Hadislerle İslam

Hırsızlık: Başkasının Malına Tecavüz

İslam'da hırsızlığın cezası nedir? Hırsıza hangi durumlarda ceza verilmez?

Abone Ol

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ: أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لاَ يَزْنِى الزَّانِى حِينَ يَزْنِى وَهُوَ مُؤْمِنٌ، وَلاَ يَسْرِقُ حِينَ يَسْرِقُ وَهُوَ مُؤْمِنٌ، وَلاَ يَشْرَبُ الْخَمْرَ حِينَ يَشْرَبُ وَهُوَ مُؤْمِنٌ، ثُمَّ التَّوْبَةُ مَعْرُوضَةٌ بَعْدُ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Zina eden kişi, hem mümin olup hem zina edemez. Hırsızlık eden kişi, hem mümin olup hem çalamaz. İçki içen kişi, hem mümin olup hem içki içemez. (Şayet mümin olduğu hâlde bunlardan birini yapacak olursa) tevbe kapısı açıktır.”

(M208 Müslim, Îmân, 104; B2475 Buhârî, Mezâlim, 30)

***

عَنْ أَنَسٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَنِ انْتَهَبَ فَلَيْسَ مِنَّا.”

Enes (b. Mâlik) (ra) tarafından nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kim (bir malı) yağmalarsa bizden değildir.”

(T1601 Tirmizî, Siyer, 40)

***

عَنْ سَعِيدِ بْنِ زَيْدِ بْنِ عَمْرِو بْنِ نُفَيْلٍ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَال: “… َمَنْ سَرَقَ مِنَ الْأَرْضِ شِبْرًا طُوِّقَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ َمِنْ سَبْعِ أَرَضِين.”

Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“...Kim bir karış (bile olsa) toprak çalarsa, kıyamet günü o yer, yedi kat hâlinde onun boynuna dolanır.”

(T1418 Tirmizî, Diyât, 21)

***

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “مَنْ قَاتَلَ دُونَ مَالِهِ فَقُتِلَ فَهُوَ شَهِيدٌ.”

Abdullah b. Amr'ın (ra) işittiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kim malını savunurken öldürülürse, o şehittir.”

(N4089 Nesâî, Muhârebe, 22; M361 Müslim, Îmân, 226)

***

Hz. Peygamber (sas), çok sevdiği azatlısı Zeyd'in oğlu Üsâme'nin anlattıklarına şaşırmış, dahası çok üzülmüştü. Zira söylediklerini kabule imkân yoktu.

Üsâme, Kureyş'in Mahzûm soyuna mensup Fâtıma bnt. Esved isimli kadından bahsediyordu. Bu kadın, toplumda tanınmış bazı insanlar adına çeşitli ziynet eşyalarını ödünç almış fakat daha sonra iade etmemişti. Üstelik bunları satarak kazanç elde etmişti. Ödünç verenlerden biri, Fâtıma'nın, adını kullandığı bu insanlara giderek günler önce verdiği ziynet eşyalarını sorunca, yaptığı ortaya çıkmıştı. Zira ismi kullanılan insanların böyle bir şeyden haberi yoktu. Kadının şikâyeti üzerine Hz. Peygamber (sas) onu huzuruna çağırmıştı. Fâtıma inkâr etmeye kalkışmışsa da suçlu olduğu anlaşılmıştı.

Bu kadının mensubu olduğu kabilenin ise toplumda büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin ileri gelenleri, adlarının lekeleneceği endişesiyle kendi boylarından birinin bu şekilde cezalandırılmasını istemiyorlardı. İşte bu noktada akıllarına bir çare geldi. Eğer çok sevdiği biri Hz. Peygamber'e (sas) gider ve bu kadının affını dilerse, belki bağışlanabilirdi. Ancak buna kim cesaret edebilirdi! Hepsi aynı isim üzerinde birleşti: Üsâme. Zira biliyorlardı ki onu çok seven Hz. Peygamber (sas), “Kim Yüce Allah'ı (cc) ve Resûlü'nü (sas) seviyorsa Üsâme'yi de sevsin.” buyurmuştu.

