşılaştığı olaylara verdiği tepkiler ve yaşadıklarına karşı gösterdiği refleksler hep bu çerçevede cereyan eder.  İnsan, Allah’ı tanıdıkça sever, sevdikçe Rabbine yaklaşır, bu yakınlığı ve sevgiyi kaybetmemeye çaba gösterir. Zira bilir ki muhabbetullahın sonunda işiten kulak, gören göz, tutan el, yürüyen ayak olma esrarı vardır. (Buhari, Rikak, 38.)

Yaratıcı ile kurduğu bu ilişkinin anahtarının esma-i hüsna olduğunu öğrenen insan, O’na ellerini açıp dua ederken de bu anahtarı kullanır ve her bir derdini, sıkıntısını, duasını işiten, kendisine şah damarından daha yakın olan Rabbiyle âdeta muhabbet edercesine  “Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbim, Ey beni en iyi işiten Semi olan Rabbim, Ey beni en iyi gören Basîr olan Rabbim…” diyerek niyazını, nazını dile getirir.

İnsanlar arası ilişkilerin sağlıklı ve güçlü olmasında da Allah’ı tanımanın ve bilmenin çok önemli bir yeri vardır. İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Yaşadığı topluluk içindeki kuralların düzenlenmesi ve ilişkilerin sağlıklı bir zemin üzerine oturtulmasında dinin insan hayatında çok önemli bir yeri vardır. Dinin kaynağı Allah’tır.  İnsanoğlu ne kadar Allah’ı tanırsa O’nun gönderdiği dini ve kurallarını da o kadar iyi anlar ve kavrar. Zira Cenab-ı Hak tanınmadan O’nun emir ve yasaklarını içselleştirmek mümkün değildir. Çünkü her bir emir ve yasak insanlığın iyiliği ve saadeti içindir. Bu bağlamda iyi bir insan olmanın, merhametli olmanın, mütevazı olmanın, yardımsever olmanın, adaletli olmanın; eline, diline, beline sahip çıkmanın, cömert olmanın, doğru ve dürüst olmanın kısacası her güzel haslette Allah’ın esması ile ahlaklanmanın bir alameti vardır ve kâmil bir insan olmaya giden yolun temeli burada atılır. Her bir ismin kendisinde, hayatında, insan ilişkilerinde tecellisini arzulayan kişi; elinden geldiğince kusurlarını azaltmaya, erdemlerini artırmaya, insanlarla kurduğu ilişkilerde adil ve ahlaklı olmaya gayret eder. Kendisine emanet olarak verilmiş bu dünya nimetlerinin kıymetini bilmeye; mahlûkatı, Yaradan’ın bir ayeti olarak görüp saygı göstermeye gayret eder.

İnsanoğlundan beklenen, Rabbinin isimleri üzerinde düşünüp her birini anlayarak ilahi ahlaktan nasibini alması ve bunu bireysel ve toplumsal yaşamına aktarmasıdır.

Editör: Ömer Ceylan