Dr. Osman Nuri DEMİR
İstanbul Medeniyet Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
Sekülerizm (dünyevileşme), insanın dinden ve kutsaldan koparılışını simgeleyen bir kavramsallaştırma faaliyetine işaret etmektedir. Buna göre seküler insan kendisini çepeçevre kuşatan esaret zincirlerini kırmış, Tanrı’ya karşı hürriyetini kazanmış ve neticede bireysel varlık mücadelesini başarıya ulaştırmıştır. Batı ve Hristiyan medeniyeti düşünüldüğünde, belki bu türden bir kavramsallaştırma veya insanı aşkın olanın önünde görünür kılma çabaları bir derece mazur görülebilir. Çünkü Prometheus’un ve Pandora’nın çocuklarının, varisi oldukları gelenekte insan, Tanrı’ya rağmen ve ancak ona başkaldırarak kendi varlığını ispata girişebilir ve yalnızca bu yolla hak ettiği şeyleri elde edebilir. Zaten dünyevileşme kavramının ve felsefi altyapısının arka planında Batı medeniyetinin bahsi geçen tartışmalı geçmişi bulunmaktadır. Dolayısıyla dünyevileşme hem reel politik yaşanmışlığıyla hem de fikirsel hazırlık ve uygulama safahatıyla, kısacası menşei ve özü itibarıyla Batı’ya ait bir kavramdır. Kur’an böyle bir uğraşının temelinde bulunan düşünce yapısına ve ulaşacağı nihai akıbete şu ifadelerle telmihte bulunur: “Onlar, dünya hayatını ahirete tercih eden, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyenlerdir; işte onlar derin bir sapkınlık içindedirler.” (İbrahim, 14/3.) Dolayısıyla İslam düşüncesi ve tevhit inancı açısından bu türden bir mücadele yersiz ve anlamsızdır. Çünkü Prometheus’un ve Pandora’nın çocuklarının aksine Âdem ve Havva’nın evlatları kendilerine esma öğretilerek (Bakara, 2/31.), bilgiyle donatılarak, yeryüzüne halife ve varis kılınarak dünyaya gönderilmişlerdir. (Bakara, 2/30.) Bu açıdan dünya Müslümanlar için ne Tanrı’ya karşı özgürlük mücadelesi yürütülecek bir alan ne de O’na rağmen ve O’ndan rol çalmaya girişerek varlıklarını ispat etme yeridir. Aksine bir imar, ıslah ve verili özellikleriyle, temiz fıtratlarıyla kendilerini gerçekleştirme ve Allah’ın, yaratılışlarına yerleştirdiği potansiyeli açığa çıkarma sahasıdır. Çünkü İslam inancına göre az önce bahsi geçen özellikler bütün insanlara doğuştan bizzat Allah tarafından bahşedilmiştir. Fakat şurası da muhakkak ki küreselleşmenin de beslemesiyle sekülerleşme, sadece içinden çıktığı ve öz evladı olduğu Batı Dünyası’nda kalmamış, İslam toplumlarına da sirayet etmeye hatta günden güne artan oranda etkisini hissettirmeye başlamıştır.
