El Muhyî ve El Mumît ne demektir ? 

Muhyî hayattan; Mumît de memattan gelir. Hayat veren ve öldüren anlamında. Esasında Muhyî yoktan var eden demek olmadığı gibi Mumît de yok eden demek değildir. Muhyî, bir şeyin durumunu iyileştirerek ona yeniden hayat verip varlığını sürdüren; Mumît de yeni canlılara yol açmak üzere eceli gelen canlının hayatiyetini alan demektir. Bu iki ismin bir arada zikredilmesi evrendeki hayat ölüm döngüsüne bir işaret olduğu gibi birini anlamadan diğerinin anlaşılamayacağını da gösterir. Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de dirilişten şüphe edenleri hep yaratılışa bakmaya davet etmesi bu yüzdendir. (Rûm, 30/50; Fussilet, 41/39) Rabbimiz Muhyî oluşuyla övündüğü gibi Mumît oluşuyla da övünmektedir. (En’âm, 6/95) Kur’an’ın ifadesiyle yaratma ve öldürme, uluhiyetin tanımında en önemli unsurlardır. (Yâsîn, 36/33; Duhân, 44/7-8) Bu bakımdan bu iki gücü elinde tutanın yalnızca Allah olduğunu bilmek tevhit inancı açısından büyük önem arz eder. (Mülk, 67/1-2)

Hayat Bir Nimet; Ölüm, Allah’a Dönüş İmkânı

Kur’an’a göre hayat bir nimettir ama kâfirler bu nimete nankörlük ederler. (Bakara, 2/28) Oysa hayat bütün nimetlerin temel sebebidir; hayat varsa nimetler vardır. Hatta manevi nimetler bile hayat nimetine bağlıdır. Çünkü dünya nimetleri hayat olmadıkça tadılamayacağı gibi manevi tekâmül imkânı da hayat devam ettiği sürece vardır. Her ne kadar bazıları “Beni yaratırken bana sormadı ki!” gerekçesiyle yaşamanın bir nimet olduğunu görmezden gelse de insanın en temel duygusu varlığını koruma içgüdüsüdür. Hayatı bir nimet olarak görmemenin psikolojik altyapısını bütün önemine rağmen bir tarafa bırakırsak yaratıcıyı inkâr etmek isteyenlerin O’ndan gelen temel nimetleri yok sayarak O’na minnet duymaktan kurtulup vicdanlarını rahatlatmak istediklerini söyleyebiliriz. İnsanın bu dünyadaki sorumluluklarının sona erip çabalarının karşılığını görmesi ölmesine bağlı olduğu için ölüm, inanan ve düzgün işler yapan kişi için bir nimettir. Necip Fazıl merhumun dediği gibi: “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber. Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” Efendimizin tanımına göre “Dünya müminin zindanıdır.” Sufiler bu hadisi esas alarak “Dünyaya nazaran ana karnı nasıl zindan gibiyse mümin için ahirete nazaran dünya da öyledir.” demişlerdir. Bu nedenle aşk yolunu tutanlar, ölümü kişinin sevdiğine kavuştuğu ve ruhun beden hapishanesinden azat olduğu bir düğün gibi görmüşlerdir.

Kur’an-ı Kerim’de Muhyî ve Mumît

Kur’an-ı Kerim’de diriltme anlamındaki ihya kavramı fiil kalıbında kırk yedi; Muhyî de isim olarak iki yerde geçer. (Rûm, 30/50; Fussilet, 41/39) Bu ayetlerde ihya, “can vermek, öldükten sonra tekrar diriltmek, yağmur indirmek suretiyle yeryüzünü bitkilerle donatıp ihya etmek, manevi açıdan ölü durumunda bulunan kalpleri ilahi hidayet ve marifetle canlandırmak, iman edip yararlı işler görenleri dünyada ve ahirette mutlu kılmak” gibi manalar taşır. Kur’an-ı Kerim’de “imate/öldürme” fiili, hayat verme anlamındaki ihya ile beraber Rabbimizi tanımlamak üzere yirmi üç ayette Allah’a nispet edilmiştir. Ayrıca, “ruhunu kabzetmek, hayatına son vermek” manasındaki “teveffî” kavramı da aynı anlamda kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de kavuşmak anlamına gelen “likâ” kelimesinin de ölüm yerine kullanılmış olması dinimizde ölümün aslının bir kavuşma olarak görüldüğünü gösterir. (A’râf, 7/51; Kehf, 18/110; Ankebût, 29/5)

