Dilciler, mecd kökünün temel manasının bolluk ve genişlik olduğunu söylerler. Buna göre başkalarında normal derecede bulunan tüm güzel niteliklerin hepsinin bir varlıkta en yüksek derecede bulunması durumuna “mecd” denir. Rabbimizin güzel isimlerinden iki tanesinin (Mecîd ve Mâcid) bu kökten gelmesi O’nun “yetkinliğin karşıtı olan her türlü nitelikten münezzeh, lütuf ve ikramı bol” olduğu anlamına gelir. O en üstün niteliklerin en son noktasındadır. Bu mükemmelliği ifade etmesi hasebiyle Mecîd ismi diğer bütün esmanın kusursuzluğunu da vurgular. Yüce Rabbimizin bütün isim ve sıfatlarının ihtiva ettiği manalara en üstün düzeyde sahip olduğunu gösterir. (Burûc, 85/15) Bu sebeple Gazzâlî, Mecîd’i “zatı yüksek, fiilleri güzel, nimet ve ihsanı bol olan” diye tarif eder. Hâsılı O’nun yüceliğini layıkıyla anlamada zihinlerimiz ve ifade etmede dillerimiz yetersizdir; O’nu ne kadar yüceltirsek yüceltelim O bizim anlattığımızdan yücedir.

Genellikle âlimler, Mecîd ismini Allah Teâlâ’nın zatına ve sıfatlarına yönelik olmak üzere iki açıdan yorumlamışlardır. Zata yönelik yorum acz ve eksiklikten, yani yaratılmışlık özelliklerinden beri ve münezzeh tutmayı, fiillerine yönelik yorum da lütuf ve ihsanının çok olduğunu belirtmeyi amaçlamıştır. Esma-i hüsna şarihi merhum Ali Osman Tatlısu bu ismin azamet ve kudretinden dolayı ulaşılamaz olmakla yüksek huylardan dolayı övülüp sevilmek şeklindeki iki yönüne dikkatlerimizi çektikten sonra, ahlakı yüksek olmakla beraber ezici bir kuvvet karşısında mağlup ve çaresiz kalana mecid denmeyeceği gibi ulaşılamaz bir mevkide bulunduğu hâlde şaki ve zorba olana da mecid denemeyeceğini vurgular. Bu kıyaslama Rabbimizin Mecîd ismini daha iyi anlamamıza yardım eder.

Kur’an-ı Kerim’de Mecîd

Bu ismin en büyük tecellisi bizzat Kur’an’ın kendisidir. Mecîd vasfı Kâf suresinin ilk ayetinde Kur’an’ın sıfatı olarak zikredilir. Yani Kur’an Mecîd olan Yüce Allah’ın Mecîd olan kelamıdır. Bu nedenle o başka sözlerle kıyaslanamaz. Zira büyüğün sözü de büyüktür. Elmalılı bu ayeti tefsir ederken mecd kavramının içeriğine değindikten sonra “Şu hâlde Kur’an-ı Mecîd, şerefi kitapların hepsinden büyük olan yahut manasını bilip amel edeni şereflendiren şanlı Kur’an demek olur.” diyerek Kur’an’ın şerefinin ona iman edip hükmünce amel edeni dahi kuşattığını ifade eder. Mecîd ismindeki lütuf ve keremin bolluğu bu sıfatı haiz olan Kur’an’a yapışan herkesin doğruyu bulma ve şaşmama konusunda başka bir şeye ihtiyaç duymayacak ölçüde büyük bir nimete kavuştuğunu da ifade eder. Rabbimiz çeşitli sebeplerle Kur’an’ı inkâr edenlere onun yüce bir makamdan geldiğini ve korunmuşluğunu ifade ederken de aynı sıfatı kullanır. (Burûc, 85/21-22)

Kur’an-ı Kerim’de iki yerde Allah’a isnat edilen bu ismin iki Mekki surede gelmesi (Hûd, 11/73; Burûc, 85/15) müşriklerin zorba muamelelerine maruz kalan o günkü müminleri şan ve şerefi, itibar ve saygınlığı sadece Allah katında aramaya sevk etmiştir. Nitekim bu mesajın doğruluğunu tarih hepimize açık bir şekilde göstermiş ve o günün sosyal düzeninde en altlarda olan ve kimsenin ismini bile öğrenmeye dikkat etmediği bazı köleleri yüzlerce yıldır müminler büyük bir saygı ile anmaktadırlar.