Dünyaya atılmış insan
Dünyevileşme, insanın Allah’la bağını koparma, onu dinden ve dine ait olan her şeyden izole etme çabasına zemin oluşturmaktadır. Hâlbuki düşünsenize, Allah’la alakası kesilen, metafizik âlemle ilişkisi koparılan insan artık bu noktadan sonra ne kadar da çaresiz ve yalnızdır. İşte böyle bir insan tipolojisini teşekkül ettirmeye ve dayatmaya çalışan sekülerizm, bu sayede insanoğlunu dünyaya atılmış, kökensiz, temelsiz, öncesi ve sonrası olmayan, dünya ile sınırlı, oraya mahkûm, her türlü müdahaleye açık, sahipsiz ve savunmasız bir varlığa dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Kuşkusuz sekülerizmle aynı düşünce geleneğine mensup olup benzer felsefi altyapıdan faydalanan fikir ve düşünce akımlarının hemen tamamının nihai hedefi de insanı bu şekilde kıblesiz, pusulasız ve kimsesiz bırakarak onu her türlü etkiye ve yönlendirmeye açık hâle getirmektir. Hayal etsenize, bahsi geçen hâldeki bir insanın ufku ne kadar da karanlık hâle gelir! Onun için artık varlık ve hayat tasavvuru, varsa yoksa sadece şu daracık dünyanın ufkuyla sınırlıdır. Emelleri, düşünceleri, arzu ve hedefleri ancak bu küçücük yer kürenin çeperlerine kadar ulaşabilir, ötesine geçemez. Çünkü kendisine oradan ötesinin olmadığı fısıldanmış ve buna göre yaşaması öğütlenmiştir. Artık ondan beklenen şey hayatı hesapsızca, ölçüsüz ve düşüncesizce yaşamasıdır. İşte varlığa ve hayata böyle suni bir pencereden bakmaya mecbur edilen bir insanın nasıl bir keşmekeşin içinde olduğu tahmin bile edilemez. Anlık yaşar o, şehveti ve hazzı hayatının merkezine alır. Fakat bütün bu yönelimlerine, dünyevi amaç ve arzularını hesapsızca tatmine koyulmasına dahası bunu hayatın biricik gayesi hâline getirmesine rağmen mutsuzdur o. Yapayalnızdır, en yakınlarından, sevdiklerinden, gönül verdiklerinden bile kuşku duyar, korku içindedir. Şüphesiz böyle bir insanın içine düşürüldüğü durumun iki temel sebebi vardır. Birincisi o her ne kadar başına buyruk yaşasa ve istediği gibi hayat sürdüğünü zannetse de Yaradan’ın fıtratına kodladığı iç sesin sürekli olarak kendisine yönelttiği şu türden sorular onu asla rahat bırakmaz: “Ya Allah varsa!”, “Ya ahiret varsa!”, “Ya insan sahipsiz değilse ve kendisine verilen nihayetsiz nimetlerden dolayı hesaba çekilecekse!” İkinci sebep ise onun gerçek kalbî tatmine Allah’tan gayrı hiçbir şeyle ulaşamayacağı gerçeğinin orta yerde duruyor olmasıdır. İşte bu nedenlerle şayet insanoğlu fıtratını ters yüz ederek, iç sesini susturarak, gönlünde kaynayan yakıcı ateşten yükselen istifhamlara kulaklarını tıkayarak hakikat karşısında kör, sağır ve dilsiz taklidi yapsa da hiçbir şekilde mesut olamaz, hakiki saadeti yakalayamaz. Çünkü Allah’tan indirilenin hak olduğunu görüp bilen ve istifade eden kimse ile görmeyen, görmezlikten gelen kimse bir olamaz (Rad, 13/19.) ve gönüller ancak Allah’ın varlığını idrak ederek tam anlamıyla huzura kavuşabilir. (Rad, 13/28.)
Dünyevileşme ne vadediyor?
Dünyevileşme, tevhit düşüncesini zayıflatarak insanın, varlığın bütününe intisabını engellemeyi hedefliyor. Peki, insanın bu kadar hazin bir duruma düşürülmesine ve bu derecede ağır bir yükü sırtlamaya mecbur edilmesine, bunca eziyete muhatap kılınmasına karşın bütün bunlar için burada insana ne vadedilmektedir? Ne acıdır ki burada insana vadedilen; hiçlikten, boşluktan ve karanlıktan başka bir şey değildir. Çünkü dünyevileşme insana sadece “-mış gibi yaparak yaşamayı”, geçici haz ve hevesleri idealize ederek onların tatminine yönelmeyi insanlığın yegâne amacı olarak belirlemeyi vadetmektedir.
