Aile Dergisi

Çocukluğum

“Çocukluk bütün pişmanlıkları boşluğa düşüren bir sığınak” diyordu okuduğum bir kitapta. Öyle miydi gerçekten. İnsan en büyük nedametleri çocukluğuna sığınıp ardında bırakabiliyor muydu? Ya benim gibi çocukluğunu mutlu anılarla öremeyenler. Çocukluk deyince burnuna dezenfektan kokuları dolan, ilk oyunlarını hastane koridorlarında oynayanlar. Üstelik hasta olan ben değildim. Fakat sağlıklı çocuk olmanın bedelini ödedim yıllarca.

Abone Ol

Mezeyyen yazıcı

Ağabeyim, beyaz bezlerin içinde yarı baygın, sedyenin üzerinde hızla benden uzaklaşıyor. Ona dair anılarım bu sahneyle başlıyor. Annemin uzun, upuzun ağlayışı sonra. Minik ellerimle yüzünü okşadığımı, çocuk aklımla onu teselli etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Babam, kasketini yumruğuyla sıkıyor. Dudaklarını kemirdiğini görüyorum. Yüzünü öte yana çeviriyor. Sonrası beyaz önlüklü koca koca adamlar. Bir cümle gelip zihnime yerleşiyor konuştuklarından. Oğlunuz çok hasta, iyi bakılması gerek, yoksa… Ardından bahçemize kurulan salıncak beliriyor zihnimde. Ağabeyimin, içinde büzülmüş oturduğunu yavaş ve ritmik bir şekilde uzun uzun sallandığını görüyorum. Annemin sıcak bahar günlerinde öğle yemeklerini salıncakta yedirişini. Bir türlü sıranın bana gelemeyişini.

Bir haziran gününü anımsıyorum. Elimde karnem. Heyecanım boyumdan büyük. Dördüncü sınıf olmuşum. Takdir almışım. Bahçe kapısından rüzgâr gibi geçip avluya varıyorum. Annem ortalarda gözükmüyor. Evdedir diye düşünüyorum. Hızlı hızlı çalıyorum zili. Annem karnemi görecek, aldığım takdire bakıp küçük kızıyla gurur duyacak. Sevinecek, gözlerinin için gülecek. Kapı açılıyor. Annemin gözlerinde bir soğukluk. Usulca sus işareti yapıyor. Ağabeyin evde. Karneni görmesin. Hemen götür vitrine sakla. Çıkarma sakın. Sevincime neşter vuruyor bu sözler. Adımlarım yavaşlıyor. Babam akşam usulca bir buse konduruyor yanağıma. Ceketinden çıkardığı cicili biçili bir paketi yastığımın altına iliştiriyor. Bak bu karne hediyen, diyor. Babam kahramanım oluyor o gece.

Evimizi anımsıyorum. Evimiz uzun yıllar şen kahkahaların, küçük şakalaşmaların, mutlu bayram sabahlarının mekânı olmadı, olamadı. Yıllarca bitimsiz bir hınç büyüttüm içimde. Sağlıklı olmanın bedelini üzerime örtülen keder perdesiyle ödedim. Ve İbni Sina… O büyük, kasvetli hastane binası. Dar ve insanı soluksuz bırakan odalar. Serumlar, ameliyatlar... Hemşire hanım elinde iğneyle yaklaşıyor, ben hasta değilim ki diyorum, hasta olan o, bana neden iğne yapıyorsunuz. Annem kolumu tutuyor, yapmak zorundasın, diyor, o senin ağabeyin. Onun için bu kan, vermek zorundasın.

Bugün onun ölüm yıldönümü. Bugün bu evin kapısından küçük bir kız çocuğu olarak değil bir anne olarak giriyorum. Elini tuttuğum yavrum neşeyle anneannesine sarılıyor. O an dağılıyor evin matemi. Yasinler okuyup genç yaşta aramızdan ayrılan ağabeyimin ruhuna bağışlıyoruz. Oğlum misafirlere gül suyu ikram ediyor. O an ne kadar da benziyor ağabeyime. Annemin bakışlarını yakalıyorum. Oğlumu seyrediyor. Yıllar öncesine gidiyor bakışları. O an annemi affediyorum.