Öyleyse böyle bir teklif götürmeye cesaret edebilecek tek kişi Üsâme olmalıydı. Kureyşliler onunla konuşup Hz. Peygamber'den (sas) af dileme konusunda kendisini ikna ettiler. İşte şimdi Üsâme Hz. Peygamber'e (sas) bu kadının affedilip edilemeyeceğini soruyordu. Hz. Peygamber'in (sas) yanıtı çok net oldu: “Bizzat Allah tarafından belirlenen bir ceza hususunda şefaatçi mi oluyorsun?

Sonra Hz. Peygamber (sas), insanlara bir konuşma yaptı ve evrensel nitelikteki şu uyarısını dile getirdi: “Ey insanlar! Sizden önceki milletler ancak şu sebepten dolayı sapmışlardır: Onlar ileri gelenlerden biri hırsızlık yaptığında ceza vermezler, güçsüz biri hırsızlık yaptığında ise ona ceza uygularlardı. Allah'a (cc) yemin ediyorum ki, eğer Muhammed'in (sas) kızı Fâtıma çalmış olsaydı, muhakkak onun elini de keserdim!”

Hz. Peygamber'in (sas) de dikkat çektiği üzere hırsızlık, tarih boyunca bütün toplumlarda en çok karşılaşılan suçlar arasındadır. Bu suçun, Allah'ın (cc) Kur'ân-ı Kerîm'de bahsettiği ve cezasını belirlediği suçlar arasında yer alması da muhtemelen yaygınlığı ile ilgilidir. Şirk hâriç kendisine karşı işlenen suçları bağışlamada son derece cömert olan Yüce Rahmân (cc), insana ve onun için değer arz eden malına karşı yapılan bu saldırıya ibretlik bir ceza takdir etmiştir: “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah (cc) izzet ve hikmet sahibidir.” Allah Teâlâ (cc) toplumsal birliğin sağlanmasına vurduğu darbe ve bireyin iç dünyasında yaptığı tahribattan dolayı hırsızlığı kesinlikle yasaklamış, Müslümanlığı kabul etme ve Hz. Peygamber'in (sas) her alandaki otoritesini tanıma mânâsına gelen biat şartları içinde hırsızlık yapmamayı da saymıştır: “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah'a (cc) hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan (cc) mağfiret dile. Şüphesiz Allah (cc), çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” Resûl-i Ekrem (sas) de Müslüman olmak üzere kendisine gelen kişilerden bu şartlar dâhilinde biat almıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'in bu öğretileri doğrultusunda Allah Resûlü'nün (sas) hırsızlıkla alâkalı olarak başvurduğu mânevî müeyyideler, maddî olanlara göre çok daha ağır ve şiddetlidir. Nitekim Hz. Peygamber (sas), “Zina eden kişi, hem mümin olup hem zina edemez. Hırsızlık eden kişi, hem mümin olup hem çalamaz. İçki içen kişi, hem mümin olup hem içki içemez. (Şayet mümin olduğu hâlde bunlardan birini yapacak olursa) tevbe kapısı açıktır.” buyururken iman ile amel arasında doğrudan bir bağ kurarak gerçek bir müminin asla hırsızlığa teşebbüs edemeyeceği mesajını verir. Bu sebepledir ki Allah Resûlü (sas), “Yâ Resûlallah! Eğer malımdan dolayı bir saldırıya uğrarsam ne yapmalıyım?” sorusuna, “Allah'ı (cc) hatırlat!” cevabını vermiştir. İki kere peş peşe tekrarlanan, “Ya aldırmazsa!” karşılığına verdiği cevap yine aynı şekilde, “Allah'ı (cc) hatırlat!” olmuştur.

İçinde yaşadığı ortamda, diğer din ve inanç sahiplerine karşı var gücüyle “biz” yani “Müslüman toplum” bilincini oluşturmaya çalışan Resûl-i Ekrem (sas), “Kim (bir malı) yağmalarsa bizden değildir.” buyurmaktadır. Bütün bu ikazlara rağmen karşıdaki insan niyetini gerçekleştirmekten vazgeçmiyorsa, karşılaşacağı ilk mânevî müeyyide öncelikle Allah'ın lânetidir. Bundan sonra hırsız, Hz. Peygamber'in (sas), “...Kim bir karış (bile olsa) toprak çalarsa, kıyamet günü o yer, yedi kat hâlinde onun boynuna dolanır.” hadisinde belirtilen cehennem azabına duçar olur.

