Hadislerle İslam

Uhud: Kazanırken Kaybetmek

Uhud Savaşı ne zaman yapılmıştır? Uhud Savaşı'na kaç kişi katılmıştır? Uhud Savaşı nasıl sonuçlanmıştır?

Abone Ol

Enes'ten (ra) nakledildiğine göre, Uhud günü Resûlullah'ın (sas) alt çenesinin sağ ön tarafındaki dişi kırılmış, başı yarılmıştı. Sonra yüzündeki kanı silmeye başlamış ve şöyle demişti:

“Kendilerini Allah'a (cc) davet ediyor olduğu hâlde, Peygamberinin başını yaran, dişini kıran bir kavim nasıl felâh bulur!”

عَنْ أَنَسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) كُسِرَتْ رَبَاعِيَتُهُ يَوْمَ أُحُدٍ، وَشُجَّ فِى رَأْسِهِ، فَجَعَلَ يَسْلُتُ الدَّمَ عَنْهُ وَيَقُولُ: “كَيْفَ يُفْلِحُ قَوْمٌ شَجُّوا نَبِيَّهُمْ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) وَكَسَرُوا رَبَاعِيَتَهُ وَهُوَ يَدْعُوهُمْ إِلَى اللَّهِ؟”

(M4645 Müslim, Cihâd ve siyer, 104)

***

حَدَّثَنَا أَبُو إِسْحَاقَ قَالَ:سَمِعْتُ الْبَرَاءَ بْنَ عَازِبٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) يُحَدِّثُ قَالَ: جَعَلَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) عَلَى الرَّجَّالَةِ يَوْمَ أُحُدٍ –وَكَانُوا خَمْسِينَ رَجُلاً– عَبْدَ اللَّهِ بْنَ جُبَيْرٍ فَقَالَ: “إِنْ رَأَيْتُمُونَا تَخْطَفُنَا الطَّيْرُ، فَلاَ تَبْرَحُوا مَكَانَكُمْ هَذَا حَتَّى أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ وَإِنْ رَأَيْتُمُونَا هَزَمْنَا الْقَوْمَ

وَأَوْطَأْنَاهُمْ فَلاَ تَبْرَحُوا حَتَّى أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ.”

Ebû İshâk'ın (ra) işittiğine göre, Berâ' b. Âzib (ra) şöyle demiştir: Uhud günü Peygamber (sas), (Ayneyn geçidindeki) okçulara —ki onlar elli kişiydiler— Abdullah b. Cübeyr'i kumandan tayin etti ve şöyle buyurdu:

“Bizi kuşların kaptığını görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar sakın şu yerinizden ayrılmayın! Bizim onları hezimete uğrattığımızı görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar asla (yerinizden) ayrılmayın!”

(B3039 Buhârî, Cihâd, 164)

***

عَنْ أَنَسٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: لَمَّا كَانَ يَوْمُ أُحُدٍ… وَلَقَدْ رَأَيْتُ عَائِشَةَ بِنْتَ أَبِى بَكْرٍ وَأُمَّ سُلَيْمٍ وَإِنَّهُمَا لَمُشَمِّرَتَانِ، أَرَى خَدَمَ سُوقِهِمَا، تُنْقِزَانِ الْقِرَبَ عَلَى مُتُونِهِمَا، تُفْرِغَانِهِ فِى أَفْوَاهِ الْقَوْمِ، ثُمَّ تَرْجِعَانِ فَتَمْلآنِهَا، ثُمَّ تَجِيآنِ فَتُفْرِغَانِهِ فِى أَفْوَاهِ الْقَوْمِ…

Enes (ra) anlatıyor: “… Ben Uhud günü Ebû Bekir'in (ra) kızı Âişe (ra) ile Ümmü Süleym'i gördüm. Eteklerini toplamış (koşturuyor)lardı. Bileklerindeki halhalları görüyordum. Sırtlarında su kırbaları taşıyorlar ve yaralıların ağızlarına su döküyorlardı. Sonra tekrar geri dönüp kırbaları dolduruyorlar, gelip yaralıların ağızlarına döküyorlardı…”

(B3811 Buhârî, Menâkıbü'l-ensâr, 18)

***

Hicretin üçüncü yılıydı. Bedir Savaşı’nın üzerinden çok değil henüz bir sene geçmişti. Müslümanlar Medine’ye hicretten sonra Mekkeli müşriklere karşı giriştikleri ilk muharebe olan Bedir Savaşı sonrası büyük bir zafer kazanmışlardı. Mekke döneminde çekilen sıkıntılardan sonra elde edilen bu zafer ise Hz. Peygamber (sas) ve arkadaşları için büyük bir güven sağlamıştı.

