İslam medeniyeti, bilginin ve onun elde edilme aracı olan sözün/yazının kendisine, epistemolojisine, niteliğine ve nakline verdiği önemle temayüz eder. Kur’an’ın kayıt altına alınmasından ve naklinden hadis rivayetlerine, oradan şiirlere kadar sözün/kelamın doğru ve adabına uygun olarak aktarımı göze çarpar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.); “Allah, bizden bir söz işitip, onu işittiği gibi (başkasına) ulaştıran kişinin yüzünü ak etsin.” (Tirmizî, İlim, 7.) sözüyle hadis rivayetini teşvikin yanı sıra sözü olduğu gibi, doğru ve dürüst bir şekilde aktarmaya vurgu yapar.

Sözün sıhhati ve onu doğru aktarmanın yolu, anlama adımının sıhhatinden geçer. Anlama, bilginin kazanılmasıyla sonuçlanan bir bilgi edinme işlemi olarak tanımlanır. (Rickman, Anlama ve İnsan Bilimleri, 67.)  Gerek fıkıh usulü, fıkhu’l-hadîs ve tefsir, gerekse hermenötik ve semantik gibi disiplinlerce üzerinde çokça durulan bir konudur anlam. Bu kapsamda anlamın ne olduğu, anlamanın nasıl gerçekleştiği, anlamın doğruluğunun nasıl tespit edileceği gibi pek çok konu ele alınmaya devam etmektedir.

Anlamanın gerçekleşmesi için bazı epistemolojik şartlardan bahsedilir. İlki, insanların kendilerini ifade etme tarzlarının, hangi işaret ve tavırla neyi söylemek istediklerinin bilinmesi, yani tabiatlarının tanınmasıdır. (Rickman, 70.) Muhatabın kendini nasıl ifade ettiği, hangi kelime dağarcığına sahip olduğu ve bunları nasıl bir dil kullanarak söze döktüğünü kavramaktır.

İkincisi sözü söyleyenin yaşadığı, sözün söylendiği veya metnin ortaya çıktığı kültürel ortam (Rickman, 70.), yani içinde bulunulan gelenekler, görenekler, toplum yapısı ile yazarın bilgi, eğitim ve kültür seviyesi, din seçimi, uzmanlık alanı, içinde yetiştiği çevre gibi hususların bilinmesidir. Kısacası konuşan/yazan ile dinleyen/okuyan arasında bir yaşantı ortaklığı bulunmalıdır. Bu iki epistemolojik koşul sağlıklı olarak tespit edildiğinde, söz sahibinin neleri söyleyeceği ve neleri söylemeyeceği de netleşmeye başlar.

İfadeyi doğru anlamamızı sağlayacak üçüncü şart ise sözün veya metnin ortaya çıktığı somut bağlamı bilmektir. (Rickman, 68.) Bağlam, iletişim olayının, sözlü veya yazılı söyleşinin içinde yer aldığı ortam, çevre olarak tanımlanır. (Sabahat Tura, Anlam ve Yorum, 112.)  Bir sözün ifade edildiği yer, zaman, konuşan ve dinleyen arasındaki ilişki, konuşan ve dinleyenin önbilgi, kanaat ve beklentileri ile ilişkiler örgüsü de bağlam içerisinde düşünülebilir. Bağlam, bir metnin/cümlenin doğru anlaşılması için söz konusu edildiğinde, onun cevap olduğu sorunun, yazılma amacının, yer aldığı paragrafın, bölümün, kitabın, yazarın ve o tarz kitapların üslup ve geleneğinin de dikkate alınması elzemdir. Cümleleri boşlukta duran nesneler gibi düşünüp parçacı bir yaklaşımla, -önce ve sonrası, tefsir terimiyle siyak ve sibakından ayrı düşünerek- anlamaya çalışmak hatalı sonuçlar doğurur. Cümleler ve onları oluşturan kelimeler ve bağlamı meydana getiren diğer hususlar dikkate alınmadan sözlükten kelime anlamı bulmak ve onlarla cümlenin anlamını tespite çalışmak, kişiyi yanlış çıkarım ve sonuçlara sürükleyebilmektedir.

Bu üç koşula ilave edilecek ya da bunların ön şartı sayılabilecek bir diğer husus, metne/söze iyi niyetli ve doğru anlama gayesiyle yaklaşmaktır. Onu psikolojik tatmin aracı, prim yapma ve reyting kazanma yolu veya görüşlerini, mezhebini vb. destekleme amacıyla ele almak samimiyetsiz ve anlama açısından sonuçsuz bir yaklaşımdır.

Sözü/metni doğru anladıktan sonra ikinci aşama onu doğru ve dürüstçe sözlü, yazılı veya diğer yollarla insanlara aktarma sürecidir. Aktarım/rivayet, İslam ilim geleneğinde üzerinde titizlikle durulan bir alandır. Bu gelenek içerisinde de hadis ilmi, diğer bir adıyla ilmü’r-rivâye diğerlerinden temayüz eder. Bu ilme rivayet ilmi denilmesinin sebebi, onun râvinin/nakledenin, mervînin/nakledilenin ve rivayetin/naklin taşıması gereken şartlar üzerinde temerküz etmesidir. Semâ, kırâat, arz, mükatebe ve münâvele gibi edâ bahisleri hadisi/haberi aktaranların, onu nasıl bir yöntemle aldıklarını; semi’tü, ehberana, haddesena vd. tahammül bahisleri, sözü rivayet ederken kullanılabilecek ifadeleri, naklin yöntemini ve adabını genişçe ele alır.

Sözü aktaran/râvi açısından nakilde iki kavram öne çıkar: Âdil ve zâbıt olmak. Bu iki vasfa sahip olma, kişiyi güvenilirlik seviyesine yükseltir. Adalet “büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir meleke” şeklinde tarif edilirken, âdil kişinin nitelikleri olarak; müslüman, akıllı, mükellef, takva ve mürüvvet sahibi olmak sayılır. (Abdullah Aydınlı, “Adâlet”, DİA, I, 344.) Zabt ise bilgiyi aktaranın, metni veya sözü, diğer kişilere ulaştırana, bildirene kadar her türlü tashif, tahrif, istismar vb. değişiklikten koruyacak şekilde zihninde tutabilme yetisidir. Aktaranda aranan diğer bir özellik ise başta İmam Malik olmak üzere pek çok hadisçinin ve ilim adamının özellikle üzerinde durduğu gibi, güvenilirliğin yanı sıra kişinin naklettiği bilginin ehli olması, o alanda birikimi, ehliyeti ve yetkinliği olmasıdır.

Bilginin kendisine aktarıldığı kimse temkinli, tedbirli hareket etmekle ve şu ayetin gereğini yapmakla yükümlüdür. “Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurât, 6.) Ayette vurgulandığı üzere fâsık kimselerin haberine araştırmadan inanmak, bir kişinin, ailenin, toplumun, kuruluşun haksız yere itibarının zedelenmesine neden olabilmektedir. Bu sebeple aktaran kişinin, aktarım esnasında itibar ve çıkar sağlama, mensubiyeti bulunan çevreyi, ırkını vb. öne çıkarma, maddî kazanç sağlama ve meşhur olma gibi amaçları olabileceği; hırs ve nefret gibi süfli duygularla hareket ederek istismar, çarpıtma, tahrifler ve yanlış anlaşılmaya yöneltici tavırlar sergileyebileceği hesaba katılmalıdır.