İslâm, her alanda olduğu gibi hırsızlık konusunda da öncelikle inanan insanın vicdanına ve imanına hitap etmektedir. Ferdin vicdanında çözülemeyen meseleye ise ilk olarak toplumsal hassasiyeti ve kamu vicdanını adres göstermektedir. Burada da çözülemeyen mesele artık hukuka iletilecektir. Bütün bunlara rağmen başkasının malına göz diken ve onu almaya çalışanlar için, hem yaptıklarının karşılığı olması hem diğer insanları bu suçtan caydırması için yüce dinimiz bazı maddî müeyyideler getirmiştir. Ancak bu cezalar çalınan şeyin bulunduğu yere, miktarına, suçun işlendiği şartlara bağlı olarak değişiklik arz eder. Fıkıh kitaplarında bütün ayrıntılarıyla ele alınmış ve hakkında muazzam bir birikim oluşmuş bu konunun temel ilkeleri de Hz. Peygamber (sas) tarafından tespit edilmiştir.

Allah Resûlü (sas), bir hırsızlık isnadında öncelikle olayı titizlikle araştırmıştır. Bu çerçevede ceza, ancak hırsızlığın itirafı veya açık delillerle ispat edilmesi durumunda söz konusu olmuş, aksi takdirde zanlı serbest bırakılmıştır. Rahmet Elçisi'nin (sas) bu tavrında, “Aksi ispat edilmediği sürece kişi suçsuzdur.” kaidesine yapılan vurguyu görmek mümkündür.

Suçun sabit olduğu anlaşılsa bile bu kez, “hırsızlığın neden yapıldığı” konusu önem kazanır. Nitekim Allah Resûlü (sas), bir kimsenin bir bahçenin ürününden yemesinde sakınca görmezken, bahçedeki ürünü alıp götürene iki katı tazmin cezası vermektedir. Alıp götürülen şeyin değerinin belirli bir miktara ulaşması durumunda ise ona hırsızlık cezası uygulamaktadır. Rahmet Elçisi'nden (sas) sonra aynı yolu takip eden Hz. Ömer (ra), bir grup hizmetçi aç bırakıldıkları için hırsızlık yapınca el kesme cezası uygulamamış, bunun yerine onların işverenine çalınan malı iki katıyla tazmin ettirmiştir. Aynı şekilde Halife Ömer (ra) kıtlık zamanında yapılan hırsızlıklarda da el kesme cezası uygulanmayacağına hükmetmiştir.

Mala yönelik bir suçun hırsızlık sayılabilmesi için gerekli bu temel vasıfları taşımadığı için gasp, yankesicilik, kapkaç, emanete hıyanet, yağmacılık, dolandırıcılık, zimmet gibi suçlar, bu kapsamda değerlendirilmemiş, el kesme yerine her biri için ayrı ayrı cezalar öngörülmüştür. Evet, bir suç işlenmiştir ve bunun sorumlusu elbette suçu işleyendir. Ancak İslâm'da, hemen suçlunun cezalandırılması yoluna gidilmemekte, aksine suçun altında yatan bireysel ve ekonomik sebepler başta olmak üzere bütün şartlar değerlendirilmektedir. Çünkü gerek devlet gerekse toplum, fertlerin can ve mal güvenliğini sağlayarak onların mutlu bir hayat sürmelerini sağlamakla yükümlüdür. Bu konuda başta devlet yetkilileri olmak üzere tüm Müslümanlara önemli görevler düşmektedir. Devletin ve Müslüman toplumun bu görevini yapamadığı bir ortamda meydana gelen hırsızlık olaylarının temel sebebi “ihtiyaç” olacaktır. Dolayısıyla ihtiyaç ve fakirlikten kaynaklanan hırsızlık olaylarında işlenen suçta hem toplumun hem de devletin payı ve sorumluluğu vardır. Buna göre işlenen suçu, bireysel değil bütün toplumun etkisi ve katkısı olan bir problem şeklinde değerlendirmek gerekir. İşsizlere yeni istihdam alanlarının açılması, adaletli bir gelir dağılımı, hakkın gerçek hak sahibine ve zamanında verilmesi gibi uygulamalar, hırsızlık ve gasp gibi mala yönelik suçların önlenmesinde alınması gereken tedbirlerin başında gelmektedir. Bunlara ek olarak İslâm, böyle olumsuz olayların yaşanmaması için farz bir ibadet olan zekât müessesesini getirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de, “Sevdiğiniz şeylerden Allah (cc) yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” buyrulmak suretiyle mal ve servet “göz dikilen değerler” olmaktan çıkarılıp sahibine sorumluluk yükleyen değerler hâline getirilmiş ve böylelikle sosyal adalet ve denge öngörülmüştür.