Dünyevileşme, inansa bile insana sanki Allah yokmuşçasına davranmayı, O’nu düşünmeden, plan ve programlarına karıştırmadan, hayatın olağan akışında Yüce Allah’ı ve dinî düşünceyi hatırlatan her şeyi gündeminden çıkararak yaşamayı alternatifsiz bir proje olarak sunmakta, hatta böyle bir hayat tarzını insanın en yüksek gayesi olarak sürekli bir şekilde ve farklı kanallarla insan zihnine yerleştirmenin yollarını aramaktadır. Dünyevileşme yine insana aklını kullanmamayı, aklın veriliş gayesini düşünmemeyi, vahyin ve peygamberlerin çağrılarına kulak tıkamayı, özetle ondan sanal mutluluğunu bozacağını düşündüğü bütün obje, nesne, düşünce ve öğütlerle arasına kocaman, ulaşılamaz, aşılamaz setler çekmesini, duvarlar örmesini istemektedir. Çünkü düşünen ve gerçekten hakikati keşfetmeye meyilli olan insan, bu âlemin sadece görünenden ibaret olmadığını ve Allah’tan koparılan bir kimsenin henüz dünyada iken azap üstüne azap yaşayacağını, onun daha burada iken iç dünyasını yakıp yıkan ateşlerle baş başa kalacağını anlayacaktır. Yine insan bu manada bilir ki Allah’a nispetini kaybeden kimsenin daha en baştan bizzat kendi varlığı da anlamını yitirecektir. Çünkü insanın varlığı kendinden olmadığına göre şayet Tanrı da yoksa o hâlde şimdi bugün burada bulunmamızın ne anlamı olabilir ki? Başka bir aktarımla Tanrı yoksa ne vardır ve insan neden ve niçin var olmuştur? Mezkûr sorular ve onlara vereceğimiz cevaplar da işaret etmektedir ki Allah’ın var olmadığının ya da insanın veya âlemin bir an olsun Allah Teâlâ ile irtibatının kesildiğinin düşünüldüğü her lahza insanlık için tarifsiz bir acı ve zifiri bir karanlıktır. Karanlıkları aydınlatacak ve insanı dünyevileşme hastalığından kurtaracak olan da varlığın hakiki sahibine, gerçek anlamda biricik varlık olan Yüce Allah’a iman ederek varlık ve anlam kazanmak, böylece O’nun varlık nuruyla âlemi, insanı ve insanlığı aydınlatmaktır. Zira O, göklerin ve yerin nurudur. (Nur, 24/35.) O’nun varlığının idrakiyle insanın ve bütün varlığın Allah’a nispeti sağlanacak, böylece küllî olarak âlemin ve onun bir cüzü olarak insanın varlığı anlam kazanacaktır.
Olmakla sahip olmak arasında insan
Dünya hayatı insan türü için aslında “olma”, olgunlaşma ve kemâle ulaşma yolculuğudur. İnancımıza göre bu yolculuk dünya hayatıyla da son bulmaz. Aksine insan ölümle “olma” sürecini tamamlamaya ve bu sürecin akıbetiyle karşılaşarak semerelerini devşirmeye gider. Bu yönüyle insan ölümle son bulan değil, ölümle tamam olan bir canlıdır. Hâlbuki bu gerçek ihmal edilip insan sadece dünyaya ve dünya hayatına hasredildiği zaman o, yarım kalan, manadan sarf-ı nazar ederek maddeye odaklanan süfli bir varlığa dönüşmektedir. Gerçek şu ki insanoğlu dünyaya sırf sahip olma duygusunu doyuma ulaştırmak için gönderilmemiştir. Erich Fromm’un (1900-1980) ifadesini ödünç alarak söylersek; insan “sahip olmak”la değil, “olmak”la kemâlini bulan bir varlıktır.
Dünyevileşen modern insan, olmakla sahip olmak arasında sıkıştırılıp bırakılmıştır. O artık adına “sahip olmak” denilen bir mengenenin kıskacında inleye inleye kendi olamadan, potansiyelini gerçekleştiremeden, olma yolculuğunu ıskalayarak ve kendini tüketerek hayatını idame ettirmeye çalışmaktadır. Burada nazara verilen şey sadece sahip olmaktır ve buna göre hiçbir şeyi bulunmayanın, bir şeye sahip olamayanın kendisi de bir hiçtir. Dolayısıyla dünyevileşme felsefesinde kutsalın, aşkının, ahlak ve maneviyatın bir önemi kalmamıştır. Mühim olan yalnızca ve yalnızca maddi olanı elde etmek, ulaşabildiği her şeye malik olmaktır. Oysa hakikat nazarında dünyaya sahip olma arzusu insanın insan oluşunun, kemâle ulaşma arzusunun ve “olma” yolculuğunun en büyük düşmanıdır.
