Abdurrahman Alkan

Yahya Kemal’in “Günler kısaldı… Kanlıca’nın ihtiyarları/ Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları” sükûnetinde oturuyorlardı şadırvanda.

Bizi uzaktan görünce, yüzlerinde “Kim bunlar acaba?” tedirginliği dolaştı bir süre. Yanlarına yaklaşınca sevindiler. “Ve aleyküm selam.”  dedi içlerinden en yaşlı olanı, insanı kucaklayan bir sesle. Kaynaşma çabuk oldu. Küçük köy camiinin şadırvanında bir öğle sonu ikindi ezanını bekleyen üç beş yaşlı amcaydılar.

Yaşlılar, gençleri camide görünce neden sevinirler acaba? Belki bir imrenme… Bazısı camiye gelmeyen çocuklarını düşünür bazısı da bu mekânlardan uzakta geçen kendi gençliğini düşünüp hayıflanır belki.

Caminin etrafını usta işi bir taş duvar çevreliyor. Duvarın iç tarafına dikilen selvi kavakları uzamış ve caminin boyunu aşmış neredeyse. Ilık yaz rüzgârı, yaprakların ahenkli seslerini getiriyor şadırvana. Hafif bir musiki gibi. Yaz gibi işte; biraz savruk biraz uçarı ama daha çok geçici…

İstanbul ya da Bursa camilerinde görülen ve göklere yükselen “serin serviler” yok Anadolu’daki bu mütevazı köy camiinin bahçesinde. Onun yerine tek katlı caminin etrafını saran selvi kavakları var.

Küçüklüğümde, köy camilerinin bahçelerine neden hep selvi kavağının dikildiğini anlayamazdım. Sonra anladım ki, kavak faydalı bir ağaçtır. Gölgelik eder, korunaklık eder, fazla naz etmeden büyür, göklere ser verir ve zamanı geldiğinde kesilir; caminin ihtiyaçları karşılanır. Mesela, eskiyen halılar yenilenir ya da minarenin şerefesi onarılır. Faydalı ve mütevazı bir ağaçtır kavak.

Abdest alıp küçük camiye yöneliyoruz. Camiye girdiğimiz anda dışarının sıcağına inat bir ahşap serinliği okşuyor yüzümüzü. Bir huzur adacığı sanki. “Hayyalelfelah”ın maddi bir cilvesi gibi. Uhrevi dünyaya serin bir çağrı gibi. Dünyanın hayhuyundan çekip alan münzevi düşlere çağıran bir serinlik… “Bırak şu dünya telaşını, ruhunu yormaya değmez.” diyen bir çağrı. Uzun secdelere davet eden bir nida...

İnsan, şu küçük caminin serinliğinde kendini maneviyata verebilir. Eskimeyen ve ölmeyen kitapların dünyasında kaybolabilir. Şu caminin bitişiğinde nohut oda bakla sofa bir evim, üç beş adım bir bahçem olsun yeter, buracıkta yaşayıp ölebilirim, diyebilir.

Ses sistemine gerek duyulmayacak kadar mütevazı bir cami. Üst kat çardak. Kadınlara ayrılmış olmalı. Tahta merdivenlerden yer yer gıcırtılar geliyor. Yaz ramazanlarında kılınan tatlı teravihlerin hatıraları ve çocukların haylaz gülüşmeleri sinmiş sanki içeriye.

Hayatın hızlı akışının durduğunu, uzaklarda kaldığını hissettiren bir sükûnet var küçük camide. Yalnız bir ses var içeride; duvardaki Serkisof saatin tik takları. Bu ritmik sesler, insana zamanın adım adım yürüdüğünü hissettiriyor.  Saatin tik taklarında zaman, sanki elle tutulur gözler görülür bir hâle bürünüyor. Uzansanız dokunuvereceksiniz sanki.

