Bir sınır kapısı düşünün, aynı coğrafyada, sadece birkaç kilometre arayla, bambaşka hayatlar barındıran bir kapı. Bugün ilk defa, ama son defa olmaması ümidiyle, o kapıdan geçiyoruz. Sınırı geçtiğimiz ilk anda, savaşın kokusu Suriye’nin dağlarına sinmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Öyle keskin bir geçiş var ki, sınırın Türkiye tarafında dağlar yemyeşilken, Suriye tarafında her yer kocaman taşlardan ibaret. Hiçbir yaşam belirtisi yok, ne bir kuş sesi, ne bir bitki, ne tarım yapılabilecek bir toprak parçası…

İlk olarak, bombalanma ihtimali olmadığı için Hatay sınırında kurulan Atme Kampı’nı ziyaret ediyoruz. Kamp deyince aklınızda ne canlanır bilmiyorum ama ben kısaca tarif edeyim; Kocaman bir hiçliğin ortasında, başlarının üzerindeki muşamba çadırlardan başka hiçbir imkanı olmayan tam bir milyon insan… Elektrik yok, su yok, herhangi bir altyapı yok. Haberlerden izlerken masal gibi, hikaye gibi geliyor ya bazen… Değil işte, gerçek tüm acımasızlığıyla karşımızda duruyor.

Sonraki durağımıza doğru ilerlerken yoldan geçen insanları dikkatle izliyorum. Bu insanlara bakarken canımı en çok acıtan şeylerden biriyse, hepsinin önceden bir hayatı olduğunu bilmek oluyor. Mesela bir tentenin gölgesine sığınmış, başını dizlerine yaslayan o adamın ne düşündüğünü merak ediyorum. Adı neydi acaba? Nereden gelmişti? Nasıl bir hayatı vardı bu korkunç zulümden önce? Belki mühendisti, belki esnaftı, belki de öğretmendi. Evi barkı, rahat bir yatağı, güzel giysileri, sevdikleriyle birlikte oturduğu, şen kahkahaların olduğu bir sofrası vardı… Düşündükçe omuzlarıma yük biniyor, iki büklüm oluyorum.

Erzak dağıtımı için bir başka kamptayız. Yine çadırlar, yalın ayak çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Burada, 75 yaşlarında, sıcacık gülümseyen bir amcayla göz göze geldiğimde hissettiğim en ağır duygu; saygı. Ben, önceki gün yolculukta kahve içemediğim için dertlenirken, o ziyaretimizden duyduğu muhabbetle öylesine içten gülümsüyor. TDV Mütevelli Heyeti II. Başkanı İhsan Açık Hocamızın yolculuk esnasında söyledikleri geliyor aklıma, biz buraya kendimize yardım etmeye geliyoruz demişti. Asıl yardıma muhtaç olan bizleriz.

Bu kamplardan sonra biraz olsun yüreğimize su serpecek manzaralar bekliyor bizi. TDV’nin çalışmalarını somut olarak görmek çok gurur verici. Bu çalışmaların neticesinde yapılan bir çok yer arasından ilk olarak İbadurrahman Anaokulu’nu ziyaret ediyoruz. Bizi gösterilerle karşılayan miniklerden birinin söylediği ezgi hepimizi müthiş duygulandırıyor; Gergin uykulardan, kör gecelerden, bir sabah gelecek, kardan aydınlık…

Sonraki durağımız Dana Hayır Çarşısı. İhtiyaç sahibi ailelerin özellikle giyim ihtiyaçlarını karşıladıkları, ücretsiz bir mağaza. Burada oldukça dikkatimizi çeken bir şey var: mağazanın bir duvarı boyunca sıra sıra gelinlikler ve damatlıklar. Gelinlikler umudun bembeyaz simgeleri olarak mağazayı aydınlatıyorlar. Hayat bir şekilde devam ediyor.

Beytü’s-Selam Köyü’ndeyiz. Buradaki çocukların tamamı yetim, vakfın yaptığı evlerde bazıları anneleriyle, bazıları ablalarıyla, teyzeleriyle. Beytü’s-Selam Köyü’nün içinde okul, futbol sahası, mescid gibi birçok imkan var. Çocuklar bizi yine gösterilerle karşılıyor. Müzik kesilip, oyunları bittiği anda koşarak yanımıza gelip elimizi tutuyorlar, sımsıkı sarılıyorlar. Yanıma ilk gelen iki güzellik; Gazal ve Zeynep. Sımsıcak gülümsüyorlar, yarım yamalak Arapçamla epey sohbet ediyoruz. Dokunmaya, sarılmaya o kadar hasretler ki, gitmemden korkarak elimi hiç bırakmıyorlar. Burada gözüme çarpan bir başka olay karşısında gözyaşlarımı tutamıyorum. Babamı elinden tutup yanına oturtan beş yaşlarında bir çocuk, az önce dağıttığımız çikolatanın ambalajını açıp ilk olarak onun ağzına götürüyor. Çikolata umrunda değil, tek derdi başının bir kez daha okşanması. Çocuklar özellikle baba figürüne ayrıca özlem duyuyorlar. Nasıl oldu da aniden kendimizi burada buluverdik anlamadık diyenlere, İhsan Hocanın çarpıcı cevabı geliyor aklıma yine: “Yetimler çağırmıştır!”

