Nur deyince aklımıza ilk gelen aydınlık ve ışıktır. Oysa bildiğimiz manadaki aydınlık anlamına ilaveten, nur kavramında nesnelerin ve olayların mahiyetini aydınlatmak anlamı da vardır. Elmalılı’nın ifadesi ile gerek hissî (görme duyusu ile algılanan) ve gerek aklî her nevi zulmetin zıddı olarak vicdan ve basirette inkişaf eden, iç ve dış dünyamızı aydınlatan tecelliyatın umumuna da nur denir. Rabbimizin ismi olduğunda O’nun bütün nurların kaynağı olduğunu ifade eder. O nur sayesinde eşya görünür olur; biz de onları ayırt edip görebiliriz. Eğer o nur olmasaydı biz evreni ve içindekileri gözlemleyip algılayamaz, zihnimizde hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazdık. Allah Teâlâ duyularla algılanan varlıkları görmemiz için bir ışık (güneş) yarattığı gibi düşünce yoluyla algılanan varlıklar için de bir ışık (ilim ve irfan) yaratmıştır.

Ragıb el-İsfahani Allah’ın kendisini “Nûr” diye isimlendirmesini de gökleri ve yeri nurlandırma fiiliyle açıklar.

Nurun da dünyevi ve uhrevi olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtir. Dünyevi olanı, ay ve güneş gibi aydınlık saçan ve gözle algılanan nur ile zihin ve kalp yoluyla idrak edilen nurdur. İsfehani, aklın ve Kur’an’ın nurunu bu ikinci tür nura örnek olarak verir. Uhrevi nur ise ebedî âlemde müminlerin önlerinde ve sağ taraflarında bulunacak olan nurdur. (Hadîd, 57/12; Tahrîm, 66/8)

Kur’an-ı Kerim’de Nûr

Gözümüz görmek için ışığa muhtaç olduğu gibi aklımız da aydınlanmak için vahyin ışığına muhtaçtır. Bir adı da nur olan Kur’an’ın bir suresinin adı da Nûr’dur. Bu sureye Nûr adı verilmesinin sebebi 35. ayetinin, “Allah göklerin ve yerin nurudur.” diye başlaması ve ayette nur kelimesinin iki defa daha Rabbimizin yüce zatına izafe edilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de onlarca yerde gelen nur kelimesi sadece bu ayette Rabbimize izafe edilir.

Nûr kelimesinin yukarıda geçen anlam katmanlarına uygun olarak Elmalılı, ayetin ilk cümlesi olan “Allah göklerin ve yerin nurudur.” ifadesini “Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O’dur. O olmasa idi hiç bir şey bulunmaz hiç bir hakikat sezilmez, hiç bir neşe duyulmazdı.” diye açıklar. Devamında da nurun, ışık anlamındaki “ziyâ”- dan farklı olduğunu ve daima övgü ifade ettiğini belirtir. Ayrıca Yüce Rabbimize hiçbir zaman ziya kavramı izafe edilmediği hâlde nurun O’na isim olduğunu vurgular. Ziya genellikle maddi anlamda ve güçlü ışığı ifade ederken nur, her şeyi görünür kılan tarif edilemez, latif bir aydınlanmadır. (Bu açıdan günümüzde “Nurlar içinde yatsın!” ifadesi yerine kullanılan “Işıklar içinde uyusun!” deyişi aynı olumlu manaya gelmez. Zira nurun aksine, ışık bazen eziyet de verebilir.)