Şehirde daralan ruhlarınızı dinlendirmek için tabiata kaçabilirsiniz bir hafta sonu; çoluk çocuk hep beraber ya da eş dostla belki. Çocuklar çimenlerin üzerinde top oynarken bir ağacın gölgesinde kilim üzerinde namaz kılmak güzeldir. Tabiatın zikrine dâhil olursunuz. Kuş cıvıltılarına eşlik edersiniz.  Ama köyün kiremit çatılı küçük camisine gitmek daha güzeldir. Şadırvanda oturan yaşlı amcalar sizi görünce mutlu olacaklardır. Küçük, münzevi camiyi şenlendirmiş olursunuz. Kim bilir, kıldığınız namazın üzerine bir de Hakk’tan bir pirifâni gibi duran camiyi ziyaret sevabı kazanırsınız. Bundan da önemlisi küçük caminin manevi serinliği ruhunuza iyi gelir ve sizler fani dünyanın karmaşasından bir süreliğine uzaklaşır ve uhrevileşirsiniz.

Ayrılırken kıt imkânlarını bir araya getirmekle kalmayıp bizzat inşaatında çalışarak bu şirin camiyi yaptırdıkları için köy ahalisine ve muhtemelen çevre köylerdeki camileri de yapan ustaya bir hayır dua okuyunuz. Ulaşacaktır mutlaka.

Küçük cami, ayrıldığınız zaman biraz mahzunlaşacak ama yine bir gün gelirler umuduyla münzevi sükûnetine tekrar bürünecek. Sizin de hatıralarınızda hoş bir öğle sonu kıldığınız namaz ve küçük köy camisinin kuytu serinliği kalacak.

Buna değmez mi?

"Aradığınız Kişiye Ulaşılamıyor”

Dr. Şerife Nihal Zeybek

Haberleşme araçlarındaki değişimden konuşalım biraz. İrdeleyelim bakalım neler oldu seneler içinde. Öyle çok eskilere, telgrafın tellerine, “Alo santral, bana şu numarayı bağlayın”a kadar gitmeyeceğiz. Çoğumuzun gördüğü bildiği kadarından bahsedeceğiz.

Eskiden çevirmeli telefonlar vardı, çok da eskiden bahsetmiyorum aslında. Ama bir anda ortadan kalktılar sanki. Üstüne dantel serilen, arayacağınız numaranın rakamlarını parmaklarınızı o küçük halkalara dolayarak çevirdiğiniz telefonlardan bahsediyorum. “Zıırrr” diye çalardı. Hayır hayır, şimdiki akıllı telefonda benzerinin yapılmaya çalışıldığı nostaljik zil sesi değil, baya titreye titrete “zıırrr” diye çalardı. Canın isterse açma bakalım telefonu, camları vitrinleri zangır zangır sallar hafazanallah! Hadi meşgule ver veya sesini kıs! Yoktu işte öyle lüksler. Hele ki arayanın kim olduğu tam bir sırdı. Bilmeye, tahmin etmeye imkân yok. Ta ki ahizeyi kaldırıp konuşmaya başlayana dek. Doğruya doğru pek bir heyecanlı oluyordu ama. Şimdi ne sıkıcı, arayanın ismini, numarasını görüp ona göre ses tonunu ayarlayabilir, modern hayatın dayatması olan maskelerinden uygun olanı hemencecik takabilirsin.

Günümüzde telefonlar her çeşit çalıyor. İster klasik müzik orkestrasının özel bir eseri, ister Karadeniz horonunun kıpır kıpır melodisi zil sesi olabilir. Çoğu kez başkasının telefonu çalınca anlamıyoruz; “Bu müzik de nereden geliyor ki?” diye düşünüp sağa sola bakınıyoruz. Hatta arayan kişiye özel zil sesi ayarlama imkânı da var. Böylece ekranda arayan kişinin ismini görmeden önce zil sesinden teşhis edebiliyoruz.