Ne var ki Mekkeli müşrikler için durum çok da parlak sayılmazdı. Gittikçe büyüyen bir sıkıntı içlerini kemirmeye devam ediyordu. Bedir’de topladıkları güçlü orduya rağmen Müslümanlara karşı mağlup düşmeyi bir türlü hazmedemiyorlardı. Üstelik içlerinde Ebû Cehil gibi önemli bir liderin de bulunduğu yetmiş kişiyi böyle bir savaşta kaybetmiş olmalarını akılları almıyordu. Daha düne kadar kendi yanlarında çalıştırdıkları köleler bile eski efendilerine meydan okuyorlardı. Bütün bu olanlar, tahammül edilir gibi değildi.

İşte bu ve benzeri düşünceler Mekkelileri yiyip bitiriyordu. Neredeyse tamamı, kendileri açısından aşağılık hissini perçinleyen ve tahammülü zor olan bu durumdan bir an önce kurtulmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Bu işi daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu; derhâl Bedir’in intikamı alınmalıydı. İşte bu ruh hâliyle bir araya gelen Ebû Süfyân, Abdullah b. Ebû Rebîa, İkrime b. Ebû Cehil ve Safvân b. Ümeyye gibi ileri gelen Mekkeli liderlerin toplantısından beklenen karar çıkmıştı. Müşrikler, Bedir’den kaçırılan kervandaki mallarla bir ordu hazırlayacaklardı. Böylece öldürülen babalarının ve oğullarının intikamını almış olacaklardı. Karar çok geçmeden Mekke sokaklarında dalga dalga yayılmaya başladı. Bedir’de yakınlarını kaybedenler başta olmak üzere herkes yeni bir saldırı için var gücüyle çalışmaya koyuldu. Halbuki ne yaparlarsa yapsınlar en sonunda kaybeden yine onlar olacaktı. Zira Allah Teâlâ (cc) haklarında şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, (insanları) Allah (cc) yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler cehenneme toplanacaklardır."

Kısa sürede yaklaşık yedi yüzü zırhlı olmak üzere üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Ayrıca orduya aralarında Ebû Süfyân’ın karısı Hind bnt. Utbe’nin de bulunduğu on beş kadın katılmıştı. Üç bin develeri, iki yüz atları vardı. Hazırlıkların tamamlanmasının ardından müşrikler, Medine’ye doğru yola çıktılar. Bunun üzerine Peygamberimizin (sas) Mekke’de oturan amcası Abbâs, olanları hemen bir mektupla kendisine bildirdi.

Müşriklerin savaş için yola çıktıkları haberi kısa sürede Müslümanlar arasında yayıldı. Allah Resûlü (sas), önce Enes ve Mu’nis adlı iki kardeşi, daha sonra da Hubâb b. Münzir’i müşrik ordusu hakkında haber getirmek üzere gözcü olarak gönderdi. Getirdikleri bilgiler, düşman birliklerinin çoktan Medine’ye hareket ettiğini gösteriyordu. Durumun ciddiyetini fark eden Hz. Peygamber (sas), derhâl görüşüne saygı duyduğu ileri gelen Müslümanları teyakkuza geçirdi ve toplantıya çağırdı. Durum değerlendirmesi yapılarak nasıl bir savaş stratejisi belirleneceği hususu üzerinde tartışıldı.