Kur’an bu isim vasıtasıyla bize âdeta asıl saygı ve hürmete layık olanın kimler olduğunu hatırlatmıştır. Bu meyanda Kur’an-ı Kerim’de İbrahim ailesi selamlanırken Hamîd ismiyle beraber Mecîd isminin de gelmesi (Hûd, 11/73) ve asırlardır beş vakit namazda kütüb-i sittenin tamamında rivayet edilen salavatların okunarak Rabbimizin bu isimleriyle İbrahim ve Muhammed ailelerinin selamlanması kime, hangi sebeplerle itibar edileceğini çok güzel ortaya koyar.

Mecîd Tecelli Ederse

Sufilerin esma teorisine göre Cenab-ı Hak insan-ı kâmili kendisine ayna kılmıştır. Nasıl ki ontolojik olarak imkânsız olduğundan besmelede bir işe Yüce Allah ile değil de Allah’ın ismi ile birlikte başlamaktan söz ediliyorsa insanda tecelli eden de Rabbimizin zatı değil, isimleridir. Mecîd ismindeki ululuk ve yücelik insan ahlakına vakar, şeref ve haysiyet olarak yansır. İbn Arabî bu ismin fert üzerindeki tecellisinin insanı bir yaratılmışın ulaşabileceği son noktaya taşıyacağını vurgulayarak şan ve şeref arayana Mecîd olan Allah’ın yeteceğini söyler. Bu noktada günümüz dünyasının şeref ve haysiyet anlayışını dikkate alarak “öyle olmak”la “öyle görünmek” arasındaki farka küçük bir vurgu yapmamız yerinde olur. Yine aynı şekilde şan ve şerefle şöhret ve itibarı karıştırmamak gerekir. Şan ve şeref kişinin bizatihi taşıdığı hasletlere vurgu yaparken şöhret ve itibar adı üstünde itibaridir. Nice kimse tarafından pek bilinmeyen insanlar vardır ki insanların peşinden koştuğu şöhretlerle kıyaslanamayacak, hatta aynı cümlede isimleri yan yana getirilmeyecek denli şeref ve haysiyet sahibidirler.

Kuşeyrî’ye göre bu ismin tecelli ettiği kişi imanının şerefi üzere yaşar ve o şerefe mani olacak her türlü aşağı durumdan, ahlaki düşüklükten ve davranışlardaki bozulmalardan korunur. Ona göre bu durum Allah’ın insanlara lütfettiği, fakat çok kimsenin farkına varmadığı nimetlerden biridir. Bu hâlin aksine insanın kalbinde sevgi ve bağlılık hislerinin ve ilgi odaklarının dağınıklığı ise Mecîd’in tecellileri konusunda kulun yaşayacağı en büyük imtihandır.

Bu ismin tecelli ettiği mümtaz insanlar yüce gönüllü ve cömert bir ahlaka sahiptirler. İyilik yapar ama yaptığı iyiliği unutur, Rabb’ine karşı muhabbet ve bağlılığını insanlar arasında bir yer edinmek için kullanmaz. İnsanlar içinde sağlık, varlık, makam, mal mülk gibi nimetlere mazhar olanların iyi ahlaklı olması bu konularda zayıf ve kısmetsiz olanlara nazaran daha zordur. Oysa toplumun bu gibi öncülerin üstün ahlaklı olmasına ihtiyacı daha fazladır. Bu nedenle herhangi bir konuda toplumun önüne geçmiş insanların Mecîd’in ahlakıyla ahlaklanması zorluğu nispetinde büyük bir derecedir. Karşılığı da ona göre büyük olacaktır. Burada nefsimizin bize oynadığı oyun toplumsal anlamda öncülük ettiklerimize karşı taşıdığımız örneklik sorumluluğunu küçümsemek veya bu anlayışa kökten karşı çıkarak bireysel sorumluluğu reddetmektir. Çağımızın toplumsal etkileşim sorumluluğunu küçümseyen bakışına karşı dikkatli olmak bizi bu noktada uyanık tutar.

Rabb’inin mecdini kavrayan kula yakışan şey, O’nun huzurunda yaptığı her ibadet ve taati o makama yaraşır bir içtenlik ve güzellikle yapması, riyadan ve her türlü yapaylıktan uzak kalarak kulluğunu ihlas ve samimiyetle süslemesidir. Yücelerin yücesinin huzuruna ancak böyle tertemiz ve bariz kusurlardan arınmış pür bir kulluk yakışır.

Editör: Yasin Kurnaz