Sultan Abdülhamid ilkokuluna gidiyoruz. Burada tüm arazisini vakfa bağışlayan Ümmü Enes karşılıyor bizi. Kendisine Müdire hanım diye de hitap ediyorlar. İlk oğlunu savaşta şehit vermiş, ikinci oğlunu ise okulun karşısındaki evinin tam önünde… Bir başka okulu ziyaret ediyoruz, İbadurrahman İmam Hatip Lisesi. Burada Türk yetkililerin sürekli olarak sahaya girip çıkması, bölgenin çevresinde “daha güvenli bir yaşam sağlayabilme ümidi” doğurmuş ve insanlar bu alanı merkez olarak benimsemiş, etrafına hızla yerleşmeye başlamışlar. Liseden ayrılırken lisenin ve anaokulunun arazisini vakfa bağışlayan kişinin bu yüzden şehit edildiğini öğreniyoruz.

Sonraki durağımız olan Hızri İyilik Konutları’nda ısrarla bizi evine davet eden iki kardeşi ve anneannelerini ziyaret ediyoruz. Misafir ağırlamak için avluyu yıkamış, sahip oldukları en güzel kıyafetleri giymişler. Evlerin duvarında asılı olan kasımpatılar dikkatimizi çekiyor. Hafızamda öyle derinlerde yer ediniyor ki bu manzara… Eve döner dönmez balkonumuzu rengarenk kasımpatılarla donatmayı bir kenara not düşüyorum. Her baktığımda bana ümit etmeyi hatırlatacak rengarenk kasımpatılar alacağım.

Göremediğimiz bir çok rehabilitasyon merkezi, okul ve kampı vakit darlığından dolayı es geçiyoruz. TDV İdlib’te müthiş bir özveriyle çalışıyor. Sürekli olarak insani yardım dağıtmak bir yana, bölgede halkın kalıcılığını sağlamaya, istihdam alanları oluşturmaya çalışıyorlar. Yapılan projeler mutlaka belli standartlara göre yapılıyor, ailelere mahremiyet sağlamak için hiçbir şey göz ardı edilmiyor.

Son olarak İman Yetim Kampı’na gidiyoruz. Yemeği burada çocuklarla yiyeceğiz. İçeri girdiğim gibi bir hanım elimden tutup beni çocukların arasına oturtuyor. Meraklı bakışlarla bir sürü soru soruyorlar, çok da kibarlar, hayatımda duyduğum en güzel iltifatları alıyorum. Nerede yaşadığımı, okulumu, arkadaşlarımı, evimi anlatmamı istiyorlar. Unutmadan, yetimlerin size selamı var! Kendisi de orada bulunan babamın bana uzaktan gülümsemesi, başını omzuma yaslayan Rahaf’ın gözünden kaçmıyor, “O senin baban mı?”. Ahh, ne cevap versem bilemiyorum, başımı sallıyorum sadece. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle başını öne eğiyor. Bu hali öyle içime işliyor ki günlerce nereye baksam bu yavruyu göreceğimi biliyorum. İçlerinden bir tanesi telefon numaramızı istiyor, internete sahip olurlarsa bizi arayacakmış. Yemekler geldiğinde, önce bana ikram ediyor, ben başlamadan başlamıyorlar. Kalplerinin büyüklüğü karşısında ne yapacağımı bilemiyorum, duygularım karmakarışık. Sevgi, şefkat, hayret… Çocuklar oldukça neşeli, gülüp oynuyorlar, iştahla yemek yiyorlar ancak son birkaç ay öncesine kadar durumun farklı olduğunu öğreniyoruz. Tamamı savaş mağduru olan bu çocuklar, kampa ilk geldiklerinde çok uzun süre aç kaldıkları için yemek yiyemiyor, korkudan uyuyamıyor, konuşmuyorlarmış. Yaşadıklarını bir anlığına düşünmek bile kalbimi sıkıştırıyor.

Yemek esnasında İhsan hoca ile programa gönüllü olarak katılan sanatçı Necip Karakaya arasında şöyle bir diyalog geçiyor: “Bu sofra Peygamber sofrası sayılır mı hocam?” “Peygamberimiz (sav) de bir yetim olduğuna göre, sayılır elbet.” Sahi, aynı Peygamberin ümmetiyiz değil mi? Peki nedir bizi Peygamber sofrasından bu kadar uzak kılan? Neden ümmetin yetim çocuklarından bihaber yaşayıp gidiyoruz? Nasıl oluyor da bizi çağıran sesleri duymamazlıktan geliyoruz? Ümmetin göğsünde, Bilal-i Habeşi misali kocaman bir kaya var yıllardır, bu kayayı kaldırmak bize nasip olur mu bilinmez, ama bu hayatları yok saymak, karınca misali bir damla su dahi taşımaktan geri kalmak, kusura bakma ey Bilal, seni başkaları kurtarsın demekten farksız demişti bir hocamız. Peki ne yapmalı, nasıl yardımcı olmalı? Maddi yardımlar ve dualarımız bir yana, bize düşen en büyük sorumluluk hafızamızı taze tutmak, yaşanan zulmü normalleştirmemek, her gün yeniden, yeniden farkındalık oluşturmak. Kendi imkanlarımızla, bir şekilde dünyanın her yerindeki mazlumların sesi olmak, başkalarının da hayırlarına vesile olmak boynumuzun borcu. Allah Resulü (sav) “Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır” buyuruyor hadis-i şerifinde. Rabbim bizlere o elin sahibi olmayı nasip etsin.

Beyza Lübna KARACA Mayıs/2021, İDLİB