Resûlullah (sas) Bedir Harbi’nde büyük bir zafer kazanmış olmakla birlikte, bu defa şehirde kalarak savunma savaşı yapmalarının daha uygun olduğu yönündeki görüşünü net bir şekilde ifade etti. Onun bu düşüncesi özellikle yaşça daha olgun kişilerce benimsendi. Münafıkların lideri olarak bilinen Abdullah b. Übey b. Selûl de Resûlullah’ın (sas) bu fikrine destek verdi ve savunma savaşı istedi. Ancak Bedir Savaşı’na iştirak edemeyen gençler, düşmana karşı savunmada kalmayı bir korkaklık alâmeti olarak algıladılar ve Medine dışında savaşılmasını teklif ettiler. Tartışmalar giderek alevlendi. Kanı kaynayan gençlerin heyecan dolu ifadeleri gerçekten ihtiyarları bile ayağa kaldıracak güçteydi. Onların bu heyecanına karşı çıkmak, savaş azmini kırabilirdi. Konuşmaları baştan sona dikkatle takip eden Resûlullah (sas), gençlerin görüşünün daha ağır bastığını idrak etti. Hiç istememesine rağmen onların talebine saygı duydu. Sonuçta savunma savaşı yapılması yerine şehrin dışında düşmanla çarpışmaya karar verildi. Bu durum münafıkların liderinin hiç hoşuna gitmemişti. Fakat o, bu karara hemen teslim olmayacağını ve hamlelerinin bitmediğini çok geçmeden savaş yolunda gösterecekti.

Kısa sürede yaklaşık bin kişiden oluşan İslâm ordusu hazır hâle geldi. Bu sayı, düşman ordusunun üçte biri kadardı. Resûlullah (sas) da savaşa hazırdı. Üzerine giymiş olduğu iki zırh onun savaşa nasıl hazır olduğunu açıkça gösteriyordu. Komutanlara yaraşır bir kararlılıkla silahlanıp kuşanan Hz. Peygamber (sas), sabah erkenden müminleri mevzilerine yerleştirmek üzere evinden ayrıldı. Bu sırada Sa’d b. Muâz (ra) ve Üseyd b. Hudayr’ın uyarısıyla yaptıklarından pişman olan Müslümanlar, Resûlullah’a (sas) geldiler ve hata ettiklerini, dolayısıyla istediğini yapmasını söylediler. Buna göre artık şehrin dışına çıkmaya gerek kalmayabilirdi. Ancak Hz. Peygamber (sas) bu konuda kararlı olduğunu şöyle ifade etti: "Hiçbir peygambere, üzerine giydiği zırhı Allah’ın (cc) hükmü gerçekleşinceye kadar çıkarmak yaraşmaz!"

Onun gözü pek bir savaşçıya yakışan bu tutumu, diğer askerler üzerinde çok önemli bir tesir bırakmış ve onların da savaş ortamına iyiden iyiye girmelerine yardımcı olmuştu. Artık herkes düşmanla karşılaşmaya hazırdı ve hiç kimsede korku belirtisi yoktu. Hatta henüz on üç on dört yaşlarında olduğu hâlde savaşa iştirak etmek için neferlerin arasına sızan çocukların cesareti, bütün orduyu daha bir heyecanlandırıyordu. Uhud’a doğru giderken yolda yapılan denetimler sırasında bu çocukları fark eden Hz. Peygamber (sas), cesaretlerini takdir etmekle birlikte, durumun ciddiyetini onlara anlattı ve savaşa katılmalarına müsaade etmedi. Abdullah b. Ömer (ra), Ebû Saîd el-Hudrî (ra), Üsâme b. Zeyd (ra), Zeyd b. Sâbit (ra), Berâ’ b. Âzib (ra), Zeyd b. Erkam (ra), Semüre b. Cündeb (ra) ve Râfi’ b. Hadîc (ra) bu şekilde geri çevrilen çocuklardandı. Ancak daha sonra Râfi’ iyi ok attığı, Semüre de güçlü kuvvetli olduğu için izin verilenler arasına katıldı.

