Allah’ım! Her şey senin bilgin dâhilindedir. Kimsenin duyamadığını duyar, her gözün göremediğini görürsün. Bir şeyin gizli ya da açık yapılmış olması, bir düşüncenin fısıltıyla ya da yüksek sesle söylenmesi, hatta dillendirilmeyip içten geçirilmesi senin için fark etmez. Karanlık ve aydınlık, yakınlık ve uzaklık, büyüklük ve küçüklük gibi bizim görüşümüze, duyuşumuza engel olan şeylerin hiçbiri senin için engel değildir. Gizli ile aşikâr, konuşma ile sükût senin için birdir. Sen gecenin karanlığında, siyah bir taşın üstünde kımıldayan karıncayı, bir suya karışan diğer bir suyu görür ve bilirsin. Senin böyle olduğunu bilmek, utanılacak, saklanacak şeyler yapmadığım sürece bana huzur veriyor. Bu huzuru ancak ellerimi açıp boynumu büktüğümde Semî’ ve Basîr isimlerine sığınacak kadar temiz yaşayabilmişsem duyarım. Bilirim ki bana yapılan ve olmasına engel olamadığım her şeyi sen görüyor, işitiyor, kaydediyorsun.

Ama ne zaman ki ben de işitilmesinden, görülmesinden rahatsız olunacak şeyler yaparım, işte o zaman senin Semî’ ve Basîr oluşun bana bir tehdit olur, korkarım. Senin isimlerinin birbirini tamamlayan bütünlüğü olmasa, yani ben böyle bir durumda Tevvâb, Gaffâr, Afûvv isimlerine sığınamasam ne yapardım Allah’ım? Huzura gelinmeyecek çirkin işlerimin utancıyla nasıl yaşardım?

Sen kendini “Semiu’d-dua” olarak niteledin. (Âl-i İmrân, 3/38) Sana yaptığımız her yakarışı işittiğini bildirdin. (Bakara, 2/186) Sen söz konusu olunca işitmek bütün sıradanlığından sıyrılır. Sen işittiğini dinlersin, anlarsın ve karşılıksız bırakmazsın. Çünkü sen bize eksik bir kul olmamıza rağmen kulağımıza gelen bir yakarışa ilgisiz kalmamayı emrettin. (Duhâ, 93/10) O zaman göklerin ve yerin anahtarlarını elinde tutan senin (Şûrâ, 42/12) bize dualarımızı işittiğini bildirmen duamızın kabulüne işaret değil midir? (Mücâdele, 58/1) Böyle olduğundandır ki biz Peygamberimizden her duamızı bu cümleyle bitirmeyi öğrendik: “Allah’ım, sen her duayı işitirsin!” Kur’an’da peygamberlerinin de dualarını bu cümleyle bitirmesinden bildik ki senin Semî’ ismin dualarımızın kabulüne vesiledir. (Âl-i İmrân, 3/38; İbrâhîm, 14/39)

Peygamberimiz bize senin huzuruna her duruşumuza hamd ile başlamayı öğretti. Namazın her rekâtına hamd ile başlar, senin kelamını tekellüm ettikten sonra saygıyla eğiliriz. Ve rükûdan doğrulurken bize bir müjde olacak şekilde “Semiallahü li-men hamideh” deriz. Bu cümleyi söylediğimizde “Allah kendisine övgü ve senada bulunan kimsenin bu ibadetini kabul eder.” demiş olduğumuzu, yani senin bir yakarışı işitmenin onu kabul etmek demek olduğunu söyler âlimlerimiz. Biz de öyle bilir, öyle inanırız. Çünkü Peygamberimiz de dualarında sem’i “kabul etmek” anlamında kullanmıştır: “Allah’ım! Ürpermeyen kalpten, kabul olunmayan (işitilmeyen) duadan, doymayan nefisten ve fayda sağlamayan bilgiden, özellikle bu dört şeyden sana sığınırım.” (Tirmizî, Daavat, 68)

