Yüceler Yücesi Rabbimiz hayrın ve şerrin, menfaatlerin ve mazarratların yaratıcısıdır. O’nun onayı olmaksızın bu kâinatta hiçbir şey vuku bulmaz. Bu hakikati sindirmek her zaman kolay olmamış, kimi insanlar yeryüzündeki kötülüklerin yaratılmasını Allah Teâlâ’ya izafe etmekte zorlanmışlar ve bu yüzden kendi vehimlerine dayanarak iyilik ve kötülük ilahlarını ayırma ihtiyacı hissetmişler. Oysa zararı da faydayı da Rabbimizin yarattığını ifade eden Dârr ve Nâfi’ isimleri Fahreddin er-Razi’nin de belirttiği gibi övgü ifade eden isimlerdir. Zira bu isimlerin içerdiği kudrete sahip bulunmayan bir varlığın kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olması mümkün değildir. (Şuarâ, 26/72-73) Mahlukat âleminde olayların meydana gelmesi sünnetullah gereği birtakım sebeplere bağlanmış olsa da sebepler ancak bir talep meydana getirir, sonucun ortaya çıkmasında hakiki müessir yine bizzat Allah Teâlâ’dır. Bunu böyle bilip inanınca sebepler zincirinin arkasındaki müsebbibi (sebeplerin sebebi olan asıl yaratıcıyı) görmek kolaylaşır. O zaman da olandaki hayra odaklanmak daha kolay olur.

Rabbimizin Rahmân ve Rahîm gibi birbirine çok yakın anlamlı isimleriyle, Kâbıd ve Bâsıt, Muhyî ve Mümît gibi karşıt anlamlı bazı isimleri Kur’an ve sünnette genellikle bir arada zikredilir.

Zarar vermek anlamındaki d-r-r kökünden türeyen Dârr ismi ile fayda ve menfaat sağlayan anlamındaki n-f-a’ kökünden türeyen Nâfi’ ismi de böyledir.

Özellikle zıt anlamlı isimlerin bu kullanım tarzı, birbirinin karşıtı veya alternatifi durumundaki varlık ve olaylardan teşekkül eden evrenin Allah Teâlâ tarafından nasıl bir düzen ve ahenk içinde yönetildiğini gösterir. Bu açıdan Allah’ın “Dârr” ismi sadece zarar veren şeklinde anlaşılmamalı, zarar verenler de dâhil olmak üzere her şeyi yaratan, evreni karşılıklı etki tepki ilişkisi içinde düzenleyip yöneten tarzında yorumlanmalıdır.

Kur’an-ı Kerim’de Dârr ve Nâfi’

Kur’an-ı Kerim’de zarar kavramının, her şeye gücü yeten Allah’ı bırakıp da fayda veya zarar vermekten âciz olan putlara tapmanın mantıksızlığını vurgulayan bir üslûp içinde kullanılmış olması, ayrıca karşıtı olan nef’ vb. kelimelerle birlikte zikredilmesi, bu kavramın mutlak mânada Allah’a nisbet edilmesinin amaçlanmadığını gösterir. Nitekim bu kavram Kur’an-ı Kerim’de sıfat sîgasıyla (dâr) Allah’a izafe edilmemiştir.

Kur’an-ı Kerim’de elliden fazla ayette hayrın da şerrin de Allah’tan olduğu vurgulanır. Bu ayetlerde işlenen ana tema, Allah’tan başka tapınılan sözde tanrıların kendilerine de başkalarına da herhangi bir fayda veya zararlarının dokunamayacağı bu nedenle de tazim, dua ve sığınmaya layık olanın sadece Allah Teâlâ olduğu gerçeğidir. (Mâide, 5/76; Feth, 48/11; Yûnus, 10/18, 107; İsrâ, 17/56; Enbiyâ, 21/66; Hacc, 22/12; Yâsîn, 36/75; Fetih, 48/11) Bazı ayetlerde kimsenin Allah’a zarar veremeyeceği vurgulanırken (Al-i İmran, 3/144, 176-177; Tevbe, 9/39; Hûd, 11/57) bazılarında da Allah Teâlâ dilemedikçe kişinin kendisine dahi fayda ya da zarar vermeye gücü yetmeyeceği bildirilir. (En’âm, 6/17; A’râf, 7/188; Yûnus, 10/49)