Müslümanlar tam da Uhud’a ulaşmak üzereydi ki münafıkların reîsi olan Abdullah b. Übey b. Selûl son hamlesini yaptı. Savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayınca üç yüz kişilik taraftarıyla ordudan ayrıldı ve Müslümanlar yedi yüz kişi kaldılar. Böylece yaklaşık üçte birini daha savaş başlamadan kaybeden Müslüman ordusu, büyük bir darbe almış oldu. Her şeye rağmen kuvve-i mânevîlerinin bozulmasına müsaade edilmeyecekti. Zira Kur’an’da buyrulduğu üzere gerçek müminler ve münafıklar kendilerini belli etmişlerdi: "İki topluluğun (ordunun) karşılaştığı günde başınıza gelen musibet Allah’ın (cc) izniyledir. Bu da müminleri ortaya çıkarması ve münafıklık yapanları belli etmesi içindi. Onlara (münafıklara), "Gelin, Allah (cc) yolunda savaşın veya savunmaya geçin." denildi de onlar, "Eğer savaşmayı bilseydik, arkanızdan gelirdik!" dediler. Onlar o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Oysa Allah (cc), içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi bilmektedir."

Müslümanlar bir müddet yürüyüşün ardından Uhud dağı eteklerine kadar geldiler. Dağı arkalarına almak suretiyle karargâhlarını kurdular. Uhud dağına yaslanan ordunun güvenliği açısından kuşkusuz en önemli nokta Ayneyn geçidi idi. Buraya hâkim olan, savaşa hükmedebilirdi. Bu nedenle geçit için mutlaka bir önlem alınması gerekiyordu. Hz. Peygamber (sas), oraya keskin nişancılardan elli okçu yerleştirilmesinin taktiksel bir önem arz ettiğine karar verdi. Okçuları kumanda etmek üzere ise Abdullah b. Cübeyr’i (ra) görevlendirdi ve konunun ehemmiyetini ona şöyle anlattı: "Bizi kuşların kaptığını görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar sakın şu yerinizden ayrılmayın! Bizim onları hezimete uğrattığımızı görseniz bile ben size haber gönderinceye kadar asla (yerinizden) ayrılmayın!’ Abdullah (ra) da verilen vazifenin şuurunda olarak adamlarıyla birlikte görev yerine yerleşti. Oysa savaşın kaderinin buradaki askerler eliyle değişeceğinin farkında bile değildi.

Müslümanlar ve müşrikler karşılıklı yerlerini almıştı. Bu sırada Ebû Süfyân’ın karısı Hind bnt. Utbe ve beraberindeki diğer müşrik kadınları, ellerindeki deflerle söyledikleri tahkir dolu şiirlerle erkekleri kışkırtıyorlardı. Savaş her iki taraftan tecrübeli savaşçıların vuruşmalarıyla başladı. Müslümanlar baştan itibaren büyük bir direniş göstererek müşrikleri kısa sürede bozguna uğratmayı başardılar. Özellikle Hz. Hamza (ra), Hz. Ali (ra), Ebû Dücâne (ra) ve Mus’ab b. Umeyr (ra) büyük kahramanlık sergilediler. Zorlu mücadeleler sonucunda artık müşrikler dağılma noktasına gelmişlerdi. Fazla direnç gösteremedikleri gibi bir yandan da başlarının çaresine bakmanın telaşında idiler. Meydandan kaçışan düşman askerlerini, etraflarında bulunan kadınların iğneleyici sözleri bile geri çevirememişti.

Aslında müşriklerin dağılıp kaçışmaları savaşın düğümünün çözüldüğü anlardan biriydi. Çünkü onları bu zor durumda gören Ayneyn geçidindeki okçulardan büyük bir kısmı artık savaşın kazanıldığı, bundan böyle orada beklemelerinin anlamsız olduğu düşüncesine kapıldılar. Meydanda bulunan Müslüman askerlerin ganimet topladıklarını gördüklerinde ise savaşın kazanıldığından iyice emin oldular. Çok geçmeden başlarında bulunan komutanları Abdullah b. Cübeyr (ra) ve birkaç kişi dışında herkes yerlerinden ayrılarak meydana doğru koşmaya başladı. Âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Ne yazık ki Hz. Peygamber’in (sas) kesin talimatı çok çabuk unutulmuştu. Abdullah’ın bütün gücüyle onlara engel olmaya çalışması da hiçbir işe yaramadı.

