Kurumların olduğu gibi kişilerin ve milletlerin de tanımı ve mehabeti vardır. Birkaç örnek vermek icap ederse;

  1. Kredi Yurtlar Kurumu. KYK dendiğinde ağırlıklı olarak üniversite olmak üzere, talebelerin yurt ihtiyaçlarının karşılandığı mekânlar akla gelir.
  2. Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluğu. YTB dendiğinde yurt dışındaki talebe ve yurttaşlarımızın kimlik, kişilik, hak ve hukuklarıyla ilgilenen bir kurum akla gelir.
  3. Yunus Emre Enstitüsü dendiğinde değişik ülkelerde Türk kültür ve sanatını yayma ve anlatmakla ilgili bir kurum akla gelmektedir.

Yukarda örneğini verdiğim üç kurum gibi insanlar da tanımlanabilmelidir. Tanımsız insan daha ziyade bukalemun tip insanlardır. Bu tür insanların yaşam standartı daha ziyade tüketim, zevk ve sefa üzerinedir.

Abbasilerin bilgeliğiyle meşhur halifesi Memun insanları; ‘gıda’, ‘ilaç’ ve ‘dert’ gibi olmak üzere üç kategoriye ayırır. Gıda gibi insana her zaman her yerde, ilaç gibi olana rahatsızlandığında ihtiyaç duyulurken, dert gibi olandan da kaçınmak gerektiğini söyler.

Herkes bu insan tiplerinden hangisine girdiğine baksın.

MÜSLÜMAN TANIMI Müslümanı tarihte okuyup, gördüğüm ve elan görüp yaşadıklarımdan hareketle;

Verdiği sözünde duran, mert, kalleşlik yapmayan, dostunu ve hatta hiç kimseyi satmayan; işini iyi yapmaya çalışan, güven telkin eden, yanında huzur duyulan kişidir.

O söylemişse doğrudur,

O söz verdiyse yapar/gelir,

Ondan kimseye zarar gelmez,

O güvenilir biridir. Diye tanımlayabilirim.

MAKAM-MEVKİ Saydığım ve sayamadığım bunca güzel hasletlerine rağmen Müslümanlar da dâhil teklif edilen her hangi bir makam için (Hulefâ-yi Râşidîn hariç) ‘ben değil de filanca kardeşim/arkadaşım bu makama çok daha layıktır’ diyen var mıdır, pekiyi böyle birini tanıyan var mıdır?

Doğrusu tarihte hiç rastlamadım. (Selçuklu devletinin kurucuları Tuğrul ve Çağrı Bey’i bu anlayışa çok yakın buldum…)

Bir büyüğün; ‘insandan en son çıkacak haslet riyaset hırsıdır’ der. Riyaset hırsı da insanda benliği ve ihtirası körükler. Öyle olunca da insan, yapanın yaptığını beğenmeme, söylediğinden tatmin olmama karamsarlığına düşer. Sürekli tenkit eden, münekkitçi insana dönüşür…

GEL EY GÜZEL HASLETLERİMİZ! Öncü ve önderlerimizde olan ve çok büyük oranda kaybettiğimiz güzel hasletlerimizi tekrar ne zaman kazanacağız! Gereğini ne zaman yapacağız?

Tanımımızı, mehabet ve duruşumuzu ne zaman ve nasıl tekrar elde edeceğiz?

Ne zaman elinden ve dilinden emin olunan insan olacağız?

Sevdiğini ölçülü sevmek… kızdığına ölçülü kızmak… için daha ne gereklidir?

Aşırılığın kişiyi helâke sürüklediğini daha ne zaman idrak edeceğiz?

Büyüğünü saymayı, küçüğünü sevmeyi ne zaman gerçekleştireceğiz?

İhtiyacımız olmasına rağmen, ‘su…’ diye inleyen kardeşlerimizi ne zaman göreceğiz/duyacağız? “Ahlaki körlükten” ne zaman kurulacağız?

“Yaşam oburluğunu” ne zaman dizginleyeceğiz?

Çağın “ses ve söz kirliliğinden” kurtulup, hakiki ses ve söze ne zaman kulak vereceğiz?

Telaş toplumu olmayı bırakıp, sükûnet/sekine halini ne zaman yakalayacağız?

“Haz ve hız toplumu” olmayı bırakıp, erdem ve olgunluğu ne zaman hayata geçireceğiz?

Birbirimize söylenmeden, söylemeyi ne zaman öğreneceğiz?

Hayır işlemeye ve hayra vesile olmaya ne zaman başlayacağız?

İyilikleri artırmak, kötülükleri yok etmek olan vazifemizi ne zaman yapacağız?

Tüm bunlar İslamlığımızın gereği ve tanımımızdır. Kulluk kitabımız ve sünneti seniye bizlerin bu özellikleri elde etmemizi ve uygulamamızı istemektedir.

YEİS/ümitsizlik/YOK

Doksan yaşında bir zât Hasan Basri’ye gelerek: “Ben tövbe edip istikametimi düzeltmek istiyorum, bana yol göster” der.

Hasan Basri: “Çok geç kalmadın mı?”

İhtiyar: “Henüz güneş batıdan doğmadı, tövbe kapısı kapanmadı diye ümidimi kesmedim… Yanlış mı yaptım ümidimi kesmemekle!…”

Yaşadığımız çağda İslami mehabeti ve tanımıyla insanlığın, kâmil Müslümanı görmeye ne de çok ihtiyacı var…

“Dönüşünüz banadır ve yaptıklarınızı size haber veririm…” diyen Yüce Yaratıcının sözüne kulak keselim, zaman geçmeden kulluğumuzun gereğini yapalım.

Ahmet BELADA