Muhyî ve Mumît Tecelli Ederse

Mahlukatta canlılığın alametleri çeşitlidir. Yerin yeniden bitirmeye başlaması, bitkilerin aşağıya doğru kök salıp yukarıya doğru uzamaları, hayvanların içgüdüleri gereği avlanmaları, üremeleri, insanın rızkının peşinden koşması hep canlılık alametidir. Maddi dünya böyle olduğu gibi beynin öğrenmeyi, ruhun yükselmeyi istemesi de iç dünyamızın canlılığıdır. Ne zaman ki bilginin yerini vehimler almaya; yükselmenin yerini düşük ahlak ve davranışlardan haz duyma tutmaya başlar, işte o zaman iç dünyada ölüm başlamıştır.

Kalbin ölümü küfürle, dirilişi de imanladır. (En’âm, 6/122)

İnsanı imana davet eden vahiy de Kur’an-ı Kerim’de bu nedenle hayat sebebi olarak nitelenmiştir. (Enfâl, 8/24) Sufiler insanda canlılığı avunmak ve teselli bulmak olarak tarif ederler. Onlara göre hayat bir avunmadır. Bildiğiniz üzere insanın avunma ve teselli yeteneğini kaybetmesi depresyon olarak ortaya çıkar. İnsanı dibe çeken majör depresyon, bütün teselli yollarının tükenmesi demektir. İşte bunları dikkate aldığımızda avunmanın nasıl bir canlılık belirtisi olduğunu daha iyi anlarız. Manevi açıdan insanlar arasındaki derece farkı da kişinin ne ile avunduğuna bakarak anlaşılır. Dünya ehli dünya ile ukba ehli ise ancak Rabb’in rızasını kazandıran işler ile avunur. (Hûd, 11/15-16; Hicr, 15/3; Muhammed, 47/12)

Ebu Bekir İbn Arabî, Rabbimizin Muhyî oluşunun çeşitli tecellilerini sayarken, bilinenlere ilaveten kalplerin iman nuruyla ihya edilmesini, üzüntü ve keder yüzünden ölüm derecesine gelmiş gönüllerin neşe ve sevinçle hayata kavuşturulmasını ve iyi insanların hatırasının yaşatılmasını da zikreder.

Zira ihya kelimesinde bir şeyi anarak gündemde tutmak anlamı da vardır. Yine bu kökten türeyen hayâ/ar kavramı insandaki manevi hayatın bir belirtisidir. Belki de bu nedenle Efendimiz (sas) hayâsı olmayanın imanı da olmayacağını söylemiştir. Bu isimlerin muhtevasına tam bir teslimiyetle inanmak bizi Yüce Allah’ın kapısından başka bir yerde deva aramaktan kurtardığı gibi varlığın dönüşümü ile uyum içinde olmamızı da sağlar. Gelenin gideceğini bilmek ve bunun doğallığına rıza göstermek bizi aşırı üzüntülerden korur. Kalplerin de bedenler gibi dirim ve ölüm sebepleri olduğu hakkında uyanık olmaya çağırır. Bunların neler olduğu hadislerde detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Ölüm hakkındaki yaklaşımımız iyimser ya da kötümser bir karaktere sahip olmamızı belirleyen en güçlü etkendir. Hatta felsefi anlamda iyimser ve kötümser dünya görüşlerinin oluşmasında ölümle ilgili inanç ve düşüncelerin büyük payı vardır. İslam dini ölümü Allah’tan gelen bir varlığın yine O’na dönmesi olarak kabul etmekte (Bakara, 2/156), hayatın gerçek anlam ve değerinin ancak bu şekilde anlaşılabileceğini vurgulamaktadır. Ölüm Allah’ın kaçınılmaz emridir. Ondan korkmak, kişiyi ona hazırlanmaya teşvik etmelidir. Aksi hâlde yapılacak bir şey bulamadan sadece korkmak insanı hasta eden bir saplantıdır.

Editör: Yasin Kurnaz