İşte tam da bu anın gelmesini bekleyen müşriklerin dâhi komutanlarından Hâlid b. Velîd arkadan dolaşarak geçitte kalan okçulara saldırdı. Abdullah b. Cübeyr (ra) ve yanındaki okçular şehit edildiler. Bu hamleyle birlikte Müslümanlar bir anda şaşkına döndüler. Peygamberlerinin (sas) sıkı sıkıya tembihlediği hususun neden bu derece önemli olduğunu anlamakta gecikmediler. Ama artık her şey için çok geçti. Daha önceden savaşı kaybettiklerini düşünerek kaçışan müşriklerin de geri dönmesiyle Müslümanlar iki ateş arasında kaldı. Büyük bir felâketle yüz yüze gelmeleri an meselesiydi. Savaş son derece kritik bir safhaya gelmişti. Öyle ki, İslâm ordusu dağılmaya başlamıştı.

Tam bu sırada Allah’ın Sevgili Peygamberi (sas) de nereden geldiğini anlayamadığı birkaç darbeyle sarsıldı. Utbe b. Ebû Vakkâs’ın fırlattığı bir taş mübarek yüzünü yaraladı. Yanağındaki yaranın ve alt çenesinin sağ ön tarafındaki kırılan birkaç dişinin dayanılmaz sızısını bütün vücudunda hissediyordu ki bu defa Abdullah b. Şihâb’ın attığı taşın alnına isabet etmesiyle başındaki miğfer parçalandı. İbn Kamie’nin kılıç darbeleri de üzerindeki zırhta yankılandı.

Gerçek bir şok hâli yaşanıyordu. Rahmet Peygamberi’nin (sas) böyle bir muameleye maruz kalması reva mıydı? Yüzündeki kanı silen Resûlullah (sas), "Kendilerini Allah’a (cc) davet ediyor olduğu hâlde, Peygamberi’nin (sas) başını yaran, dişini kıran bir kavim nasıl felâh bulur!" diye sitem etmekten kendini alamadı. Bunun üzerine Allah Teâlâ (cc), "Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur. Allah (cc) ya tevbelerini kabul edip onları affeder ya da zalim olduklarından dolayı onlara azap eder." âyetini indirdi. Yüzünden akan kanı elleriyle silmeye çalışıyor fakat durduramıyordu. Savaş sonuna kadar da bu yara kanamaya devam etmiş ve miğferin yanağını sıkıştırması sonucu batan demir parçalarını çıkarmaya bir türlü fırsat bulamamıştı. Peygamberimizin (sas) tedavisi ancak savaş sonunda yapılabildi. Sevgili babasının durumunu merak eden Hz. Fâtıma (ra), onu görünce hemen boynuna sarıldı. Sonra yaralarını suyla yıkamaya başladı fakat bu daha çok kan akmasına neden oldu. En sonunda bir hasır parçasını yakarak külünü bastırdı ve kanı durdurdu. Hiç kuşku yok ki Resûlullah’ın (sas) bu son yaşadıkları, hayatı boyunca unutamayacağı şeylerdi. Zira Hz. Âişe (ra) de böyle düşünmüş olacak ki daha sonraları Allah Resûlü’ne (sas) şu soruyu sormuştu: "Yâ Resûlallah! Başına Uhud gününden daha şiddetli bir gün geldi mi?"

Savaş meydanında yaşanan bu hengâmede Hz. Peygamber’in (sas) öldürüldüğü yönünde çeşitli söylentiler yayılmaya başladı ve Müslüman ordusu arasında büyük bir kargaşa meydana geldi. Öyle ki bu dehşet dolu anlarda Müslümanlar bilinçsizce birbirleriyle çatışmaya başladı. Bu durum karşısında bazıları Allah Resûlü (sas) öldükten sonra artık savaşmanın bir anlamı olmadığını düşünüyordu. Bazıları ise Resûlullah’tan (sas) sonra yaşamanın kendilerine yakışmayacağını, bu nedenle ölümüne çarpışmaya devam edilmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat bir müddet sonra Resûlullah’ın (sas) hayatını kaybetmediği anlaşıldı ve sahâbe rahat bir nefes aldı. Yaşanan bu sarsıntı, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle zikredilmiştir: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse siz gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah’a (ra) hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah (cc) şükredenleri mükâfatlandıracaktır."