Dünyevileşme, Müslüman ve denge
Buraya kadar yazılanlardan hareketle Müslümanın dünyayı tamamen terk etmesi, meşru nimetlerden bile uzak durması gerektiği gibi bir sonuca da ulaşılmamalıdır. Aksine inancımıza göre âlem ve içindekiler Allah tarafından insanoğluna musahhar kılınmış, onun hizmetine verilmiştir. (Casiye, 45/13.) Peki, burada Müslüman özelinde insanın gözetmesi gereken denge nasıl olmalıdır ya da dünyevileşmeden dünya nimetlerinden istifade etmenin ölçüsü nedir? Kuşkusuz dengenin korunması için üç temel bilincin yerleşmiş olması gerekmektedir ki bunlar; tevhit, ihsan ve emanet bilincidir. Tevhit bilincinin bağlayıcılığı mümine bütün tasarruflarının temel çerçevesini ihsan şuuruyla oluşturabilme imkân ve ihtimali sunacaktır. Öyle ya tevhit, müminin Rabbi ile ahdinin O’na kulluk taahhüdünün; ihsan ise bu ahit ve taahhüdü hep hatırında tutup O’nun murakabesi altında bulunduğunu unutmadığının ilan ve ilamıdır. Tevhit ve ihsan bilincine kavuşan mümin için doğal olarak bağlı kalması gereken üçüncü bilinç ise emanet bilincidir. Çünkü mümin bilir ve inanır ki kendi varlığı, bedeni ve manevi nitelikleri, aldığı nefes, bastığı toprak ve üzerinde yükselen sema, ister canlı isterse cansız olsun içinde barındırdığı tüm varlıklarla birlikte bir bütün olarak âlem emanet olup mülkün gerçek sahibi ise Allah’tır. İşte bu bilince sahip olduktan sonra müminin maruf ölçülerle dünyadan ve dünya nimetlerinden istifade etmesinde bir mahzur da yoktur. Nitekim Allah Teâlâ bu husustaki dengeye işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas, 28/77.) Zaten “el-aslu fi’l-eşyâi el-ibâha” kaidesinin ifade ettiği üzere eşyada aslolan da mübahlıktır. Öyleyse insan Yaradan’ı unutmadan, O’na rağmen ve O’nu dışlayarak ve tabii ki kendisini ebedî azap ve hüsrana sürükleyecek bir isyan ve başkaldırı hareketine girişmeden, yine Allah’ın koyduğu sınırlı sayıdaki yasaklara riayet ederek dünyadan ve dünya nimetlerinden istifade edebilir ve etmelidir. Doğru ve matlup olan da budur. Aksi hâlde kendi varlığını da içinde yaşadığı âlemi de borçlu olduğu Allah’tan yüz çevirerek tamamen hevasının arzu ve yönelimlerinin emrine giren ve Allah’ın mülkünde Allah’ı hesaba katmadan yaşama gaflet ve cüreti gösteren insan, dünyada kendini de unutacak hâle gelecek ahirette de sonsuz ve telafisi mümkün olmayan bir pişmanlıkla karşı karşıya kalacaktır. Öyle ya, varlığın sahibini tanımayanın, varlık vereni unutanın kendi geçici ve mecazi varlığı bir anlam ifade eder mi ya da gerçekten onun var olduğundan, varlık kazandığından bahsedilebilir mi? Bu sebeple olsa gerek Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (Haşr, 59/19.) Dolayısıyla insan dünyevileşerek ve Allah’ı unutarak değil ancak tevhidi benimseyip kendini Allah’a nispet ederek anılmaya değer bir varlık hâline gelebilir: “İnsan (henüz) anılır bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman geçti.” (İnsan, 76/1.)