Bu İsimler Tecelli Ederse

İnsan davranışlarının motivasyonunu inceleyenler tüm girişimlerimizdeki en temel amacımızın zarardan korunmak ve fayda elde etmek olduğunu söylüyorlar. Bu noktada karşımıza çıkan, fayda ve zararın ne olduğunu nasıl bilebileceğimiz ve ahlaki açıdan bu konuda aklın söylediklerini nefsin kışkırtmalarından nasıl ayırabileceğimiz problemini bir tarafa bırakarak hayır ya da şer bir durumla karşılaşan, yani Rabbimizin Dârr ve Nâfi’ isimlerinden birinin tecellisi ile muhatap olan müslümanın nasıl bir tavır alması gerektiğine bakalım. Allah’tan gelen menfaat de zarar da ya bizim yaptıklarımızın neticesi olan bir kazanım veya bir imtihandır. Her iki durumda da kula düşen Allah’tan af ve yardım istemek, hatalarını gözden geçirip kendini düzeltmeye çalışmak ve yaşanan sıkıntıdan kurtulmak için gayrimeşru yollara dalmadan hak üzere sebat demek olan sabra devam etmektir. Sufiler der ki eğer insan gereği gibi sabır gösterebilirse vakti gelip de şerlerin perdesi aralandığında onun dahi mahza hayır olduğu görülür. Bu iki hâle de razı olmak büyük bir kulluk mertebesidir. Allah’tan gelene rıza göstermeyip telaşa düşmek, kalben itirazda bulunmak onlar nazarında büyük bir noksanlıktır.

Yüce Allah’ın kitabında anlattığı peygamber kıssalarında gördüğümüz üzere bazı sevdiklerine ızdırap üstüne ızdırap verir. Firavun ve Karun örneğinde gördüğümüz üzere bazı kötüleri ise her tuttuğunda muvaffak eder, gücünü ve makamını artırır. Onlar da işleri rast gittikçe şımarır, azar ve kendilerini doğru yolda sanırlar. Rabbimiz bu yolla insanları hakikatin ne olduğu konusunda imtihan eder. Ahirete hakkıyla iman eden bilir ki mümine asıl fayda sağlayan şey ahirette de faydalı olan şeydir. Bu da bazen şükretmekle bazen de sabretmekle olur. İslam’ın altı iman esasından bir tanesinin “hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak” olması Müslüman bilincini bu kuşatıcılığa yükselten, hayat olayları karşısında çökmesini engelleyen bir esastır. Varlıkta şımarmamak, yoklukta bozulmamak şeklinde tarif edilen asalet de şükür ve sabır bineklerini doğru yerlerde kullanmakla ulaşılan bir menzildir.

Bu iki ismin ahlakına bir kıvam içinde tecelli ettiği kişiler kime, ne zaman, hangi şartlar dâhilinde fayda sağlanıp sağlanmayacağını iyi bilirler. Yanlış kişiye yardım etmek, doğru kişiyi doğru yere getirmemek basiretsizliğini göstermezler. İnsanların başına geçirilip de bir başarısızlıkla karşılaştıklarında zararın veya kötü gidişatın, öncelikle kendilerinin hatalı bir tasarrufundan kaynaklandığını düşünerek bu hatayı telafi yoluna gider, değilse takdir-i ilahiye teslim olup imtihanlarını gayret ve sabırla aşmaya çalışırlar. Bir de bilirler ki bir olayın ilgili olduğu tüm taraflar için anlamı farklı farklıdır. Mesela bize şer görünen bir hasar onu onarıp ekmeğini kazanacak kişi için hayırdır. Onlar sadece kendi başlarına gelenlere değil, başkaları için hangi kapıları açtıklarına da odaklanır, hadiste geçtiği üzere “şerre kilit hayra anahtar olma”ya gayret ederler.

Editör: Yasin Kurnaz