Kargaşa sırasında insanı hüzne boğan olaylardan biri de ashâbdan Huzeyfe b. Yemân’ın (ra) babasının Müslümanlarca öldürülmesiydi. Huzeyfe yanlışlıkla meydana gelen bu olaya, "(Durun! Yapmayın!) O benim babam!" diyerek engel olmaya çalıştıysa da olanlar olmuştu. Hayatı boyunca bu hadiseyi hatırından çıkaramayan büyük sahâbî, olaya sebep olanlara yalnızca, "Allah (cc) sizi affetsin!" diyebilmiş, içindeki burukluk ise ömür boyu devam etmişti.

Uhud Savaşı’nda müminler büyük sıkıntılar çekmiş ama Allah Teâlâ (cc) yardımını onlardan esirgememişti. Nitekim her attığını vuran ve Hz. Peygamber’in (sas), "At! Anam babam sana feda olsun!" şeklindeki övgüsüne mazhar olan Sa’d b. Ebû Vakkâs (sas), savaş esnasında son derece dikkatini çeken bir olaya şahitlik etmişti. Onun anlattığına göre, Hz. Peygamber’in (sas) sağında ve solunda beyaz elbiseli iki adam bulunuyordu. İlginç olan şuydu ki Sa’d bu iki savaşçıyı ne bundan önce görmüştü ne de bundan sonra bir daha görecekti. Çünkü bunlar aslında Cebrail ve Mîkâil adlı iki büyük melekti.

Savaşın kahraman isimlerinden Hz. Hamza (ra), çok sayıda müşriki bertaraf etmişti. Onun karşısına çıkmak akıl kârı değildi. Bir insanın onunla karşılıklı savaşabilmesi için ölümü göze alması gerekirdi. İşte bu yüzden olsa gerek müşriklerin hürriyetine kavuşturma sözü verdikleri Vahşî bile onu ancak uzaktan uzağa gözlüyor, gafil bir anını yakalamaya çalışıyordu. Bu iş için uzun süredir hazırlanmıştı. Görevini başardığı takdirde artık özgür bir hayat onu bekliyordu. Hürriyet hayaliyle kurduğu planları uygulama sırası gelmişti. Savaşın en hararetli anında ölümüne çarpışan Hz. Hamza (ra), Vahşî’nin fırlattığı mızrakla yere yığıldı. Nereden geldiğini hissedemediği bu mızrağın Hz. Hamza’ya (ra) verdiği acı, hain bakışlı bir çift gözün sevinçle parlamasını sağladı. Bundan sonra ise, yürekleri dağlayan olaylar zinciri peş peşe geldi. Vahşî, adına yaraşır bir şekilde elindeki keskin bıçakla Hz. Hamza’nın (ra) ciğerini söktü ve Hind’e götürdü. Ardından Hind ve yanındaki kadınlar şehitlerin kulaklarını, burunlarını keserek kendilerine gerdanlık ve küpe yaptılar. Daha sonra bu olayı hatırlatan Ebû Süfyân, her ne kadar böyle bir şey yapmalarını emretmemiş olsa da durumdan şikâyetçi de olmadığını itiraf edecekti. Vahşî ise yıllar sonra Müslüman olduğunda bu olayı anlatırken hep mahcubiyet duyacaktı. Hz. Peygamber (sas), amcasını hunharca katleden bu kişiyi affetse de ondan elinden geldiği kadar kendisinden uzak durmasını isteyecekti. Vahşî, Allah Resûlü’nün (sas) vefatından sonra Müseylimetü’l-Kezzâb isminde yalancı bir peygamber çıkınca, onun üzerine gönderilen orduya katılacak, "Umarım ki Hamza’ya karşı işlediğim cinayetin karşılığında, Müseylime’yi öldürürüm." diyecek ve bunu gerçekleştirecekti.