En’âm suresi birinci ayette ise nur Rabbimizin ismi olarak değil, O’nun var ettiği bir varlık olarak zikredilir. Bu durumda nur bir taraftan Rabbimizin ismi iken diğer taraftan O’nun var ettiği bir eseridir. Bu noktada Elmalılı “Binaenaleyh Allah’a nur ıtlak edilirken bu noktadan gaflet edilmemek ve müteşabih bir mana murat olunduğunu bilmek lazım gelir.” diyerek dikkatimizi çeker. Esasen Nûr suresindeki ayet de bütün âlimler tarafından zat-ı ilahiyyenin nur olduğu şeklinde anlaşılmamış, “göklerin ve yerin nurunu yaratan, oralardaki varlıklara yol gösteren” gibi anlamlara geldiği kabul edilmiştir. Zira “Allah’ın nuru” ifadesi, yaratılmış varlıklar için kavranılmaz olan ve dolayısıyla herhangi bir beşerî dille ifadesi imkânsız olan Allah’ın gerçek mahiyetini değil, Yüce Rabbimizin, hidayeti arzulayan kullarının bilinç, duygu ve davranışlarında gerçekleştirdiği aydınlanmayı ifade eder. Nûr ayetinin sonunda Rabbimizin dileyeni (veya dilediğini) nuruna yönelteceğini söylemesine gelince; bunun anlamı açıktır: Her kim şüphelerin karanlığından inancın aydınlığına çıkmayı samimi bir şekilde isterse Allah o kişinin kalbine nuru ile tecelli edip onu sırat-ı müstakime yönlendirir. (Bakara 2/257) Ayetin Rabbimizin Alîm ismi ile sonlanması da ilmin, insanın dünyasını ve ahiretini aydınlatan rolüne vurgu yapması bakımından manidardır.

Gazzâlî de bu ayetin tefsirine dair kaleme aldığı “Mişkâtü’l-Envar” isimli eserinde “Göz nuru için güneş ne ise akıl nuru için de Kur’an odur.” der.

Nûr Tecelli Ederse

Yukarıda İsfehani’nin Nûr isminin manevi tecellilerinin akıl ve vahiy olduğunu söylediğini belirtmiştik. Vahyin muhatabı olan peygamberler ve bu meyanda Efendimiz (sas) bu nurun en öndeki tecelligâhıdırlar. (Ahzâb, 33/45-46) Peygamberler dışındaki insanlar için bu tecelli sezgi olarak ortaya çıkar. Tecelli arttıkça aklın gücü ve sezginin isabeti artar. Efendimizin bildirdiği üzere kalp Allah’ın nurunun yansıdığı bir ayna gibidir. Ayna ne kadar temiz ve parlak ise nur o kadar kuvvetli ve berrak yansır. Bunu başaran insan içinde yaşadığı toplum için de bir ikramdır. Yüce Rabbimizin, aklını ve kalbini nurlandırdığı bu insanlar bizim de yolumuzu aydınlatır, ufkumuzu açar, algımızı düzeltir, fikirlerimizi genişletmeye yardım eder. Çevresindeki ve elinin altındaki insanların aydınlanmasını teşvik eder, bu yolda imkânlar sunar.

Tarih boyunca nice dehşetli zekâlar, vahiy nurundan mahrum kalınca inanç ve yaşam düzeyinde envaiçeşit sapkınlıklar üretmişlerdir. Bu da bize aklımızın ve kalbimizin Allah’ın vahyinin nuru ile aydınlanmaya ne kadar muhtaç olduğunu kanıtlar. Bu durum Zümer suresi 22. ayette göğsü İslam’a açılmış, bu sayede nur üzere olan kişi ile Allah’ı anmaktan uzaklaşarak kalbi daralmış ve kararmış kişi kıyaslanarak anlatılır. İlahi nurların tecellisinden mahrum kalmak, bizim bu dünya karanlıkları ile kıyas edemeyeceğimiz tam bir zulumat (kat kat karanlık)tır. Öyle kesif bir yokluktur ki orada hiçbir ilerleme mümkün değildir. (Hadîd, 57/13) Zira iman nuru söndüğünde ortaya çıkan kalp körlüğü, göz körlüğüne benzemez. Başındaki gözü kör olan iyi kötü yine de yolunu bulur. Kalbi kör olanın ise yolunu bulması imkânsızdır.

Editör: Yasin Kurnaz