Devletin, toplumun bütün bireylerine asgarî yaşama şartlarını sağlaması durumunda kişi hâlâ hırsızlık yapıyorsa bu kez açgözlülük, kolay yoldan kazanma, zengin olma, hatta heyecan ve macera hissi akla gelecektir. İşte ceza ihtimalini ortaya çıkaran bu ikinci durumdur. Ancak bu durumda dahi Hz. Peygamber (sas), hırsızlık suçunun oluşabilmesi için bazı şartlar aramıştır. Bir hırsızlık durumunda Allah Resûlü (sas), öncelikle çalınan şeyin, toplumun sahip olduğu ekonomik şartlarda belli bir değere ulaşıp ulaşmadığına dikkat etmiştir. Hz. Peygamber'in (sas) tespit ettiği bir diğer şart da bu değere sahip olsa bile çalınan malın koruma altında iken gizlice alınmış olmasıdır. Bu şartları taşımayan vakalarda uygulanan cezalar diğerlerinden farklıdır. Meselâ Resûl-i Ekrem (sas), otlakta otlayan hayvanları çalanın, çaldığının iki mislini ödemesini ve ibret için sopa ile dövülmesini emretmiş fakat elinin kesilmesini istememiştir. Zira otlakta otlayan hayvanlar koruma altında değildir. Yine Hz. Ömer'in (ra), hizmetçinin, efendisinin evinden çaldığı bir eşya için el kesmeyi gerekli görmemesi de “koruma altında bulunma” şartının gerçekleşmemesinden kaynaklanmış olmalıdır.

Görüldüğü gibi ashâb, Hz. Peygamber'in (sas) vefatından sonra ortaya çıkan en küçük bir mazereti ya da tereddüdü bile dikkate almış ve bunu suçlunun lehine değerlendirmişlerdir. Kısaca ifade etmek gerekirse İslâm'a göre, ihtiyaç ve çaresizlik dışında bir sebeple koruma altında bulunan ve belli bir değere sahip malı gizlice almak suretiyle işlenen suça “hırsızlık” denir ve yukarıda verilen âyette belirtildiği üzere kadın ya da erkek olsun fark etmeksizin hırsızlık cezası uygulanır.

İnsanın hem dünya hem de âhiret mutluluğunu sağlamayı hedef edinen ve bu gaye ile evrensel değerler benimseyen İslâm için suç-ceza ilişkisi noktasında önemli olan, insanın can, mal ve namus gibi değerlerinin korunmasıdır. Hırsızlık ve gasp gibi suçlara verilen cezadaki temel gaye ise mal güvenliğini sağlamak ve malın meşru olmayan yollarla elde edilmesini engellemektir. Zira hırsızlık, haklar ve hürriyetler çerçevesinde kişilerin helâl ve meşru yoldan mal edinebilmelerine vurulmuş bir darbedir. Dolayısıyla hırsızlık yapan insan, sırf kişisel çıkarı veya zaafları uğruna bir başka insanın en tabiî haklarından birini ihlâl etmektedir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (sas), “Kim malını koruma uğruna mücadele eder ve öldürülürse, o şehittir.” buyurmuştur. Hırsızlık girişiminin cezasız kaldığı bir toplumda insanlar, başkaları tarafından çalınabileceği veya gasp edilebileceği endişesiyle kazanma, biriktirme ve mal edinme haklarından vazgeçebilecektir. Yahut alın teriyle kazandığı malını, mülkünü kaybetme endişesiyle sürekli huzursuz olacaktır. Bu ise sadece bireyler için değil toplum ve devlet için de bir zaaf teşkil edecek, fakirliğe ve daimî bir muhtaçlığa sebep olacaktır.