Artık savaşın sonu gelmiş, müşriklerden yirmiden fazla kişi öldürülmüş, sadece Ebû Azze adlı bir şair esir edilmişti. Bedir’deki esaretinden kızlarının bakımını sebep göstererek ve dilini tutacağına dair söz vererek kurtulan Ebû Azze bu defa Resûlullah’ı (sas) kandıramadı ve yalancılığının cezasını canıyla ödedi. Müslümanlar ise yaklaşık yetmiş şehit vermişti. Yaralı Müslüman askerlerin pek çoğunun su içmek için bile ellerini kaldıracak mecali kalmamıştı. Tam bu sırada onların imdadına yetişen Hz. Âişe (ra) ve Ümmü Süleym gibi kadın sahâbîler, yaralılara su yetiştirmek için âdeta çırpınıyorlardı. Nitekim Enes b. Mâlik (ra) şunları anlatıyordu: "Ben Uhud günü Ebû Bekir’in (ra) kızı Âişe (ra) ile Ümmü Süleym’i gördüm. Eteklerini toplamış (koşturuyor)lardı. Bileklerindeki halhalları görüyordum. Sırtlarında su kırbaları taşıyorlar ve yaralıların ağızlarına su döküyorlardı. Sonra tekrar geri dönüp kırbaları dolduruyorlar, gelip yaralıların ağızlarına döküyorlardı."

Savaş sonrasında büyük bir dram yaşanıyordu. Nitekim bütün şehitlere yetecek kadar kefen malzemesi yoktu. Elde mevcut az sayıdaki örtülerden birisi Mus’ab b. Umeyr’in (ra) kefeni için kullanılacaktı, ancak ne mümkün? Çünkü bu örtü o kadar kısaydı ki Mus’ab’ın başı örtülse ayakları açıkta kalıyordu, ayakları örtülse başı... En sonunda Hz. Peygamber’in (sas) talimatıyla örtü Mus’ab’ın başını örtecek şekilde kullanıldı, ayaklarına ise izhir denilen otlardan konuldu.

Şehitlerin gömüleceği mezarlar konusunda da sıkıntılar yaşanıyordu. Bu nedenle Resûlullah (sas), kabirlerin geniş ve güzel bir şekilde kazılmasını, iki üç kişinin aynı yere defnedilmesini ve Kur’an’ı en iyi bilen kişilerin de öne geçirilmesini istedi. Böylece bütün şehitler yıkanmadan ve cenaze namazı kılınmadan üzerlerindeki kanlı elbiseleriyle defnedildiler. Bazı sahâbîler ise yakınlarının cenazelerini Medine’ye taşımak istediler. Hatta şehitlerini taşıyanlar oldu. Ancak Hz. Peygamber (sas) buna müsaade etmedi ve onların hepsinin şehit edildikleri yerde gömülmelerini emretti.

Böylece Uhud Savaşı, Hz. Peygamber’in (sas) savaş öncesindeki kanaatinin benimsenmemesinin ve savaştaki talimatlarına kulak asılmamasının acı sonuçlarını bütün Müslümanların yaşadığı bir ibret tablosu olarak tarih sayfalarındaki yerini almış oldu. Zira onlardan bir kısmı kendilerine zafer gösterildiğinde zaafa düşerek Resûlullah’ın (sas) emrine karşı gelmişlerdi. Verilen kesin talimata rağmen Ayneyn geçidinin terk edilmesi, Müslümanların lehine olan savaşın seyrini değiştirmiş ve beklemedikleri bir sonuçla karşılaşmalarına neden olmuştu. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçeğe şöyle ifade edilmişti: "Onların (müşriklerin) başına (Bedir’de) iki mislini getirdiğiniz bir musibet (Uhud’da) sizin başınıza geldiğinde, "Bu, nereden başımıza geldi?" dediniz, öyle mi? De ki: "O (musibet), kendinizdendir." Şüphesiz Allah’ın (cc) gücü her şeye hakkıyla yeter." Öyle ki bozguna uğrayan Müslümanlar, Allah Resûlü (sas) peşlerinden çağırdığı hâlde kimseye dönüp bakmadan dağa doğru kaçmışlardı. Ancak Allah Teâlâ (cc), yaptıkları hataya rağmen şeytan tarafından ayakları kaydırılmak istenen bu kullarını bağışladığını bildirmiştir. Hz. Peygamber (sas) de onlara karşı katı kalpli olmak yerine Allah’ın rahmetiyle yumuşak davranmayı tercih ederek etrafından dağılıp gitmelerini engellemiştir. Müslümanların, imanlarıyla sınandıkları bu çetin imtihan, onları daha sonraki savaşlarda aynı hatalara düşmekten kurtaran bir ders olmuştur.