Bize Kitab’ında kendini anlatırken Semî’ isminin yanında ya Basîr vardı ya Alîm. Beni her daim, hiç eksiksiz işiten, gören ve bilen bir Rabb’in huzurunda olduğum, her işimin bu huzurda yapıldığını bilmek ve bunu hep hatırda tutmak senin Peygamberinin bize öğrettiğine göre “ihsan mertebesi”ne ulaşmanın yoluydu. Senin her şeyi gördüğünü bilen gizli ve açık her hâlini düzeltmeye koyulacak, böyle olunca da Müslümanlığını ihsan mertebesine yükseltecekti. Zira huzurda olan huzura yakışır şekilde davrandığında huzurun başköşesine alınır. Rabbim bize bu isimlerinle tecelli etsen, görüşümüz genişlese; sadece basarla, gözle görüleni değil, basiretle, kalple görülebilecek olanı da görsek! Sadece haykıranı değil sessiz çığlıklar atanı da duysak! Elimizin altına verip bize emanet ettiğin insanları her daim güzelce dinlesek, anlasak!

Bizden beklediğin adalet, hakkaniyet, merhamet ve şefkati gösterebilmek için dahi önce doğru görmeye, doğru dinlemeye muhtacız Ya Rab! Görüşümüzü keskin, duyuşumuzu kuvvetli kılsan da herkesi ve her şeyi gereği gibi takdir edebilsek. Böylece bilgimiz zanna değil de hakikate dayansa ve her insanı doğru yerde istihdam edebilsek. Basiretimiz arttıkça ferasetimiz genişlese, anlayışımız kuvvetlense! Eşyanın hakikatine vakıf olabilsek de her şeyi yerli yerine koyabilsek! Bu duyuş ve görüşlerimiz bizim ıstırabımızı artırmakla kalmayıp ıstırap ehlinin derdine derman olsa! Sadece dertlileri mi, hayır, saklı kalmış güzellikleri de görebilsek, duyabilsek, onlardan haz alabilsek!

Rabbim, biz sana ibadet ve kullukla yaklaştıkça sen bizim gören gözümüz, tutan elimiz, yürüyen ayağımız olacağını müjdeledin. Öylece olabilsek neler görür, neler işitirdik ki acaba? Kim bilir nice güzellikler bizim günahla bulanmış bakışımızdan uzak kalarak yanı başımızdan geçip gidiyor da haberimiz yok. (Yâsîn, 36/9) Kim bilir senin nice sevgili kullarını sırf bakışımızın kirinden dolayı göremiyor, tanıyamıyoruz. Sufilerin dediğine göre biz gözümüzü, kulağımızı meşru olmayan şeylerden korudukça senin sevgini kazanacak ve onu kazanınca da bu duyularımızı gereği gibi kullanabilecekmişiz. Nasip et Rabbim!

Bizim gerçekleri görmemize ışık tuttuğu için Kitab’ının ayetlerine “besair” (basiretler) dedin. (A’râf, 7/203) Kendilerini günahlarla kirletmedikleri ve nefsani hislerle değil, akıl ve imanın aydınlığıyla hareket ettikleri için dünyevi ve uhrevi gerçekleri açıkça görenleri de “ulu’l-ebsar” (basiret sahibi) diye niteledin. (Âl-i İmrân, 3/13) Bizi de ayetlerinle aydınlat ve Kitab’ında övdüğün, gönül gözü açık olanlardan eyle! Senin bütün ikramlarında olduğu gibi bunda da her kulun nasibi farklı farklıdır. Bizimkini artır ya Rab! Ve gönül gözümüzle görmeye başladığımızda onun da kendine göre eksik ve yanlışları olacağını, mutlak hakikati Sen’den başkasının bilemeyeceğini bize unutturma!

Editör: Yasin Kurnaz