Canım Oğlum

Ne kadar zor, bir annenin evladıyla imtihan olması. Babasız büyüyene yetim derler bizim oralarda, annesizliğin acısını çekene öksüz. Evlat acısı yaşayana bir söz diyememişler. Kelimeler kifayetsiz kalmış. Bir de benim gibi, evladı gözlerinin önünde günden güne eriyip gidenler var.

Allah nasip etti, yuva sahibi oldum. Güleç yüzlü, hâl hatır bilen bir yoldaşım oldu. Çok geçmeden hanem bebek sesiyle doldu. Oğlum İsmail’i kucağıma aldım. Ardından kızım Sümeyye geldi dünyaya. İlk yıllar ne kadar güzeldi. Sonra oğlumun hastalığı kara bir bulut gibi çöktü üzerimize. Rabbim şahidimdir, isyan etmedim. Şifa kapılarını çaldım tek tek. Gün oldu gözyaşlarımı içime akıttım. Gün oldu küçük küçücük bir ihtimalin peşinden büyük şehirlerin yolunu tuttum.

Ne kadar da zordu her şey. Üstelik bir evladım daha vardı. Doktorlar oğluma çok iyi bakmam gerektiğini tedavi sürecinde bağışıklık sisteminin çok zayıfladığını söylüyorlardı. Ona bir bebek gibi bakıyor, üzerine titriyorduk. Ya kızım. O ne olacaktı? Nasıl adil olabilirdim ki. Kalbim kan ağlarken kızımla nasıl gülüp eğlenebilirdim. Oğlum akranları gibi koşup oynayamazken ben kızımla parklarda bahçelerde nasıl gezebilirdim.

Kimi zaman Sümeyye’yi de hastaneye götürüyorduk. Doktorlar ondan da kan alıyor, çeşitli tetkikler yapıyorlardı. Hemşireler iğne ile geldiklerinde ağlıyordu küçük kızım. Anne ne olur diyordu, ben hasta değilim ki. O zaman kolundan tutup gitmesine engel oluyordum, yapmalısın diyordum, o senin ağabeyin, iyileşmesi için bunu yapmalıyız. Çaresiz boynunu büküyordu.

Eşim benden daha güçlüydü. Kızımla daha çok o ilgilendi. Ben hastane odalarında oğlumun başında sabahlarken o kızıma hem anne hem baba oldu. Fakat kızıma annelik yapamamanın acısını hep içimde duydum. Hele bir haziran gününü hiç unutmam. Sümeyye elinde karnesi sevinçle kapıyı çalmıştı. Takdir almıştı minik kızım. Ona usulca susmasını söyledim. Hastalığı sebebiyle okul yüzü görmeyen oğlumun karşısında o karneye bakıp sevinemezdim. Bunu oğluma yapamazdım. Şimdi o günü nedametle ansam da yapamazdım, biliyorum. O gece kuzularım uyuduktan sonra vitrine gizlediğim karneyi aldım, bir yandan bağrıma bastım bir yandan gözyaşı döktüm.

Yıllar geçti. Bugün İsmail’imi toprağa vereli tam 14 yıl oluyor. Evimizde Kur’an okutuyoruz. Kızım oğluyla giriyor kapıdan. Şükürler olsun Rabbime, ona sağlıklı bir evlat bağışladı. Tatlı mı tatlı bir torunum var artık. Adı Yunus. Ne sevimli bir şey görseniz. Duadan sonra Yunus misafirlere gül suyu ikram ediyor. Gözlerim torunuma dalıyor. Bu hâliyle ne de benziyor rahmetli dayısına. O an yıllar öncesine gidiyor bakışlarım. Kızım ne olur beni affet.