Ne diyorduk, çevirmeli tuşu olan telefon diyorduk. Öyle çok yaşlı da sayılmam ama yine de bizzat kullanmışlığım vardır şu an “vinteyç kafe”lerde hoş bir aksesuar olarak sergilenen, fotoğraflarda güzel bir fon olmaktan öteye gidemeyen o telefonları. İşte o telefonlarla birini aramak emek istiyordu. Nasıl mı? Öncelikle arayacağınız telefon numarasını bir deftere yazmanız gerekiyordu. Bunun için her evde sayfaları çevirmekten yıpranmış, genellikle dışı ciltli, evin demirbaşı niteliğinde bir telefon defteri olurdu. Sahi nereye gitti onlar? Umarım geri dönüşüme gitmiştir de bir işe yaramıştır.

Yakınların numarası ise ezbere bilinirdi. En az üç beş numara olurdu zihinlerde. Şimdi ise bazıları kendi telefon numarasını bile bilmiyor. Ne de olsa her şey bizden akıllı (!) olan telefonumuzda kayıtlı. Peki, bu konforun kötü yanları yok mu acaba? Uzmanlar alzheimer ve bunama vakalarındaki artışın akıllı cihazlarla daha da arttığını söylüyor. Çünkü zihnimizde kayıt tutmuyoruz, bir şeyleri hatırlamaya çalışmıyoruz, beynimize jimnastik yaptırmıyoruz. O da “İşlemeyen demir pas tutar” hesabı, pas tutmaya başlıyor.

Çok daha ilginç bir şey söyleyeyim mi? Eskiden evin orta yerinde bir adet telefon olurdu ve aradığımız kişiye ulaşırdık. Şimdi herkesin cebinde en az bir telefon var. Çarşıda pazarda, okulda konferansta, tiyatroda sinemada, konu komşuda hep yanımızda telefon!  Her evde kişi sayısınca telefon mevcut ama “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor!” diye anonslar duyuyoruz sıkça. Yok şarjım bitti, yok paketim bitti, yok burada çekmiyor…

Eskiden, ev telefonunun vazgeçilmez olduğu zamanlarda yani, görüşülen saniyeye göre ücretlendirme olurdu. Hatta şehir dışını arayınca bayağı bir artardı fiyat. Yine de insanlar konuşurdu. Şimdi çoğu kişinin telefonunda paket karşılığı dakika yüklü, buna rağmen konuşma yerine mesajlaşma tercih ediliyor. Mesaj ile kendini ifade etmek zor olduğundan ve yanlış anlaşılmaların sıkça yaşandığından olsa gerek “emoji” icat oldu. Çeşit çeşit, renk renk semboller türedi. Peki, bunlar, gerçek insan sesini ne kadar yansıtabilir? Heyecandan, üzüntüden veya endişeden titreyen sesin karşı tarafa hissettirdiğini ne kadar hissettirebilir?

Amacımız “Eski çok güzeldi, şimdiki ise kötü.” demek değil. Sadece manzarayı sunmak istedik. İçinde yaşadığımız hayata biraz uzaktan bakalım dedik. Herkes kendi karar versin, telefondaki bu değişim hayatımıza olumlu mu yoksa olumsuz anlamda mı etki etti? Artıları eksileri neler oldu? Geçmişi nostaljik bir mutlulukla ansak da yeni teknolojinin kolaylaştırıcı imkânlar sunduğu bir gerçek. Sözün özü şu ki, makinalar aletler zamanla değişir, gelişir. Ama insanın ruhu, gönlü hep aynıdır. Hep vefadan, sevgiden yanadır, ilgi alâkadan yanadır. Bunu çıkış noktası yaparsak hangi makinayı kullandığımızın önemi kalmaz. Öyleyse siz de bugün eski bir arkadaşınızı arayın veya mesaj yazın ya da emoji gönderin. Belki de mektup yollamak istersiniz kim bilir?

Editör: Mehmet Çalışkan