Toplumsal açıdan bakıldığında İslâm'ın hırsıza ve hırsızlığa karşı benimsediği müeyyideler, diğer insanların aynı suçu işlememesi için alınmış caydırıcı tedbirler ve ibretlik derslerdir. İslâm aynı zamanda belirlediği bu caydırıcı cezalarla kişinin hırsızlık yapmasını engelleyerek onu günaha düşmekten korumaktadır. Bunun içindir ki Allah Resûlü (sas), yetkili yargı mercii olarak kendisine iletilen suçları asla affetmemiş, böylece topluma çok önemli ve caydırıcı bir mesaj vermiştir. Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olan sahâbî Safvân b. Ümeyye'nin başından geçen hadisede bunun açık bir örneğini görmek mümkündür. Safvân, Kâbe'yi tavaf edip namaz kıldıktan sonra hırkasını başının altına yastık yaparak uyumuştu. Uyku sırasında hırkanın başının altından çekilip alındığını fark etti. Hemen uyandı ve hırsızı yakaladı. Adamı Hz. Peygamber'in (sas) huzuruna getirdi. Olayı tahkik eden Resûl-i Ekrem (sas), önce hırsıza suçunu itiraf ettirdi sonra da cezalandırılmasını emretti. Fakat Safvân, meselenin bu boyuta ulaşacağını tahmin etmemişti, “Hırkam yüzünden bu adamın elinin kesilmesini istememiştim.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdu: “Madem affedecektin, bunu daha önce yapmalıydın!”

Resûl-i Ekrem'in (sas) bu hükmü, bir taraftan kişisel hak ve yetkilere delâlet ederken diğer taraftan toplumsal hissiyata vurgu yapmaktadır. Buradan anlaşıldığına göre insan, kişisel olarak maruz kaldığı bir suç karşısında suçluyu affetme hak ve yetkisine sahiptir. Ancak bu hakkını kullanmaz, meseleyi yargıya iletirse artık geri dönüşü de yoktur. Zira yargıya iletilmiş bir meselede kararı hukuk verecektir. Bu noktadan sonra işlenen suç, sadece iki tarafla yani suçlu ve mağdur ile alâkalı basit bir mesele değildir; verilecek hükmün toplumsal boyutları da bulunmaktadır. Dolayısıyla suça ilişkin dava açılmış, suç mahkemece ispat edilmiş ve karar verilmişse artık mesele ferdî hak olmaktan çıkmış, toplumu ilgilendiren bir kamu davası hâlini almıştır. Burada verilen mesaj açıktır; insanlar yargıyı ciddiye alsın, onu caydırıcı bir güç olarak görsün, hâkimin dahi affetme yetkisinin bulunmadığını bilsin ve verdiği karara dikkat etsin.

Hırsızlığa karşı alınan tedbirler, diğer bir açıdan sistemin mağdura verdiği değeri de göstermekte, ona, “Hem toplum hem de devlet olarak biz senin yanındayız, seni ve sahip olduğun değerleri ne pahasına olursa olsun koruruz.” mesajı vermektedir. Dolayısıyla fert, toplum ve devlet el ele vererek suça karşı birlikte mücadele edecek, yaşanabilir sosyal bir birlik oluşturulacaktır. Hâlbuki hırsız, aynen kendisi gibi toplumun bir parçası olan bir insanın malına göz dikmiş, sonra da onu koparıp almıştır. Öyleyse burada zarar gören, sadece bir insan değil bütün bir toplumdur; toplumun birliği, beraberliği ve huzurudur.

İslâm'ın hırsıza uyguladığı muamele, aslında hırsızın da lehinedir. Zira Hz. Peygamber (sas), “Sizden kim bir suç işler ve kendisine ceza uygulanırsa bu onun için kefarettir. Kimin suçunu da Allah örterse onun işi Allah"a kalmıştır; dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.” buyurmaktadır. Öyleyse suçu açığa çıkmamış veya çıkarılamamış insan için af umudu ile birlikte “Allah'ın (cc) azabı” gibi oldukça büyük bir risk de vardır ki bu azabın şiddetini anlatmaya belki de hiçbir dilin, hiçbir kalemin gücü yetmeyecektir.

İtirafı neticesinde suçunun cezası verilen bir sahâbî ceza tatbikinden sonra Hz. Peygamber'e (sas) getirilmiş, O (sas) da kendisine, “Allah'tan (cc) af dile ve O'na yönel.” tavsiyesinde bulunmuştur. Sahâbî, hemen bu sözlerle Allah'a (cc) yakarıp af dileyince Hz. Peygamber (sas) şu duayı üç defa tekrarlamıştır: “Allah'ım! Tevbesini kabul et.” Bu rivayetlerden anlaşılmaktadır ki kişi hırsızlık da yapsa Allah'ın (cc) tevbe kapısını daima açık tuttuğunu bilmelidir. Yeter ki kişi Allah'a (cc) olan iman ve inancını kaybetmesin, yaptığı hatanın büyüklüğünü anlayarak Rahmân ve Rahîm olan Rabbinden af dilesin. Zira Allah (cc) böyle samimi pişmanlıklar karşısındaki tavrını açıkça ifade etmektedir: “Kim bu haksız davranışından sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah (cc) onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” Allah Resûlü (sas) de böyle içten davranışlar karşısında daima Müslümanın yanındadır ve onun maddî mânevî yardımcısıdır. Pişman olmuş bir suçluya gösterilen bu ilgi Hz. Peygamber'in (sas), cezadan ziyade ferdî ve toplumsal mutluluğu, huzurlu ve güvenli bir yaşam ortamını öncelediğini gösterir. Bununla birlikte unutulmamalıdır ki hırsızlık ve gasp, başkasının malına tecavüzdür ve haksız bir kazançtır.

Hz. Peygamber'in (sas) söz ve uygulamalarının genelinden anlaşıldığına göre aslında amaç, suçu daha meydana gelmeden önlemektir. Hırsızlık yapıldıktan sonra sadece failin cezalandırılması yönünde atılacak bir adım suçu önlemeye yetmeyecektir. Kişiyi hırsızlığa iten sebepler araştırılmalı, bu sebeplerin ortadan kaldırılmasına çalışılmalıdır. Bu konuda tek tek bireylere, bir bütün olarak topluma ve devlete düşen görevler vardır. Suçu önleme konusunda atılacak en önemli adım, küçüklükten itibaren bireylerin bu yönde eğitilmesidir. Nitekim Hz. Peygamber (sas) çok küçük bir eşyayı çalmanın bile Allah'ın (cc) gazabına sebep olacağını belirtmiş ve “Allah (cc) bir yumurta çalıp da eli kesilen ve bir urgan çalıp da eli kesilen hırsıza (bile) lânet eder.” buyurmuştur. Bilinmelidir ki küçük şeylerin çalınmasıyla başlayan bu alışkanlık ileride meslek hâline gelip vahim sonuçlar doğurabilecektir.

Mala ilişkin bir hareketin, aslında bizzat insana, bir bütün olarak topluma, devlete ve yasağı çiğnediği için Allah'a (cc) karşı bir hareket olduğunu bilen birey bu suçu işlemeye kalkışamayacaktır. Zira böyle bir suça teşebbüs ettiği takdirde hem maddî hem de mânevî müeyyidelerle karşılaşacaktır. Bu müeyyideler aslında yine suçu daha işlenmeden önlemeye yönelik tedbirler kapsamındadır. Belli bir iman olgunluğuna ulaşmış insanlar için bunlar yeterince, hatta fazlasıyla caydırıcıdır. Bununla birlikte bu iman derinliğine ulaşamamış olan, “Allah'ı (cc) hatırlamamakta” ısrar edenler de çıkacaktır. Bu durumda da insanlar arasındaki huzur ve mutluluğun sağlanması gerekmektedir. Zira bu, toplumsal birlik, beraberlik ve mutluluğun gereklerindendir.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam